13 Eylül 2016 Salı

DOSTLUĞUN SESİ VE RENKLERİ

Savaşların, adaletsizliklerin kol gezdiği bir dünyada barış korosu olmak, bunu  gönülden yapabilmek, sahnede tüm enerjimizi ve neşemizi, sevgili şefimiz ve müzisyenlerimizin olağanüstü çabalarıyla yansıtabilmek, en önemlisi de konuk olduğumuz kentlerin bizim gibi mübadil kökenli izleyicileriyle ve korolarıyla aynı duyguları paylaşabilmenin öyküsüdür bizim konserlerimiz.

2006'dan beri nice isimlerin emeği geçmiştir koromuzun bu günlere gelişinde. Kimi emekliye ayrılıp bu koca şehirden ayrılmıştır, kimi sağlık sorunları yaşamış, kimi de farklı yorgunluklarla uzak kalmıştır ama hepsi de en güzel anılarla, her provada, her konserde bizimledir hele bilge çınarımız Lütfü amcamız hep gücümüz olur ...

Bu kez Atina ve Girit'teki Aya Nikola konserlerimizi anlatmaya çalışacağım sözcüklerimin yettiğince. Uzun bir hazırlık süreci yaşadık ve her şey bir düş gibi başladı. 

ATİNA

1 Eylül Dünya Barış Günü'nde biz Atina'da konser verdik. Hem tarihi hem de Atina Başkonsolosluğumuz'un desteği açısından çok özel bir konser olarak belleklerimizden silinmeyecek. Sevgili solistimiz Yeliz Ayral'ın inanılmaz bir tesadüfle ilk  basamakları oluşturduğu barış günü konseri, vakıf yöneticilerimizin çabalarıyla, Paleo Faliro Belediyesi'nin desteği ve konukseverliğiyle gerçeğe dönüşüp belediyenin kültür merkezinin  sahnesine çıkarken nasıl da heyecanlıydık...

Ülkemizin içinde bulunduğu ''ohal'' Alev arkadaşımızın görevi nedeniyle izin alamaması, değerli akordiyonistimiz Dr. Erdal Oltulu'nun son anda izin alabilmesi, keman sanatçımız Dilek'imizin ufak bir kaza geçirmesi, sevgili şefimizin belfıtığı tanısıyla çektiği ağrılar, Ayhan Işık Sokak'daki Vakıf ofisimize prova için her gidişimizde ''Acaba bugün ne olay var?'' kaygıları, koro başkanımız Nevin Uzsoy arkadaşımızın son anda Erol abimizin sağlık durumu nedeniyle katılamayışı, onun sakin gücünden yoksun kalışımız ve 22 saatlik bir yolculuktan sonra tam sahneye çıkmadan,  (Görkem'in büyülü ritm sazından işyerindeki eğitim sürecinden ötürü gelememesi nedeniyle) tüm gayretiyle ve çaldığı ritm sazı, bağlaması ve klarnetiyle koromuza destek veren en genç üyemiz Ozan'ın klarnetinin kazayla kırılması ve Adem bey'in düşmesi ...  Yeter, artık dediğinizin farkındayım. 

Evet, bunlar yaşandı ama sahnede biz yine tüm neşemizi, elemimizi müziğimize ve sesimize yansıttık; tam 34 şarkı söyledik. İlk yarıda mavi , ikinci yarıda kırmızı fularlarımızla suyun iki yanını ve bayrağımızı yansıttık ve olağanüstü övgülerle yılbaşı konserlerine davet aldık. Türkiye'den ve Yunanistan'dn dostlar da konserimize geldi (Violam ailesini görmek ne güzeldi).  En unutulmayacak övgü başkonsolosumuzdandı. '' Ben karşımda amatör bir koro beklerken, çok deneyimli ve uyumlu bir koroyla karşılaştım, kutlarım''.  İstanbul'dan gelip Atina'ya yerleşmiş yaşlı müzisyen ve organizatör bey nasıl coştu her parçamızla, gözyaşlarımız birbirine karıştı, öykülerimiz gibi.

Paleo Faliro Belediyesi'nin verdiği yemekte, İstanbul'dan zorunlu göçle gelen Rum dostlar, özellikle sevgili Eli ve eşi Şefimiz Garip Meriç Mansuroğlu'na sarılıp İstanbul özlemi ve sevgisini dindirmeye çalışırken nasıl içtendi. Onlar hala ''İki Kere Yabancı''  olmayı yaşıyorlardı dilleri bir olsa da yeni ülkelerinde... 

GİRİT VE AYA NİKOLA KONSERİ VE TANAŞ ÇİMBİS

Başta da belirtmiştim, bizim için Atina ve  Aya Nikola konserleri bir düş gibiydi. Atina'da tarih, Aya Nikola'da ise sevgili Tanaş önemliydi gönlümüzde. 

Tanaş Çimbis, vakfımızın onur üyesidir, gönüllü rehberimizdir her gezimizde, Aya Nikola'da yaşar ama yüreği İstanbul'da, Yeniköy'de kalmıştır. sevgili Ayşe'mizin o yoğun duygulu yazısında betimlediği gibi 'mavi gözlerinin buğusunda memleket özlemi gizlidir'. 

Feribotta dalgaların sesinin eşliğinde gece yaptığımız provadan sonra Heraklion limanına yanaştığımızda Maria ve Tanaş tüm sevgileri ve ilgileriyle karşıladılar bizi.  Onların yürekten dostluğuyla Aya Nikola'nın o huzur veren ortamında verdiğimiz konser, rüzgarın azizliğine karşın nasıl duygu yoğunlukluydu. Tüm solistlerimiz  gönülden söylediler kendi parçalarını. Gölün üstüne kurulmuş platformda doğanın eli bir yandan, Anadolu mübadillerinin alkışları ve sevgileri öte yandan kucakladı bizi. Diğer iki koroyu dinlemek de iyi geldi ruhumuza. Ve sonra üç koro 'Tik Tak' 'Ehe Ya Panaya' ve 'Mes To Vosporu' yu hep birlikte seslendirdik. Hele kardeşlik şarkısı Mes to Vosporu'yu  kardeş karo üyelerinden Tzeni ile elele söylemek bambaşkaydı.  

Sofia Kosmooğlu arkadaşımız Yenice-i Vardar'dan uçağa atlayıp gelmişti, tatilini ayarlayıp yanımızda olmak için. Seval ablamız kamerasıyla çekimdeyken, yanındaki papaz da onun gibi kameraya çekmiş konserimizi ve 'biz kardeşiz' diye de eklemiş Esma'mızın biricik anneciğinin anılarına. Yannis arkadaşımız da hep bizimleydi sevgisi ve konukseverliğiyle. Onunla içilen 'çikudyalar' bir başka lezzetteydi doğrusu. Ve ilk kez mübadil dostlarla birlikte sahneye çıkıp ortak öykülerin coşkusunu yaşayan Fidan ve Ozan'ın yüzlerindeki gülümseme de unutulmaz.
Ve dernek başkanımız Esat  kardeşimiz 'periskop' yayınıyla çok büyük bir izleyici kitlesine ulaştı. Yazılan yorumlar, barış ve dostluk koromuzun işlevinin  ne denli güçlü bağlar kurduğunun somut kanıtı oldu.

Konser öncesi Kinosos sarayı gezisinden sonra Arhanes'de yediğimiz öğle yemeği Maria teyze'nin bahçesindeydi.  Onun  öyküsü de ayrı bir yazı ister. Dostluğun lezzetiyle sunulan yemekler unutulmaz. Girit'e kim giderse bir uğramalıdır Maria teyze'ye.  

Aya Nikola'da ikinci günümüzde Spinalonga adası'na gittik. Cüzzamlılar adası olarak da bilinen adada Türkan Saylan'ımızı andık, onun lepra  hastaları için verdiği uğraşları ve emeği düşünüp. Koro üyemiz fotoğraf sanatçımız Alberto'nun dediği gibi ''iki satlik süre hiç yetmedi'. Fotoğraflarımız adanın upuzun  tarihine kısacık bir bakış oldu. 

Akşam yine unutulmayacak bir etkinliğin izleyicileriydik . Eliondua'da halen çiftlik olarak kullanılan ve mübadele öncesi varlıklı bir Türk'e ait olan ancak bugün yıkıntı halindeki evin duvarlarına yansıyan eflatun ışığın eşliğinde 'tabakhaniotaka' şarkıları dinledik lavta ve lyrea  çalan ve söyleyen müzisyenlerin tellerinden ve seslerinden. Bir ara üç haftalık menisküs ameliyatlı dizimle kendimi  horona katılmış bulunca şaşırmadım desem yalan olur. Doktorum Yalçın bey beni o halde görse yaptığı operasyonla gurur duyardı.  Dilek'imiz yoğunluk ve yorgunlukla hastalanınca başta Tanaş, doktorlarımız Zerrin hanım, Erdal bey  ve Ayşe'miz nasıl koştular  hastaneye götürmek için. Neyse ki serumla hemen iyileşti de hepimiz rahat bir nefes aldık koro ailesi olarak.

Sonraki iki gün Resmo ve Hanya'da Osmanlı dönemi eserlerini gezmek ve Girit'in lezzetli yemeklerini sohbetlerimizle daha bir tadlandırarak geçti.  Hanya her sokağı, her evi, kalesi ve fırkasıyla yüzyılların farklı kültürlerini yansıtan bir tablo gibiydi.   
  
İki sergi gezdik Hanya'da. Fırka'daki sergi Hanya''nın farklı sanatçılarının çektiği fotoğraflardan oluşuyordu. Dört mevsimiyle, farklı ışıkları ve insanlarıyla karşımızdaydı güzel şehir.

İkinci sergi yüreklere dokundu. Yalı Camii  bir sanat merkezine dönüşmüş. Eski ibadet yerinde yüzlerce çift ayakkabı ve duvara yansıyan dalgalı denizin ortasında yanan bir mum... Tüm yitirdiklerimizin  bir gün inancımızla bize döneceğini sembolleştirmişti sanatçı Marios Spiliopoulos. Aylan'ın minicik bedeninde simge olan mülteciler usumuza geldi. Ve savaşlar  ve zorunlu göçler... 

Sevgili Tanaş ve Maria, Girit sizinle daha güzel ve daha anlamlıydı. Ümit bey, Sefer bey, Esat kardeş, Garip şefimiz hepinizin çabalarıyla bu unutulmaz konserleri ve geziyi bize yaşattığınız için çok teşekkürler. 

SUYUN İKİ YANININ DOSTLUĞU HEP BÖYLE SÜRSÜN...   


     














28 Haziran 2016 Salı

ÇAĞIN YANGINI MÜLTECİLERİ YERYÜZÜNÜN RENKLERİ İNSANLARLA YANSITAN DİNLETİ

Dün akşam çok farklı bir konser vardı İstanbul'da. IKSV 44. Müzik Festivali'nde klasik müziğin çok değerli solist, orkestra ve besteleriyle buluşmanın hazzını yaşamıştım geçen haftasonuna dek. Bu konserse, Afrika'dan, Amerika'ya,  Avrupa'dan Asya'ya bir çok müzisyeni birleştiren ve 'mülteci' deyip geçtiğimiz, milyonlarca insanın sığınmacı durumuna düşürüldüğü günümüzde, müzikle kalpten bir seslenişte bulunan bir dinletiydi.

Sahnede Suriye Ulusal Orkestrası vardı. Bu orkestranın üyeleri ülkelerindeki savaş nedeniyle 23 farklı ülkede yaşamak zorunda kalmışlar ve son altı yıldır birlikte müzik yapamamışlardı. Bir mucize gerçekleşti. Sığınmacı statüleri, vize sorunları, provaları, çalgıları hepsi aşıldı ve sanatçılar susadıkları müziklerine, dostluklarına İngiliz müzik insanı Damon Albarn'ın el vermesiyle 'Africa Express' projesi kapsamında bu yüreklere dokunan konseri gerçekleştirdiler.

Beyaz giysili koristler sesleri ve üzerlerine vuran ışıkla sanki ölümden yaşama, müzikle dönüşü gösterir gibi yorumladılar ağıtlarını. Fondaki grafikler kanayan toprakları, yıkılan kentleri, yuvaları, dinamit lokumlu sınırları, göğe uzanan çaresiz elleri, kat üzerine katlanmış çaresizce bükülmüş bedenleri, tel örgülerin üzerinde ayakta kalmaya çalışan sanatı ve  masum insanlara doğrultulan acımasız kirli ellerin nasıl silaha dönüştüğünü kırmızı ve siyah gölgelerle öylesine vurucu yansıttılar ki sanki sahnedekilerin sesleri daha bir devleşti bu tasarımların vurgusuyla.    

Yalnızca gidenlere, toprağa ağıtlar sahnede değildi, savaşa direniş yeryüzünün tüm renkleriyle yansıtıldı biz büyülenmiş izleyicilere.

Çok farklı enstrümanlarla, çok renkli giysileriyle dört kıtanın müzik insanları ne güzel bilgilendirdiler bizi müziklerinin ritminde.

Cezayirli sanatçı Rachid Taha, fikir anlamına gelen 'rai' müziğiyle 1930'lardan gelen ve insanı sömürenlere seslendi.
Californiya'lı çağdaş ozan kırılgan bedenli, kocaman yürekli genç ozan Julia Holter seslendi hepimize. 
Babaa Maal, Senegal'li balıkçı çocuktan, Paris'e burslu müzik öğrencisi olarak uzanan yaşamını sesi ve gitarının olgunluğuyla güçlendirdi barışa seslenişini.
Bassekou Kouyate, Mali'nin geleneksel çalgısı 'ngoni' ile tınılarının büyülü yolculuğuna çıkardı tüm dinlleyenleri.
Maura Mint Seymali, Moritanya topraklarından rengarenk örtüsü, giysisi ve kadınlara özgü 9 telli 'ardine' denen arpıyla gönlümüze yerleşti. Sanki 'çöl divası' diye adlandırılan bir annenin, ülkesinin ulusal marşını da bestelemiş bir babanın ve eşiyle verdiği uluslararası dinletilerin olgunluğunda değil de ilk konserine çıkan bir sanatçının taze nefesi vardı sesinde. İslam cumhuriyeti durumundaki ülkesinin  kalın duvarları, örtüsünü çekiştirip, kapatmaya uğraşan müzikli parmaklarını acıtıyormuş gibiydi .  

Ve 'rap' müziğinin temsilcileri, karşı çıkışlarını, direnişlerini bizim temsilcimiz Ceza'yla birlikte müthiş bir uyumla duyurdular.

Biz dinleyiciler Arapça'nın farklı melodisini çağın yangınında dinlerken çok içten duyumsadık. Sabah haberlerinde gencecik bir Alevi kızın yirmi yaşında kanserden yitirdiği yaşamını yakınlarına 'sala' vererek duyurmak isteyen ailesine 'cemevi' denmesinin yasaklandığını ve bu yüzden son görevlerini yapmak isteyenlerin birkaç cemevini dolaşıp sonunda cenazeyi bulabildiklerini okuduktan sonra bunca farklı kültürün renklerinin buluşması çok daha anlamlı geldi bana...

Emeği geçen tüm sanatçılar, tüm vakıflar, tüm insanlar insanca değerlerin, sanatın ve doğanın korunduğu bir dünyada yaşasınlar dileğiyle yaşamaya devam.



       

    
       

10 Nisan 2016 Pazar

KARTALLAR ÜLKESİ ARNAVUTLUK'DAN GELİYORUM GÜMÜŞ VE BEYAZ KENTLERİN ANILARIYLA


Sararmış bir zarftan yıllar sonra çıkan  bir mektupla öykülenen bir geziye hiç katıldınız mı?  Arnavutluk  kapıları  Yanya'ya gelin giden bir genç kadının tüm yaşamı boyunca göremediği kardeşinin yazdığı mektup aracılığıyla açıldı bizim için. Ve kalıpyargıların değişmesini de sağladı. Geçmişi, bugünü ve geleceğin imgelerini hep birlikte izledik.

Lozan Mübadilleri Vakfı'nın yıllardır düzenlediği atavatan gezileriyle geçmiş öykülerine kavuşan yüzlerce yeni kuşak mübadillere, sevgili arkadaşlarım Şule ve Lale kardeşler de katıldı İşkodra'da. Mektup, babaannelerine yollanmıştı ve yıllar sonra Tanaş arkadaşımızın yardımıyla aile üyelerinin İşkodra'da kalan parçalarıyla bütünleşti iki kardeş. Öykülerini tüm anları ve duygularıyla en kısa zamanda okumak dileğiyle ben Arnavutluk'un yeni  yüzünü anlatmaya çalışacağım. 

Kartallar ülkesi anlamına gelen 'Shqiperia' ya da yaygın kullanımıyla 'Albanya' çok kimlik değiştirmiş ve kültürlenmiş, 1967'de, Enver Hoca tarafından  Ateist bir devlet olarak resmen tanımlanan ve işgal korkusuyla tüm yolboyu 200-300 metrede bir gözünüze takılan beton papatyaların/bunkerların/koruganların ülkesi Arnavutluk bugün hızla kapitalist sistemin içinde yer alıyor. Ve çeyrek asra yakın dinsiz olan devlet bugün laikliğiyle gurur duyuyor. En güzeli de farklı inanç sahipleri ya da inançsızları aynı mezarlıkta sonsuz uykularını uyuyorlar.Nüfus olarak üç milyon gibi bize göre çok küçük bir ülke ama etki alanları genişlemekte.       

30 Mart öğleden sonrası 14 kişilik grubumuz ve iki kaptanımızla başladık gezimize. Keşan, Yeni muhacir beldesinde yenen lezzetli köfteler ve peynir tatlısından sonra bol uykulu bir gece  yolculuğunun ardından Yanya güneşinde açtık gözlerimizi. Her zaman kaldığımız otelde kahvaltı edip, Girit'den gelip bizi bekleyen  Vakıf gönüllümüz Tanaş'ı alıp aynı Kapadokya gibi 'güzel atlar diyarı' anlamına gelen Konitça/ Koniça'ya gittik. UNESCO'nun koruması altındaki yemyeşil vadide 1536'da Sultan Süleyman'ın yaptırdığı küçük bir cami ve yanında türbesi de var. Köprü ve ırmağı da fotoğraflayıp yıllarca okul olarak kullanılan bugün bir konferans ve sergi salonu olan yapıyı da gördükten sonra Arnavutluk'a giriş yaptık. Gümrük memuresinden aldığımız bilgiyle Dervişcan'ın yerinde bol kekikli et, organik otlar ve İtalyan komşuların tatlısı panacottayı yedik. Bu gezideki mide bayramları nasıl başladıysa öyle gitti. Aslında gurme kimliğini korumak için tüm grup elimizden geleni yaptık doğrusu. 



Belleğimde eski taş evleri ve Arnavut kaldırımlarıyla, Drino Vadisi'ne bakan karlı dağlarıyla bir masal şehir olarak kalacak olan Gjirokastra ya da Ergiri'ye ulaştık.  Kentin adını taşıyan otelimiz eski bir Osmanlı Konağı'nın avlusuna sıra sıra dizilmiş odalar biçimindeydi. Otel işletmecisi Kazım, annesi ve kardeşiyle güleryüzle karşıladılar  bizi. Gümüş renkli şehirde yaptığımız yürüyüş bizi bugün müze olan Enver Hoca'nın doğduğu, annesinin evine ve Etnoğrafya Müzesine götürdü, İsmail Kadere Caddesi'nden geçerek. 

Etnoğrafya Müzesi'ndeki geçmiş yüzyıllara dayanan  döşeme şekli  ve babaannemin Rumeli'den getirdiği kırmızı yün dokumaları (Valesa) ve büyük kumaş ve kürk kaplı sandıklar çocukluğuma döndürdü beni. 
Çarşı sanki yüzyıl öncesinde kalmış gibiydi, dinginliğiyle, sessizliğiyle. Yemeğimizi taş oymacısı ustanın işliğinin hemen üstündeki  Odacı'da çıtır çıtır yanan odun sobasıyla sıcacık bir ortamda yedik.  

Ertesi sabah Balkanların en büyüklerinden olan ve ilk izleri İsa'dan önce 4. yüzyıla dayanan ve 13.-15 yüzyıllar da genişleyen kalenin son genişlemesi Tepelenli Ali Paşa zamanında olmuş. Öyle ki Ali Paşa Kale'nin eteklerinden başlayıp oniki kilometreye ulaşan bir su kemeri  de yaptırmış. Ünlü İngiliz ressamEdward Lear, bu kemeri bölgeye yaptığı gezide resimlemiş. Ancak 1932'de şehir konseyi güzelim yapıtı yıkarak taşlarını farklı yerlerde kullanmış. O yıllarda yok edici olan yetkililer bugün bu dev kalenin tüm galerilerini güneş enerjisiyle aydınlatarak farklı bir boyuta ulaşmışlar ve çevre koruma ödülü almışlar. Çevreden söz ederken; bu  güzel şehir yüzyıllarca canlı bir ticaret merkezi olmuş Osmanlı döneminde. Enver Hoca da doğduğu şehre endrüstri yatırımı yapmış. Ancak 1990'dan sonra rejim değişince Gjirokastra tam bir gerileme dönemine girmiş. 2005'de UNESCO tarafından Dünya Kültür Mirası kapsamına alınınca şehir yeniden tarih ve kültür turizmiyle canlanmaya başlamış. Umarız bu koruma bilinci hep böyle sürer. 

Kalede Bektaşi türbelerinden tutun da  Birinci ve İkinci Dünya Savaşları'ndan kalan Amerikan Casus uçağına dek çok farklı dokulara rastlamak ilginçti. Doğduğum şehir Tire'de türbesi olan ve adını taşıyan köyün tepesindeki özgün lokantasıyla geniş kitlelere ulaşan,  böylelikle adı hep söylenen Kaplan Baba'nın Ergiri'deki gömütünde de kendimizce dua etmek hoştu. 1968'den beri savaş anılarıyla değil ülkenin en büyük halk oyunları festivaline evsahipliğiyle çok farklı bir konumda kale.

Arnavutça 'paleminderi' diyerek konuksever otel sahibi Kazım'a ve yediğim en lezzetli pişilerden ve ayva reçellerinden birini yapan annesine teşekkür edip düştük yola.

İlk durağımız Tepelene. Tepedelenli Ali Paşa'nın ikinci yuvasıymış. Şehrin merkezinde  dev bir heykeli var Paşa'nın. Kısa bir dinlenme ve fotoğraf molasından sonra  ülkenin güneyinden biraz daha ortadaki ikinci müze kent Berat'a geliyoruz.  

Berat, Osumi  Nehri'nin üstündeki Gorica Köprüsü'yle karşılıyor bizi.  2008'de UNESCO tarafından belli mahallleleri koruma altına alınmış. Görür görmez Safranbolu'ya benzetiyoruz. Osmanlı döneminden kalma evleri pencere üstüne pencereleriyle 'Beyaz Şehir'  ya da 'Binbir Pencereli Kent' olarak da biliniyor. 

Halveti Tekkesi Barok stilinden uyarlanmış kalem işleri ve 
14 ayar  altın kaplamalı tavanıyla Ahmet Kurt Paşa tarafından 18. yüzyılda yenilenmiş. Kırmızı çarpıcı bir tonda kullanılnış. Belki de 16. yüzyılda kendi bulduğu pembe/kırmızı tonunu tüm dünyaya tanıtan ressam Onufri'nin etkisidir.  Aynı avluda Sultan Cami de bulunuyor. Tekkenin yakınında  Sabatay Levi'nin mezarı olduğu da söyleniyor. 

Kaleye çıkamasak da içindeki II. Bayazıd zamanında yapılan caminin bugüne kalan yıkık minaresini fotoğraflıyoruz uzaktan. Şehrin girişinde Bekarlar Camii de var. Adını şehri koruyan bekar erkeklerden alıyor. Avlonyalı İbrahim Paşa Camii olarak da adlandırılıyor. Kurşunlu Cami  bugün de şehir merkezinde yer alıyor. Berat'ın en önemli kültür miraslarından biri de Onurfi Ulusal Müzesi. Bölgenin en önemli ikonografi koleksiyonunu koruyor. 

Tipik bir aile lokantasında lezzetli köfte ve etlerimizi yedikten sonra ve bu müze kente hiç yakışmayan 'Beyaz Saray' kopyası üniversite yapısını görüp Durres ya da Dıraç' a doğru yola koyuluyoruz. 

Arnavutluğun Adriyatik kıyısındaki, Italya'ya çok yakın bu ikinci büyük şehrinde en güzel görüntü sahil boyu. Diğer yönleriyle günümüz Türkiyesi. Betonlaşmayı ve estetikten uzak tabelaları, ışıkları, yapıları görünce, ''Buraya da TOKİ uğramış.'' dedik  hepimiz. Caddeler geniş yapılmış, bizdekilerden farklı olarak. Recep Tayyip Erdoğan Pizzacısı, Klaşnikov ve Wall Street barları da unutulmamalı..!  

Artık başkentteyiz. Akşam renklerinde otelimize ulaşıyoruz. Enver Hoca zamanında yapılan yapay göle yakın Dınasti Otel'de kalıyoruz. Otel müdürü Ali Bey emekli subay olduğunu ve kurmaylık eğitimini Türkiye'de KKK'nda aldığını söylüyor,çok düzgün Türkçesiyle. Onun önerdiği Jubennilya Castle restoran, kulesinden saç örgüsü şeklinde sarkıtılmış halatıyla Rapunzel masalına ışınlıyor bizi  çocukluk gülümsemelerimizle.Nefis yemekler, peynirler, kaliteli şaraplar ve Triliçe tatlısının en leziz örneklerinden birinin sunumuyla keyfimiz artıyor.       

Kapitalizmin en dinamik/t şehirlerinden biri olmuş Tiran. Her yerde yapılaşma sürüyor.  Sabah ilk durağımız olan kentin merkezindeki meydan ulusal kahramanları Gjergi K. Skanderberg'in adını taşıyor. Eski rejimin karargahı şimdi kültür merkezi. Ön cephesi bize 1946 sonrasını anımsatıyor. Bir yanda Opera Binası, karşısında kalem işleri, revakları ve saat kulesiyle Osmanlı sanatının zarif bir örneği Ethem Bey Camii, caminin önünde hediyelik eşya satmaya uğraşan savaş göçünün çocukları ve diğer yanda merkez bankası binası. Tam anlamıyla çağımızın kaosu görselleşmiş burada. İki günün dinginliğinden sonra bu karmaşa çok fazla geliyor bize. 

Sırada dünya Bektaşiliğinin merkezini ziyaret var. Orada huzur ve sessizlik vardır diye düşünerek rahatlıyorum da inşaat gürültüsüyle karşılaşınca alt üst oluyorum. Merkez Eylül 2015'de açılmış. Ancak bahçe düzenlemeleri hala sürüyor.

Türkiye'de üniversite öğrenimini bitiren Hüseyin Süleymani rehberimiz Arnavutluk'da Bektaşiliğin tarihini anlatıyor. 1925 sonrası Salih Niyazi Dede Türkiye'den Tiran'a taşıyor dergahı. Mücellitler kolu (hiç evlenmeyenler) burada devam ediyor. İran ve ABD'den çok  destek aldıklarını öğreniyoruz. Varaklı koltuklar, gösterişli bir yapı şaşırtıyor beni; Hacıbektaş'da duyumsadığım huzuru burada duyamıyorum. Ancak geçmişten bugüne dek sakladıklarını sergiledikleri salonda dinlediklerim ve gördüklerim olumsuz düşüncelerimi uzaklaştırıyor.  Asıl önemli olan kimseyi yargılamadan görebilmek ve hissedebilmek. 

Galatasaray Spor  Klubü'nün kurucusu Ali Sami Yen'in ailesi de çok önemli bir yere sahip Arnavutluk'da Fraşerler olarak. Bu konudaki incelemeleri de Esat arkadaşımız yazacak bizlere.

Bahçede yer alan Hacı Bektaş heykelinin önünde fotoğraf çekip İşkodra yoluna çıkıyoruz. 

İşkodra yüzyıllarca Osmanlı kimliğini korumuş bir kent.. İlk fotoğrafı Şule, Lale ve onları karşılayan kuzenleriyle çekiyorum otobüsten iner inmez. Ne güzel bir ailenin üyelerinin yıllar sonra ilk kez bir araya gelmesi. İşkodra Venedik tarzı evleriyle, eski çarşısıyla da ünlü. Rozafa Kalesi, Drin nehrine bakan tepede tüm görkemiyle ve söylencesiyle en büyük çekim merkezi. Kalenin eteğinde yer alan Kurşunlu  ya da Buşatlı Mehmet Paşa Camii 18. yüzyıldan kalan  tek tarihi cami. Kaleyi gezdikten sonra o güzelim manzarada oturup sosyoloji çalışmak da iyiydi benim için.

Akşama doğru Şule ve Lale'yle buluşup yola çıktık. İkisi de çok duygulanmış ve sıcacık anılarla dolu nemli gözlerle geldiler  yanımıza.  Otel sahibi bizi kendi seçimi mönüyle ve kavındaki şaraplarla ağırladı restoranında. Arnavut müziğinden örnekler beklerken Tanju Okan, Ayla Dikmen ve Ajda Pekkan'ı dinledik. Gelincik çiçeğinin yeşil halinde yapılan mücverimsi köftesini yedik.Şulelerin akrabalarının  hazırladıkları tatlılar ve sohbetimizin tadıyla yemeğimiz de daha bir tatlandı.  

Arnavutluk gezimizin son günü Elbasan'dayız.  Annemin yoğurtlu yumurtalı karışımla hazırladığı nefis Elbasan Tavası'nı Elbasan'da yemek için zamanımız yoktu. Şehrin merkezindeki surları, burçları ve arkeolojik alanı ve geniş ana caddesiyle sevdim Elbasan'ı. Ah, bir de kahve içerken yanımızdan ayrılmayıp sürekli para isteyen o uzak ve acılı  topraklardan gelen çocukların  zamansız büyümüş gözleri yüreklerimizi yakmasa dünya güzel diyebilirdik... 

Arnavutluk çok iz bıraktı bende. Farklı kültürleri, kimliklerin harmanı, dinginliği, enerjisi, gümüş rengi kaldırımları, taş çatıları, kırmızısı, ırmakları, çocukları, yaşlıları, özgüvenli kadınlarıyla özel bir ülke. Umarım, gereksiz dış yardımımsı müdahelelerle yüzyıllar sonra buldukları yaşam birliğini yitirmezler.

Kristalopigi sınır kapısından Makedonya'ya giriş yapıyor Ohrid Gölü kıyısında mola veriyoruz öğleden sonra. İkinci gelişim  Ohri'ye. 200 den fazla endemik türü barındıran bu derin göl 1979'da  UNESCO tarafından korunmaya alınmış. Ancak çevresindeki yoğun nüfus ve turizm gölün geleceği açısından pek de umut vermiyor. 

Eski çarşı, Safranbolu tarzı evler, park ve güneşli bir Nisan gününün kalabalığında yediğimiz yemek ve dondurma içimizi açtı doğrusu. 

Şimdi yine sınırdayız. Bu kez  Yunanistan'a giriş.Sabah kahvaltısı Arnavutluk'da, öğle yemeği Makedonya'da ve akşam yemeği Yunanistan'da bugün.  

Gianitsa'da dostlar karşılıyor; Muratis, Sophia, Eleni, Petros da katılıyorlar akşam yemeğimize. Kasım ayında verdiğimiz konseri, neşemizi anımsıyorum. 

Rahat bir uykudan sonra bu güzel gezinin en anlamlı durağı ata şehrim Karaferye'deyiz. Harula, Yorgo, Marinazlı yanımızdalar. Çermen Mahallesinde Medrese Camisini geziyoruz, Barbuta Mahallesindeki Ulusal Arşiv'de bilgileniyoruz. Tepedeki cafede babacığımın çok sevdiği revaniyi çabucak bitiriyorum. Sonra da hani paylaşacaktık diye hayıflanıyorum. 

Bir gün Tire ve Karaferye'yi karşılaştıran bir kitap yazma umudundayım. O denli çok benzerlık buluyorum ki her gidişimde. Çocukluğumun hısım akraba yüzlerini de eklemeliyim mutlaka. Renkler çok hızla yok ediliyor çünkü. 

Gece yarısı eve ulaştığımda her gezinin bir anlamda yeniden doğuş olduğunu, belleğime eklenen her yeni bilgiyle, çektiğim her fotoğrafla, tanıdığım her yeni yüzle adeta bir ağaçmışcasına yeni dallara kavuştuğumu duyumsuyorum.

Sözün özü: Toplam 16 kişi çıktık yola, hoşgörü ve güler yüzle gittik, döndük. Biz bu rotada ilk olduk Vakıf ve Derneğimiz için. Çok yolcusu ve hep güzel anıları olsun tüm gezilerimizin, sağlık, sevgi ve dostlukla.