16 Şubat 2015 Pazartesi

BİR ÖZGECAN'DIR YÜREKLERİMİZDE SAKLIDIR

Yüreğim yanıyor Cuma akşamından beri. Bir can daha yitirdik bu topraklarda. Belleklerimize, yüreklerimize Özgecan'ın ismini de yerleştirdik tüm acısıyla. Artık o da Ali İsmail gibi Berkin gibi, Güldünya gibi hani ta 70'lerden beri gencecik ölümlerle dolan toplumsal belleğimize eklenen bir simge oldu.

Medya çağında yaşayanlar olarak acılarımızı çok görünür şekilde paylaşır olduk. Kin, öç alma, idam, işkence sözcükleri eklendi o ceylan gözlü ölüme. Ben en çok geleceğin umutlarından birinin daha can vermesine yanıyorum. İnsanlıktan bu denli nasibini almamış, canavarlaşmışların  her geçen gün çoğalmasına yanıyoruım. Özgecan'ın annesinin sözlerine, babasının yavrusunu son kez öpüşüne yanıyorum. Evrensel olmayı ad edinmiş bir kurumda okuyan, psikolog olmayı seçen bir gencecik canın böylesine  vahşice katledilmesine yanıyorum.     

Sakın rakamlara bakıp da bu kaçıncı cinayet demeyin. İçim o yüzden daha çok yanıyor. Küçücük çocuklar bile bu şekilde öldürülüyor, farklı kimliklerde yaşayanlar, toplumda farklılık yaratmak isteyenler, bu karanlığa yuvarlanışı görenler  ya bedenen yok ediliyor, ya işkence görüyor ya da yasaklanıyor.

Okuduklarımdan yola çıkarak devletin ne için var olduğunu sorguluyorum. Bize dayatılan devlet baba kültürü her geçen gün daha çok kararıyor. Devlet baba başta kızları olmak üzere çocuklarını, gençlerini koruyamıyor. Korumak şöyle dursun, içtenlikle üzülemiyor. Yalnızca olanları gizlemeyi ve bizleri korumakla görevlendirdiklerini, bizlere şiddet kullandırarak öfke tohumlarını serpiyor durmaksızın. Her geçen gün biraz daha ölüyoruz. Yüreklerimiz dağlandıkça her geçen gün sevgimizi öldürüyorlar, insan olmanın en güzel duygusunu. Umutlarımızı yok ediyorlar, verdikleri görüntülerle. Göz yaşlarımızdan kırgınlık ve kızgınlık aktığı için arınamıyoruz.

Umuda yürümeyi seçenler çok çevremizde. Ama birlik duygusunu yitirmişiz. İdden kurtulup egoya geçenlerin pek çoğu orada kalıyor. Narsizm çıkmazında durmaksızın bölünüyoruz. Doğrularımızla onulmaz yanlışlar üretiyoruz.

Gelişmiş devletler sınıfında rol alan olaylara bakıyorum. Şiddet onların gündeminde de var. Ama siyasal oyunların dışındaki halk kütleleri birlik içinde karşı çıkışlarını silahların ve gazların gölgesinden uzakta ortaya koyuyorlar. Biz, ne kadar çoğalırsak o denli cezalandırılıyoruz. Az önce ekranda izledim. Yalnızca beş genç kız Özgecan'ın katlini kınamak için bir afiş asıyorlar diye çoğunluğu kadın polisler tarafından yaka paça götürüldüler İstanbul'da. Artık tereddüt etmeye bile hakları yok, boyunlarından tutulup zorlanmamak için.

Cinsiyete bakmadan yalnızca insan gibi yazmaya çalışsam da öylesine zorda kalıyorum ki son yıllarda yürütülen politikalar yüzünden. Bu toprakların Kibelesi'nin yalnızca üremeye aracı varlık olarak kodlanmasından ötürü. Halbuki Kibele yaşamdır, berekettir, geniş anlamıyla doğadır. Belki de o nedenle yalnızca insanı değil doğayı da katleder oldular en ilkel benlikleriyle.

Bugün Cumartesi olduğu gibi yine katılacağım Özgecan'ın canının hakkını arama eylemine. Haziran'a dek birlik olup insanca bir düzen yaratabilmek için elimden ne geliyorsa yapacağım.Sizi de beklerim. Hani demiş ya Karacaoğlan: ''Güzel sever diye isnat ederler-Benim haktan ÖZGE sevdiğim mi var?''

              

11 Şubat 2015 Çarşamba

BİR CUMHURİYET FİLİZİDİR BUGÜN BİLE ASIRLIK SEMAHAT HALA

Siz kaç kişinin 100. yaş gününe katıldınız? Şanslıyım ki bilge çınarımız Lütfü Karadağ Amcamızdan sonra Ankara'nın ve ailenin Karaferye kökenli, yaşam sevincinin simgesi, başında çiçeklerden yapılmış tacıyla, büyük halamız Semahat Bolevin'in dalya gününe de büyük bir mutlulukla tanık oldum. 

İzmir'de Ocak ayının son gününde annem ve kuzenim Ebru ile bir aile toplantısındaydık. Kemeraltı'nın en eski saatçilerinden Aziz Şuşut Amcamızın kızı Füsun ve Semahat Halamızın torunu Selda düzenlemişlerdi güzel geçen günümüzü. Selda, bizi Ankara'ya 8 Şubat'ta kutlayacakları, babaannesinin 100. yaş gününe çağırdı. Ben zaten teyzemi ve Ankara'yı özlemiştim. Ve büyük ailenin bir çok bireyiyle en son Gülruşumuzun anma gününde görüşmüştüm. Bu yaş günü ancak yüzyılda bir olacağına göre yola çıkmaya hazırdım.

O içten kutlamayı ve İstanbul doğumlu, 80 yıllık Ankaralı ve 1950'den beri Kavaklıdereli  Semahat Halamızı anlatmaya başlayabilirim elimden geldiğince.

Karaferye'den gelir Semahat Halanın annesi, iki küçük erkek kardeşiyle, Balkan savaşlarından sonra. Kadıköy'e yerleşirler. Anneyi evlendirirler. Küçük kardeşi de ayrılmaz yanından. O yüzden 'çocuklu gelin' derler annesine. 

Annesiyle birlikte bir gün Bakırköy'e, deniz kenarında bir akraba ziyaretini unutamaz küçük Semahat. Amcaları Cevdet Bey, mübadeleyle Karaferye'den gelmiştir kısa bir süre önce. Ağlamaktadır kocaman adam. doğup büyüdüğü topraklarda yaptırdığı evinin inşaatı yarım kalmış, altınlarına devlet el koymuştur mübadeleden önce. Rauf Dedemin ağabeyidir, o ağlayan kocaman adam.

 Ne yazık ki annesini henüz on iki yaşındayken kaybeder küçük Semahat. Ablası Çapa Muallim Mektebinde okumaktadır. Onu da oraya yazdırırlar. O yılın sonunda ablası mezun olur, Düzce'ye tayini çıkar. Kadıköy Altıyol'daki evlerini kapatmışlardır. İki yıl daha yatılı okur öğretmen okulunda.Öğretmen olan dayıları yardımcı olur hafta sonlarında.  Ancak büyük bir böbrek hastalığına tutulur ve okulunu bırakmak zorunda kalıp, ablasının yanına gider. Ablası o sırada Bolu'ya tayin olmuştur. Ali Canip Yöntem tekrar okula yazdırır kendisini. Ortaokulu orada bitirip tekrar İstanbul'a döner ablasıyla. Bir kaç yıl sonra evlendirirler. 

Eşi, Rıdvan Bey yirmi iki yaş büyüktür genç gelinden. İstanbul'un eski ailelerindendir. Uzun yıllardan beri  Haydarpaşa Uzun Hafız Sokağında oturmaktadırlar. Çok sever sportmen eşini Semahat. Merkez Bankası Levazım müdürü olan Rıdvan Bey, gencecik eşiyle genç cumhuriyetin başkentine yerleşir.

Yıllar yılları kovalar. Kavaklıdere'de Merkez Bankası 26 adet üç katlı ev yaptırır. 13 yıl oturdukları Işıklar Caddesindeki evlerinden dört çocuk annesi olarak ayrılır Semahat Hanım.   Evlerinin taksitlerini üst katlara kiracı olarak gelen Amerikalı komşuları sayesinde öderler. Evin en büyüğü ailenin tek kızı Serpil 13 yaşında, en küçük oğlu Sedat henüz altı aylıktır. Amerikalı komşu çocuklarıyla oynarken İngilizce de öğrenirler hepsi. Bir yirmi yıl da böyle geçer. Serpil ve Selahattin evlenmiş ve iki oğul Sinan ve Sedat da İsveç'e gitmişlerdir okumak için. 

O dönemde apartmanlaşma başlar Kavaklıdere'de. Semahat Hala ve Rıdvan Enişte daha sakin buldukları Yalova'ya yerleşirler, artık apartman olan evlerini bırakıp.

Sevgili eşini Yalova'da yitiren Semahat Hala yeniden Kavaklıdere'ye döner, kızının karşı dairesine yerleşir. Ve yaşamının en büyük acısını tadar. Büyük oğlu Selah Ağabeyimizi kaybeder. Artık tek tesellisi torunları ve bugün salonunun duvarlarını süsleyen elinin emeği goblen işlemeleri ve yağlı boya tablolarıdır. Çocukluğumun unutulmaz tatlarında kalan muzlu rulo pastaları ve diğer leziz yemekleriyle dostlarını, akrabalarını da ağırlamak büyük zevktir onun için.        

Cumhuriyet'in aydın beyinli kadınlarındandır Semahat Hala. Çocukluğunu Kadıköy'de yaşamış Kavaklıdere'nin ilk kuruluş yıllarında tüm komşularıyla Kavaklıdere İlk Okulunun temeline harç koymuştur. Tel dolaplarda sakladığı, eşinin Ulus'dan yiyecek getirdiği, komşulardan Şaziye Hanım'ın İsmet İnönü geçerken yoluna çıkıp Kavaklıdere'ye yol yapılmasını istediği günler çok eskide kalmıştır ama belleğinde canlılığını korumaktadır. 

Hele Atatürkümüzle ilgili anıları en unutulmazlarındandır. 17 yaşında evlenip geldiği Ankara'da ilk yılbaşı balosunda Orduevi'ne gider eşiyle. Atatürk de Sabiha Gökçen'le katılır baloya. Nasıl heyecanlanır gördüğünde. Daha sonra ilk bebeği Serpil'i bebek arabasına koyup, Kızılay'a gider tenis oynayan eşini seyretmeye. ''Birden ''Atatürk geliyor.'' diye sesler duyulur. Herkes yola dizilir, alkışlamaya başlar, o da bize şapkasını çıkarıp selam verirdi, o denli yakınımızdan geçerdi.'' diye anlatır o günleri.

Ve bugün o yılları yaşamış olmanın kıvancıyla ayaktadır, gözlerinde hala o günlerin ışığıyla.

Yüzüncü yaşında da bizi aynı ışıkla karşıladı, yanında sevgili çocukları,damadı, İsveç'den gelirken eliyle yaptığı çiçek tacını getiren gelini Mirya ve Selah ağabeyimizin eşi Nesrin Ablamız, yeğenleri ve torunları ve torun çocuklarıyla. Mutfak şefliğini devrettiği Serpil Ablamız başkanlığında hazırlanan eşsiz yemeklerle dolu bereket sofrasında ağırladı. Şarkılar söyledi çocuklarıyla, şiirler okudu, pastasından önce gelen bir yüzyılın mumlarını üfledi, pastasını yedi, hepimizin ellerinden tuttu, konuşurken. Fotoğraflarını çekerken el salladı, gülücükler dağıttı hepimize. Ve gelecek yılki doğum gününe çağırmayı da unutmadı.

İşte Cumhuriyet'in kuruluşunun gencecik filizi Semahat Halamız, varlığıyla bugünün Türkiye'sinin umutsuzluğunda olan bizlere de yeniden yaşam sevincini ve umudunu aşıladı ışığıyla. 

Nice yıllara sevgili Semahat Hala. Biliyorum, bir gün torunların tüm yaşamınızı daha ayrıntılı yazacak. Bu yazı da benim ufacık bir armağanım olsun ve bugün yazımı yazarken doğum gününü kutlayan biricik oğluma da  sizin ışığınızı, yaşam sevincinizi yansıtsın. 

Bir ufak not: Ne çok isterdim, çocukluk anılarımda kalan Semahat Halamızın küçük dayısı, Rauf Dedemin kuzeni eğitimci Kemal Ertem Amcayı ve sevgili eşi Mutahhar Yengeyi de yazabilmeyi. Ancak bilgiler çok yetersiz. Işıklar içinde yatsınlar.     

              




3 Şubat 2015 Salı

LODOS FIRTINASI EŞLİĞİNDE 15. YIL YEMEĞİMİZ

Bugün Mübadelenin 92. yılı ve birlikteliğimizin ve geleneksel buluşmalarımızın 15. yıl dönümünü kutladığımız 1 Şubat yemeğimizi yazmak için bilgisayarımın başına oturduğumda İz TV açıktı ve ekranda Nazım Alpman'ın hazırlayıp sunduğu 'Yakın Tarih' programında 26 Temmuz'da sonsuzluğa uğurladığımız vakfımızın kurucularından Atila Karaelmas görüntüde anlatıyordu Türkiye'nin 68 baharını.Yaşam böyle acı tatlı sürprizlerle doludur.  İki gün önce yemekte herkes onun yokluğunu duyumsarken yazının içine sesi ve görüntüsüyle katılıverdi. Lozan Mübadilleri Vakfı'nın  birlikteliği,ortak anıların paylaşılması, ortak öykülerin dostluğu değil midir? Yorucu ve günden güne katlanması zorlaşan ülke gerileşmesini bir kaç saat ya da gezilerimizde bir kaç gün için unutup  yalnızca dostluğun nefesiyle tazelendiğimiz buluşmalardır her biri.

Bu yılki yemeğimiz kolayca unutulmayacak lodos fırtınasına denk geldi. Vapurların çalışmadığı, tüm katılımcıların trafikte azimle çabalayıp ulaştığı Pazar akşamı, Modaspor Lokali'ne adım atınca rahatlanan bir buluşma oldu.

Açılış konuşmasını başkanımız Ümit İşler ve  genel sekreterimiz Sefer Güvenç yaptılar. Sefer Bey'den söz edince onun anılarını yazmadan olmaz. 

Büyük Marmara depreminden sonra 1999'da ilk yardımımıza koşanlar suyun öte yanındaki komşularımız olur. O günlerin sağlık bakanı 'yunan kanı istemeyiz' diye bir mesaj verince Sefer Bey'in kanı donar, çok etkilenir ve Yunanistan'a ilk ziyaretini yapar. Konuk olduğu yerlerde ilk kuşak Türkçe konuşmaktadır ve yerleşim bölgelerinin adları önlerine 'yeni' sözcüğü eklenmiş Anadolu topraklarından gelmektedir. Dönüşte mübadil çocukları olan arkadaşlarını arar ve Müfide Pekin, Füsun Çeliker, Atila Karaelmas ve Çağatay Yaylalı ile birlikte vakfın çatısını oluşturan 'Büyük Mübadele Çocukları Girişimi' bildirisine imzalarını atarlar. 25 Mayıs 2001'de tüm uğraşlardan sonra Vakıf kuruluşu resmileşir. O gün bugündür Sefer Bey ve Vakıf ayrılmaz ikilidir. Emeği geçenlerin hiç biri unutulmaz. Bugün kocaman bir aileysek hep onların gönüllü çalışmalarıdır nedeni.

Haydi yine yemeğe dönelim. Sahnede birinci kuşaktan Vedia Elgün ve Refia Çeliker hanımlar ve bilge çınarımız Lütfü Karadağ'ımız var. En genç mübadil torunlarından çiçeklerini alıyorlar. Hepimiz duyguluyuz. Vedia Hanım konuşma hazırlamış. Tüm coşkusuyla okuyor ve ben de sizinle paylaşmak üzere konuşmasını not ediyorum. 

''Sevgili Dostlar, Vakıf Arkadaşlarım, 
Yeni bir Mübadil buluşmasında tekrar beraberiz. Ne mutlu hepimize. Böyle güzel ve etkin bir vakfımız var. Geçtiğimiz yılı da başarı ve etkinlik dolu geçirdik. 
Türkiye Avrupa Birliğine giremedi ama vakfımız orada çok iyi tanınıyor. 
2014'de çok acı kayıplar da yaşadık. Vakfımızın kurucularından,kusursuz değerler sahibi Atila Karaelmas'ın kaybı hepimizi derin bir acıya boğdu. Kendisini sevgiyle ve hüzünle anıyoruz. 
Yeni yılın da ülkemiz ve vakfımız için başarı ve güzelliklerle dolu geçmesini diler, hepinizi sevgiyle selamlarım,benim canım dostlarım. 

Bu anlamlı konuşmadan sonra koromuz programda olmasa da dernek başkanımız Esat Ergelen'in isteğiyle 'Hey Onbeşli' türküsünü söyledi 15. buluşma ve gönülleri genç bilgelerimizin hatırına. 

Sıra 'Tatavla Keyfi' müziğiyle ruhumuzu, yemeklerle midelerimizi şenlendirmeye gelmişti. Bizim masa Şule ve (aylar sonra kavuştuğumuz) Lale kardeşler, Erşen bey, kuzenleri ve yaşça benden küçük ama mübadil kuşağı olarak (Osman Amcacığım Karaferye'de doğduğu için) benden büyük kuzenim Gonca'dan oluşuyordu. Hemen yanımda Ayla ablacığım, Aydın Ağabey ve çocukları, önümüzde Lütfü amcamız ve Gülgün ablanın dışında büyük ailesi,onların önünde Ergelenler, arkamızda İşler ailesi hep birlikteydik. Koro masasından biraz uzak kalsak da karşılıklı ziyaretlerle bu uzaklığı yakınlaştırdık. Gezi arkadaşlarımız Yurdanur hocam ve Saime hanımlarla da sohbet etmek iyi geldi. Yanımızda olmayan Özlem'in ve Şadan ablanın da kulaklarını çınlattık. 

Gözüm Çimen ablayı, Müfide ve Semra hanımı da aradı. Çünkü onlarsız vakıf buluşmaları hep eksik gelir bana. Hemşehrim Erol ağabey de yoktu. Biliyorum ki hepsinin de  katılamadıkları için bir nedenleri vardı. Buradan sevgilerimi iletiyorum. Çetin hocamıza gelince; bu yıl onun güzel sohbetinden ve fotoğraflarından yoksun kaldık. Beşiktaş'a kadar gelmiş deniz ulaşımının iptalinden ve köprü trafiğinin yoğunluğundan geri dönmek zorunda kalmış.  

Müzikle halaylar çektik, Lütfü amcam yoğun istek üzerine koronun öz grubuyla şarkılar söyledi. Fotoğraflar çektik. Sıra Ayşe'nin çabasıyla satılan piyango biletlerinin çekilişine geldi ve Sefer bey tarihin en hızlı çekilişini yaparak armağan kazanan numaraları açıkladı.

Ertesi sabah iş günü olduğu için bir yemeğimizin daha sonuna gelmiştik. Vedalaşmalar ve yeniden buluşma dilekleriyle yola koyulduk. Dönüş yolunu sormayın, vakfımızın çalışkan ve güler yüzlü sekreteri Ayşe ve eşi Altan komşucuğum Sula'yı, beni ve Oğuz hocayı arabalarına aldılar. İki saatte geçebildik karşıya. Bir kez daha teşekkür ediyorum. 

Ne diyelim, gelecek buluşmalarımız eksiksiz ve daha sakin bir hava durumunda gerçekleşsin. Ve çekilen acılar bir daha yaşanmasın, dostluğumuz hep sürsün.