Sanat ve haber gündemiyle dopdolu bir hafta daha geçti. İnsan ruhunun aydınlandığı ve karardığı bir hafta daha da diyebilirim aslında. Müzik, resim,dostluk ve gündem haberleri, aynen İstanbul'un baharı gibi kah güneşli, kah bulutlu hatta şu an olduğu gibi yağmurlu günler...
Pazartesi akşamı 'Moskova Virtüözleri ve Vladamir Spivakov'u izledim İş Sanat'da. Ustalık ve müziğin büyülü tınıları aydınlattı ruhumu. IKSV Müzik Festivali'nde de dinlemiş ve unutamamıştım. Yine arınmış çıktım konserlerinden.
Salı günü bir dostluk yemeği yedim 'Rembrand ve Çağdaşları' sergisinden sonra. Sergiyi de İzmir'den çok eski arkadaşlarımla gezdim. Hollanda'nın en parlak döneminin izlerini taşıyan sergide karakalemler de çok hoştu. Ve biliyor musunuz,o dönem tablolarında aile içindeki uyumu yansıtmak amacıyla müzik aletleri çalan aile bireyleri motifi çok sık kullanılıyormuş. Ne güzel bir yansıtma. Ben de ne zaman senfonik ya da çok sesli bir müzik dinlesem aynı şeyi duyumsarım. Bir şef yönetiminde çıkan uyumlu sesler. Her bir müzisyen nerede neyi nasıl çalacağını gayet iyi bilir. Ah, bu uyum demokrasinin temeli gibidir aslında. Farklı sesler barış içindedir çok sesli müzikte.
Ertesi gün bir müzik büyücüsüyle birlikteydim.Doğuştan geniş oktavlı sesini çok çalışarak ve paylaşarak kendine özgü müziğini yaratan bir A Capella virtüözünü, Bobby Mc Ferrin'i dinledim ikinci kez. Nasıl etkiledi tamamen dolu salonu, anlatmak zor. Fazladan bir tek sözcük kullanmadan büyüledi tüm izleyicilerini. Hele amatör seyircilerle sahneyi paylaşması ve onlara o kısacık dakikalarda el verip desteklemesi, uğurlaması alçakgönüllülüğünün de dışa vurumuydu bence.
Evet, tüm bunlar 'ruhumdaki gökkuşaklarıydı'. Bu tanımlamayı bugün 'Medya Mahallesi'nin konuğu olan Rıfat Ilgaz'ın torunu Elif Ilgaz'dan duydum ve çok sevdim. Elif Ilgaz tutuklu gazetecileri izliyor sürekli olarak. Cesur ve ne dediğini bilen bir genç insan. Şöyleydi tam olarak sözleri.''Gözde yaş olmadan, ruhta gökkuşağı olmaz.''
Aslında gündemi izliyorsanız, gözleriniz sürekLi yaşlıdır haberleri ve yorumları izledikçe ve okudukça. Haberler derken pek çok televizyon kanalındaki o sansasyonel yayınlardan söz etmiyorum. Satır aralarını okuyabilen ve anlatabilen yayınlardan bahsediyorum. Çünkü artık farklı bir Türkiye'deyiz. Yaşananlar akıl dışı. 'Bu da olur mu?' demeden tek bir gün geçmiyor. Ve belki de o yüzden yılların deneyimli gazetecileri konuşurken sözcüklerini seçmekte zorlanıyorlar, yapılan uygulamalardan söz ederken sesleri boğuklaşıyor ve siz de okurken izlerken aynını yaşıyorsunuz...
Yine de çok sevdiğim, ölümsüz yazarlarımızdan biri olan 'Rıfat Ilgaz'ın kİtaplarını imzalarken sürekli olarak yazdığı tümceyle bitirelim bu satır aralarında çok şey bulacağınızı umduğum yazıyı: ''Güneşli günler görmek dileğiyle...''
Medya
30 Mart 2012 Cuma
26 Mart 2012 Pazartesi
BİR AKORDİYON SESİ GELİR KULAĞINIZA
Bir ses ansızın kulağınıza gelir ve çocukluğunuza götürür sizi. Sokağımdan geçen akordiyoncu bana çocukluk günlerimi anımsattı sanki... Tire'm, doğduğum,büyüdüğüm o küçük şehir, yeşil Tire hem suyu özlediğim hem de dağlarına bakmaya doyamadığım şehir. Hala ne zaman gitsem kendimi güvende hissettiğim yer. Belki de bir masal gibi gelir anlatınca Tire'de geçen çocukluk yıllarım.
Çocukluk denince oyunlar gelir ilk usumuza. Aslında ben hiç sokakta oynayamadım. Evimiz Tire'nin ana caddesindeydi. 'Atatürk Caddesi' O zamanlar sevgi ve saygıdan konurdu Ata'nın adı tüm ana caddelere.Kurtuluş Anıtı'ndan başlar,tüm çarşıyı katederdi.Eh, ben de ilk çocuk,korumalı çocuk olarak hiç sokağa çıkarılmazdım. Şimdi, sokaklarda yürümeye doyamamam o günlerde duyduğum özlemdendir belki de.
Benim oyun arkadaşlarım, oyunlarım farklıydı o yüzden.Babaannem ve dedem kendilerinden önceki mübadillerden Tire'nin konumuyla Karaferye'ye çok benzediğini duyunca oraya yerleşme kararı almışlar. Ve bıraktıklarına karşılık Tire'de 'Büyük Han' verilmiş kendilerine. Ben doğduğumda hanın önünde bir de 'Güven Oteli' eklenmişti iş yaşamlarına.
Evimiz otelin altındaydı. Üç kapılı evimiz... Giriş kapısına ek olarak, üst katta yalnızca babamın kullandığı otele açılan bir kapı ki şimdi bile düşününce babamın anahtarıyla kapıyı açıp eve girişi hem gülümserim, hem de gözlerim yaşarır, özlemle.Bir de mutfaktan hana açılan bir kapı vardı. İşte o kapı benim oyunlarımın dünyasına açılırdı.
Kemerli sütunlarıyla alt ve üst avlularıyla tipik bir kervansaray.Ama ıssız değildi o koca han. Avlulara açılan odalarda oturan aileler vardı. bir de Tire'nin ünlü urganını işleyenler.
Benim belleğimde iz bırakan dört arkadaşım ve bir de kedi vardı, mutfaktan açılan dünyamda: Giritli nine,kızı Zehra nine, urgancı Abdurrahman dede ve oğlu Nazmi amca. İki odada yaşardı Giritli nineyle kızı. Giritli ninenin o çukura kaçmış mavi gözlerini dün gibİ anımsarım. Yatalaktı ama nasıl temiz, nasıl görgülü bir hanımdı o bembeyaz başörtüsüyle. Zehra nine evin her işini görür, hiç durmazdı. Kedileri Mestan arada yaramazlık yapar, okso diye odalarından avluya atarlardı. Ben de gidip o bembeyaz örtülü sedirlerinde oturup onlarla sohbet etmeyi çok severdim.
Abdurrahman dedenin de yeri ayrıydı. Çünkü o bana kemerlerin altında salıncak kurar, ben de bir yandan sallanırken, öte yandan onların baba oğul bir ileri bir geri yürüyerek urgan işlemelerini izlerdim. Akşama doğru tezgahlarını kapatırlar, evlerinin yolunu tutarlardı. Dört arkadaşım da öylesine dingin ve iyiydiler ki ben dünyada kötü insanların olabileceğini hiç düşünemezdim onların yanındayken.
Bircik kızkardeşim o sıralar bir iki yaşlarındaydı. Benim tek yaşıtım Şenay arkadaşım, karşımızda otururdu. Onunla paylaştığımız anılar bambaşkaydı. Sokak kapısından çıkınca Şenay'la buluşur,fotoğrafçı Cafer amcamızın dükkanına giderdik. Sanatçı ruhu vardı Cafer amca'da.Çok güzel portreler ve Tire fotoğrafları çekerdi.Şenay ve ben vitrinin önünde bebeklerimizi kucağımıza alıp oturur, konuşur,gelip geçeni izlerdik. Cafer amca'nın keyfi yerindeyse bir de akordiyon ziyafeti çekerdi bize.Daha sonra büyük oğlu Aydın ağabey çalmaya başladı o bize gizemli gelen bordo sedefli akordiyonu.
Yıllar sonra ilk amatör ruhlu fotoğraf sergimi açtığımda Cafer amcayı ve eşi sevgili komşumuz Türkan abla'nın evinde bakmaya doyamadığımız fotoğraf albümlerinin bende bıraktığı ize değinmeden edememiştim.
Komşuluk ve komşularımız çok değerliydi bizler için. Anneciğimle akşamları komşularımızda toplanır ve radyo tiyatrosu dinlerdik. Devlet Tiyatrosu sanatçılarının sesinden öğrendik biz duru sesli Türkçe'yi, hatasız ve her türlü duyguyu barındırırcasına.
O büyülü çocuk dünyam tam ilkokula başladığımız yıl,sevgili arkadaşım Şenay'ın, ailesiyle uzak bir eve taşınmalarıyla eski anlamını yitirdi. Her sabah elele okula gittiğim arkadaşım kopuverdi masal gibi dünyamızdan.Akordiyon sesi de buğulandı o günden sonra ve galiba ben büyüdüm...
Teşekkürler gezgin akordiyoncu bana o masal dünyamı, sevgili ilk arkadaşlarımı ve komşularımı anımsattığın için.
Çocukluk denince oyunlar gelir ilk usumuza. Aslında ben hiç sokakta oynayamadım. Evimiz Tire'nin ana caddesindeydi. 'Atatürk Caddesi' O zamanlar sevgi ve saygıdan konurdu Ata'nın adı tüm ana caddelere.Kurtuluş Anıtı'ndan başlar,tüm çarşıyı katederdi.Eh, ben de ilk çocuk,korumalı çocuk olarak hiç sokağa çıkarılmazdım. Şimdi, sokaklarda yürümeye doyamamam o günlerde duyduğum özlemdendir belki de.
Benim oyun arkadaşlarım, oyunlarım farklıydı o yüzden.Babaannem ve dedem kendilerinden önceki mübadillerden Tire'nin konumuyla Karaferye'ye çok benzediğini duyunca oraya yerleşme kararı almışlar. Ve bıraktıklarına karşılık Tire'de 'Büyük Han' verilmiş kendilerine. Ben doğduğumda hanın önünde bir de 'Güven Oteli' eklenmişti iş yaşamlarına.
Evimiz otelin altındaydı. Üç kapılı evimiz... Giriş kapısına ek olarak, üst katta yalnızca babamın kullandığı otele açılan bir kapı ki şimdi bile düşününce babamın anahtarıyla kapıyı açıp eve girişi hem gülümserim, hem de gözlerim yaşarır, özlemle.Bir de mutfaktan hana açılan bir kapı vardı. İşte o kapı benim oyunlarımın dünyasına açılırdı.
Kemerli sütunlarıyla alt ve üst avlularıyla tipik bir kervansaray.Ama ıssız değildi o koca han. Avlulara açılan odalarda oturan aileler vardı. bir de Tire'nin ünlü urganını işleyenler.
Benim belleğimde iz bırakan dört arkadaşım ve bir de kedi vardı, mutfaktan açılan dünyamda: Giritli nine,kızı Zehra nine, urgancı Abdurrahman dede ve oğlu Nazmi amca. İki odada yaşardı Giritli nineyle kızı. Giritli ninenin o çukura kaçmış mavi gözlerini dün gibİ anımsarım. Yatalaktı ama nasıl temiz, nasıl görgülü bir hanımdı o bembeyaz başörtüsüyle. Zehra nine evin her işini görür, hiç durmazdı. Kedileri Mestan arada yaramazlık yapar, okso diye odalarından avluya atarlardı. Ben de gidip o bembeyaz örtülü sedirlerinde oturup onlarla sohbet etmeyi çok severdim.
Abdurrahman dedenin de yeri ayrıydı. Çünkü o bana kemerlerin altında salıncak kurar, ben de bir yandan sallanırken, öte yandan onların baba oğul bir ileri bir geri yürüyerek urgan işlemelerini izlerdim. Akşama doğru tezgahlarını kapatırlar, evlerinin yolunu tutarlardı. Dört arkadaşım da öylesine dingin ve iyiydiler ki ben dünyada kötü insanların olabileceğini hiç düşünemezdim onların yanındayken.
Bircik kızkardeşim o sıralar bir iki yaşlarındaydı. Benim tek yaşıtım Şenay arkadaşım, karşımızda otururdu. Onunla paylaştığımız anılar bambaşkaydı. Sokak kapısından çıkınca Şenay'la buluşur,fotoğrafçı Cafer amcamızın dükkanına giderdik. Sanatçı ruhu vardı Cafer amca'da.Çok güzel portreler ve Tire fotoğrafları çekerdi.Şenay ve ben vitrinin önünde bebeklerimizi kucağımıza alıp oturur, konuşur,gelip geçeni izlerdik. Cafer amca'nın keyfi yerindeyse bir de akordiyon ziyafeti çekerdi bize.Daha sonra büyük oğlu Aydın ağabey çalmaya başladı o bize gizemli gelen bordo sedefli akordiyonu.
Yıllar sonra ilk amatör ruhlu fotoğraf sergimi açtığımda Cafer amcayı ve eşi sevgili komşumuz Türkan abla'nın evinde bakmaya doyamadığımız fotoğraf albümlerinin bende bıraktığı ize değinmeden edememiştim.
Komşuluk ve komşularımız çok değerliydi bizler için. Anneciğimle akşamları komşularımızda toplanır ve radyo tiyatrosu dinlerdik. Devlet Tiyatrosu sanatçılarının sesinden öğrendik biz duru sesli Türkçe'yi, hatasız ve her türlü duyguyu barındırırcasına.
O büyülü çocuk dünyam tam ilkokula başladığımız yıl,sevgili arkadaşım Şenay'ın, ailesiyle uzak bir eve taşınmalarıyla eski anlamını yitirdi. Her sabah elele okula gittiğim arkadaşım kopuverdi masal gibi dünyamızdan.Akordiyon sesi de buğulandı o günden sonra ve galiba ben büyüdüm...
Teşekkürler gezgin akordiyoncu bana o masal dünyamı, sevgili ilk arkadaşlarımı ve komşularımı anımsattığın için.
23 Mart 2012 Cuma
İÇİMİZDEKİ GEZGİN
Bahar güneşi içimizi ısıtmaya başladı ya artık gezme zamanı gelmiştir hepimiz için. Gezme deyince yalnızca uzun ve uzak geziler değil, kapalı mekanlardan çıkmak, yürümek ve güneşi görmek de yetiyor çoğunlukla. Önemli olan sağlıklı olup yaşamı duyumsamak.
İki üç gün önce, bir konser çıkışı eve dönerken bir taksi durdu yanımda. Genç bir çift sırtlarındaki kocaman sırt çantalarını, rulo halindeki matlarını yüklediler bagaja. Kim bilir nereyeydi yolculukları. Giysileriyle de tam bir gezgin görünümündeydiler. Bir arkadaşları uğurladı onları. İngilizce konuşuyorlardı. O an onların yerinde olmayı istedim, bilmediğim diyarlara upuzun ve beni tam anlamıyla yenileyecek bir yolculuğa çıkmayı.
Günümüzde iletişim olanakları internet sayesinde öylesine değişti ki artık birbirini tanımayan bir çok insan belirli sitelere üye olarak farklı ülkelerde birbirlerinin evinde konaklayabiliyorlar. Örneğin 'coach surfers' bu sitelerin en yaygınlarından biri.
Dört beş yıl önce biz de kızımla Amerika'lı bir çifti ağırlamıştık. İkisi de işlerine bir yıl ara vermişler ve dünyayı dolaşmaya karar vermişlerdi. Kızım ateşlenmişti tam bize gelecekleri gün. O yüzden ders çıkışı Taksim'e gitmiş kararlaştırdığımız yerden alıp eve getirmiştim. Hala facebook arkadaşım onlar. Evlerine,işlerine döneli çok oldu. hatta artık bir bebekleri bile var.
Bu arada Interrail'in de hakkını vermek gerek daha ucuz ve pratik geziler için. Oğlum üniversite ikiden üçe geçtiği yaz ilkokul sıralarından beri çok iyi anlaştığı bir arkadaşıyla tam 11 ülkeyi dolaşmıştı Interrail sayesinde. Unutulmaz anılar ve arkadaşlıklarla dönmüşlerdi bir aylık gezilerinden.
Turlar da gelişti artık Türkiye'de. Aslında benim tur anılarım ki tanınmış onaylanmış firmaları seçmemize karşın, Mısır'da Nil nehrinde gemi bulamayıp, otobüste tüm geceyi otobüste geçirmek, Üsküp'de otel yangını yaşamak ve dumandan zehirlenmek üzereyken kurtulmak gibi bir takım 'unutulmaz' olaylarla doluysa da yine de kısa zamanda çok yer görmek açısından önerilebilir bir yöntem.
Düşününce, göçebe kökenli bir toplum olsak da bunu ruhlarımızın gezginliğinde değil, yap-yık- değiştir- aman sakın koruma diye formüle etmişiz sanki. Halbuki toplumsal belleğimiz, olanı iyi korumakta ve nitelikli olanı seçmede birleşse ne denli değişir kültürümüz ve bakışımız.
İstanbul'da doğmuş büyümüş ancak bu güzel şehri benim kadar tanımamış ya da tanımaya hiç uğraşmamış o kadar çok arkadaşım var ki inanamazsınız. Galatasaray Üniversitesinde çalışırken Festravel tarafından düzenlenen günlük gezilere katılırdım hafta sonları. Ne çok yer gördüm, ne ilginç bilgiler edindim gerçekten usta rehberleriyle. O nedenle isteyen gider ve görür diyorum her zaman. AVMler günden güne artarken ve hafta sonları çılgın kalabalıklarıyla nefes alınamazken güzelim mekanların tarihlerinin, kültürlerinin içindeki ıssızlığı ürkütüyor beni geleceğe bakış açısından.
Neyse, bu güzel ve güneşli günde ben sabırsızlıkla 31. IKSV Uluslararası Film Festivaliyle çıkacağım dünya film festivallerinden gezimi bekliyorum. Bazı günler üç ayrı ülkeyi birden tanıyorum yönetmeninin gözünden. Her bir filmi okumaya çalışmak tüm karamsar gündemden uzaklaştırıp yeni pencereler açıyor içimde.
Yeter ki görmeyi bilelim ve içimizdeki gezgini hiç yitirmeyelim...
İki üç gün önce, bir konser çıkışı eve dönerken bir taksi durdu yanımda. Genç bir çift sırtlarındaki kocaman sırt çantalarını, rulo halindeki matlarını yüklediler bagaja. Kim bilir nereyeydi yolculukları. Giysileriyle de tam bir gezgin görünümündeydiler. Bir arkadaşları uğurladı onları. İngilizce konuşuyorlardı. O an onların yerinde olmayı istedim, bilmediğim diyarlara upuzun ve beni tam anlamıyla yenileyecek bir yolculuğa çıkmayı.
Günümüzde iletişim olanakları internet sayesinde öylesine değişti ki artık birbirini tanımayan bir çok insan belirli sitelere üye olarak farklı ülkelerde birbirlerinin evinde konaklayabiliyorlar. Örneğin 'coach surfers' bu sitelerin en yaygınlarından biri.
Dört beş yıl önce biz de kızımla Amerika'lı bir çifti ağırlamıştık. İkisi de işlerine bir yıl ara vermişler ve dünyayı dolaşmaya karar vermişlerdi. Kızım ateşlenmişti tam bize gelecekleri gün. O yüzden ders çıkışı Taksim'e gitmiş kararlaştırdığımız yerden alıp eve getirmiştim. Hala facebook arkadaşım onlar. Evlerine,işlerine döneli çok oldu. hatta artık bir bebekleri bile var.
Bu arada Interrail'in de hakkını vermek gerek daha ucuz ve pratik geziler için. Oğlum üniversite ikiden üçe geçtiği yaz ilkokul sıralarından beri çok iyi anlaştığı bir arkadaşıyla tam 11 ülkeyi dolaşmıştı Interrail sayesinde. Unutulmaz anılar ve arkadaşlıklarla dönmüşlerdi bir aylık gezilerinden.
Turlar da gelişti artık Türkiye'de. Aslında benim tur anılarım ki tanınmış onaylanmış firmaları seçmemize karşın, Mısır'da Nil nehrinde gemi bulamayıp, otobüste tüm geceyi otobüste geçirmek, Üsküp'de otel yangını yaşamak ve dumandan zehirlenmek üzereyken kurtulmak gibi bir takım 'unutulmaz' olaylarla doluysa da yine de kısa zamanda çok yer görmek açısından önerilebilir bir yöntem.
Düşününce, göçebe kökenli bir toplum olsak da bunu ruhlarımızın gezginliğinde değil, yap-yık- değiştir- aman sakın koruma diye formüle etmişiz sanki. Halbuki toplumsal belleğimiz, olanı iyi korumakta ve nitelikli olanı seçmede birleşse ne denli değişir kültürümüz ve bakışımız.
İstanbul'da doğmuş büyümüş ancak bu güzel şehri benim kadar tanımamış ya da tanımaya hiç uğraşmamış o kadar çok arkadaşım var ki inanamazsınız. Galatasaray Üniversitesinde çalışırken Festravel tarafından düzenlenen günlük gezilere katılırdım hafta sonları. Ne çok yer gördüm, ne ilginç bilgiler edindim gerçekten usta rehberleriyle. O nedenle isteyen gider ve görür diyorum her zaman. AVMler günden güne artarken ve hafta sonları çılgın kalabalıklarıyla nefes alınamazken güzelim mekanların tarihlerinin, kültürlerinin içindeki ıssızlığı ürkütüyor beni geleceğe bakış açısından.
Neyse, bu güzel ve güneşli günde ben sabırsızlıkla 31. IKSV Uluslararası Film Festivaliyle çıkacağım dünya film festivallerinden gezimi bekliyorum. Bazı günler üç ayrı ülkeyi birden tanıyorum yönetmeninin gözünden. Her bir filmi okumaya çalışmak tüm karamsar gündemden uzaklaştırıp yeni pencereler açıyor içimde.
Yeter ki görmeyi bilelim ve içimizdeki gezgini hiç yitirmeyelim...
19 Mart 2012 Pazartesi
CESUR OLMAK
Mesleğini çok seven öğretmenlerden biriyim ben. Gencecik insanlarla bir sınıfı paylaşıp onlara bir şeyler öğretmeye uğraşmak, verdiğim örneklerle yaşamı anlatmaya çalışmak ya da yaşama dair yeni pencereler açabileceklerinin umudunu hiç yitirmemelerini göstermeye çalışmak... Ders içinde ders ama sıkmadan,arkadaşça.
Dünkü dersimde, konumuz gereği cesur olanların neleri aşabildiklerini tartışıyorduk. Hukuk fakültesine devam eden bir öğrencim aslında dansçı olmak istediğini, ancak ailesinin isteğini yerine getirip bölümünü seçtiğini söyledi. Dans ve hukuk. Ne denli farklı iki seçim. Ben de ona bölümünün ona belli bir bakış açısı kazandıracağını,mezun olduktan sonra belki daha özgür seçim yapabileceğini söyledim.
Gerçekte ülkemizde bir çok genç aynı durumda değil mi zaten. İstemedikleri meslekleri seçmek zorunda kalan milyonlarca mutsuz gencimiz var. Ve onları anlamaya yanaşmayan, yalnızca üniversite mezunu oldukları için kendilerini şanslı saymalarını belleten milyonlarca olgun(!) birey.
İşte bu noktada ekonomik zorluklar ve düşünsel dayatmalar kesiyor cesaretin nefesini. Hayaller bir ömür boyu gölge gibi izliyor insanlarımızı.Halbuki alışkanlıkları terketme gücünü bulabilmekte ve zorluklara dayanmakta gizli, düşlere ulaşmanın anahtarı.
Dersten çıktıktan sonra 'Art Bosphorus' seçkisini görmeye gittim. Otobüse benden sonra kırk yaşlarında bir çift bindi. Yürümekte zorlanan eşine yardımcı olmaya çalışıyordu adam. İlk sırada oturduğum için hemen yerimi verdim. Gözlerindeki gönülden teşekkür, sözlerine de yansıdı ikisinin de. Öyküsünü anlattı sonra kadın. Bel fıtığı ameliyatında doktor hatasıyla sinir kesiği oluşuyor ve ayağı tutmaz oluyor. Dolaşmadıkları doktor kalmıyor umarsızca. Sonunda Balat Hastanesi'nde genç bir doçent cesaret veriyor ve cesur davranıyor. Doktor- hasta dayanışmasıyla mucize gerçekleşiyor, o gönlü güzel kadın yürümeye başlıyor. Dün de ilk kez dışarıya çıkıp bir hasta ziyaretine gidiyorlar. ''Bacım, sağol,halimden anladın.'' demesini hiç unutmayacağım.
İnanmak ve çabalamak, en zor koşullarda bile umutsuzluğa düşmemek... İnsanın yaşam sürecini anlamlandırmasının temel koşulları bunlar bence. Yıllar önce ilk öğretmenlik yıllarımda Anadolu Ticaret Lisesi'nde çalışırken öğrencim olan Sona geldi aklıma. Kapkara gözleri ve saçlarıyla, iç göçün İzmir'e getirdiği bir kızdı. Nasıl dikkatle dinler ve başarılı sonuçlar alırdı. On kardeş olduklarını, sürekli kendinden küçük kardeşlerine baktığını anlatmıştı. Ama yılmadı ve Boğaziçi Üniversitesi İngilizce Öğretmenliği bölümünü kazandı.
Ya sanat alanındaki mucizeler? 31. Uluslararası Film Festivali başlıyor 31 Mart günü. En çok görmek istediğim filmlerden biri 'Michel Petrucciani' Cam kemik hastalığıyla doğan 91 santim boyundaki bu küçük dev, caz sanatçısının yaşamından çok şey öğreneceğimi biliyorum, müziğinden öğrendiğim gibi.
Son yıllarda güçlüler hep korkuttular bizleri, cesaretimizi kırmak için tutsak kıldılar konuşanları ve yılmayanları. Ama Adnan Binyazar'ın geçen Pazar yazısında Konfüçyüs'den alıntıladığı gibi, ''Korku toplumu yaratanlar, yani arkalarından ışık vurunca gölgelerini büyük gören,küçük adamlar, beyinlerinin karanlık bölgeleriyle düşündüklerinden, batan güneşin ertesi gün daha bir şevkle doğacağını akıl edemezler...''
Cesaretin ışığı hep bizlerle olsun...
Dünkü dersimde, konumuz gereği cesur olanların neleri aşabildiklerini tartışıyorduk. Hukuk fakültesine devam eden bir öğrencim aslında dansçı olmak istediğini, ancak ailesinin isteğini yerine getirip bölümünü seçtiğini söyledi. Dans ve hukuk. Ne denli farklı iki seçim. Ben de ona bölümünün ona belli bir bakış açısı kazandıracağını,mezun olduktan sonra belki daha özgür seçim yapabileceğini söyledim.
Gerçekte ülkemizde bir çok genç aynı durumda değil mi zaten. İstemedikleri meslekleri seçmek zorunda kalan milyonlarca mutsuz gencimiz var. Ve onları anlamaya yanaşmayan, yalnızca üniversite mezunu oldukları için kendilerini şanslı saymalarını belleten milyonlarca olgun(!) birey.
İşte bu noktada ekonomik zorluklar ve düşünsel dayatmalar kesiyor cesaretin nefesini. Hayaller bir ömür boyu gölge gibi izliyor insanlarımızı.Halbuki alışkanlıkları terketme gücünü bulabilmekte ve zorluklara dayanmakta gizli, düşlere ulaşmanın anahtarı.
Dersten çıktıktan sonra 'Art Bosphorus' seçkisini görmeye gittim. Otobüse benden sonra kırk yaşlarında bir çift bindi. Yürümekte zorlanan eşine yardımcı olmaya çalışıyordu adam. İlk sırada oturduğum için hemen yerimi verdim. Gözlerindeki gönülden teşekkür, sözlerine de yansıdı ikisinin de. Öyküsünü anlattı sonra kadın. Bel fıtığı ameliyatında doktor hatasıyla sinir kesiği oluşuyor ve ayağı tutmaz oluyor. Dolaşmadıkları doktor kalmıyor umarsızca. Sonunda Balat Hastanesi'nde genç bir doçent cesaret veriyor ve cesur davranıyor. Doktor- hasta dayanışmasıyla mucize gerçekleşiyor, o gönlü güzel kadın yürümeye başlıyor. Dün de ilk kez dışarıya çıkıp bir hasta ziyaretine gidiyorlar. ''Bacım, sağol,halimden anladın.'' demesini hiç unutmayacağım.
İnanmak ve çabalamak, en zor koşullarda bile umutsuzluğa düşmemek... İnsanın yaşam sürecini anlamlandırmasının temel koşulları bunlar bence. Yıllar önce ilk öğretmenlik yıllarımda Anadolu Ticaret Lisesi'nde çalışırken öğrencim olan Sona geldi aklıma. Kapkara gözleri ve saçlarıyla, iç göçün İzmir'e getirdiği bir kızdı. Nasıl dikkatle dinler ve başarılı sonuçlar alırdı. On kardeş olduklarını, sürekli kendinden küçük kardeşlerine baktığını anlatmıştı. Ama yılmadı ve Boğaziçi Üniversitesi İngilizce Öğretmenliği bölümünü kazandı.
Ya sanat alanındaki mucizeler? 31. Uluslararası Film Festivali başlıyor 31 Mart günü. En çok görmek istediğim filmlerden biri 'Michel Petrucciani' Cam kemik hastalığıyla doğan 91 santim boyundaki bu küçük dev, caz sanatçısının yaşamından çok şey öğreneceğimi biliyorum, müziğinden öğrendiğim gibi.
Son yıllarda güçlüler hep korkuttular bizleri, cesaretimizi kırmak için tutsak kıldılar konuşanları ve yılmayanları. Ama Adnan Binyazar'ın geçen Pazar yazısında Konfüçyüs'den alıntıladığı gibi, ''Korku toplumu yaratanlar, yani arkalarından ışık vurunca gölgelerini büyük gören,küçük adamlar, beyinlerinin karanlık bölgeleriyle düşündüklerinden, batan güneşin ertesi gün daha bir şevkle doğacağını akıl edemezler...''
Cesaretin ışığı hep bizlerle olsun...
16 Mart 2012 Cuma
TÜRKÜLERLE İNADINA YAŞAMAK
Dün akşam İstanbul Modern Folk Topluluğu'nun konserindeydim, son günlerde gündem haberlerinden yorulan gönlümü dinlendirmek için, Sivas türkülerinin çoğunluğu oluşturduğu oluşturduğu programı dinlemek için. Sivas katliamında 35 canı yakan son sanıklar da adaletsizliğin yasasında zaman aşımıyla kurtarıldılar, insanlığın vicdanında ise ömür boyu tutsaklıkları sürecek ne olursa olsun. O yüzden Sivas türkülerini dinlemek karanlıktan aydınlığa çıkmak ve inadına yaşamayı seçmekti yüreğimde.
Türküler ozanların sesinden,sazından yaşamı anlatır,acısıyla, tatlısıyla. Aşkları, ayrılıkları, kavuşmaları, savaşların acısını, yiğitlik öykülerini kısacası halkın öyküsünü, halkın dilinden.
Benim türküleri sevmem ilkokulu bitirirken veda gecesinde İngilizce bir müzikli oyunda ve beşinci sınıfların piyesindeki rollerimin yanı sıra bir Artvin halk türküsü olan 'Hoş gelişler Ola' oynayan ekipte de yer almamla başladı. Çok coşkulu oynamış, aynı zamanda türküyü de söylemiştik. Bugünden düne bakınca ne denli çok yönlü bir eğitim aldığımızı düşünüyor ve geleceğe yönelik eğitim dayatmasına daha çok kahroluyorum.
Türküler benim için anneanneciğimin 'Radyoevi' dergileriydi aynı zamanda. Örneğin halk oyunlarının değerli derlemecisi Muzaffer Sarısözen'in adını ilk o dergilerde okumuş, eşi Neriman Sarısözen'in de türküleri güzel sesiyle yorumladığını öğrenmiştim.
Babacığım da yetmiş bir darbesinde bol bol Ruhi Su dinlerdi uzunçalarlarından. Hiç unutamam o uzunçalarların kapaklarının güzelim desenlerini. Ruhi Su'nun yaşam öyküsünü okuyunca daha bir artmıştı hayranlığım o gür bariton sesine. Zaten o yıllardan beri ne zaman ruhumu daralmış hissetsem Ruhi Su dinlerim aydınlanmak için.
Lise yıllarında edebiyat hocalarımızın çabalarıyla Antep ekibi kurulmuş ve sekiz kişilik ekibimizle Ege liselerarası halkoyunları yarışmasına katılmıştık. İzmir Türk Koleji'nin ardından ikinci olmuştuk Tire Lisesi olarak. Giysilerimizi Şenay hocamız Antep'e gidip özel olarak hazırlatmış ve alınlıklara terlik denildiğini öğrenmiştik ilk kez. Ne güzel günlerdi. Şimdiki gibi dershaneden özel derslere koşarak değil, yalnızca zamanında öğrenerek tekrar yaparak ve hafta sonları da halk oyunları gecemiz için çalışarak hazırlanmış ve kazanmıştık hepimiz üniversiteyi.
Yani türkülerin eşliğinde oynarken takım çalışmasının güzelliğini, zamanı iyi kullanmayı, fiziksel enerjinin beyinsel çalışmayı da arttırdığını ve dostluğu, dayanışmayı da yaşayarak öğrenmiştik. Sadece Antep yöresi değil, Kars, Artvin, Elazığ ve Erzurum oyunları da oynarken o yörelerin türkülerini de öğrenmiştik bu arada.
Suyun öte yanına dayanıyorsa kökleriniz kulaklarınız zaten duyarlıdır Balkan türkülerine. Bugün de ne zaman Selanik türküleri dinlesem gözlerim dolar. O sert duruşlu babaannemin türkülerini dinlerken nasıl dalıp gittiğini anımsarım.
Ve seksenler başlar. Yeni ve acı bir darbenin izleri yaşanır. o gencecik yaşınızda omuzlarınıza çöker günlerin ağırlığı. Birden 'Nazım Türküleri' aydınlatır yüreğinizi. Unutulmaz Nazım Hikmet dizelerine Livaneli'nin gurbetteki besteleri eklenince dinlemekten asla bıkmayacağınız farklı bir türkü seçkisi yer eder belleğinizde.
Olgunluk yıllarına dönerken Fazıl Say, Cihat Aşkın ne güzel ezgiler ve yorumlar katarlar müzik dağarcığımıza.
Ekim'deki Yunanistan gezisinde bir arkadaşım önerdi bana İstanbul Devlet Modern Folk Topluluğu'nun konserlerini. AKM kapanalı beri izleyemez olmuştum onları. Muammer Karaca Tiyatrosu'nda her ay düzenli dinletileri olduğunu öğrenince kaçırmaz oldum ve türkülere hem de usta müzisyen Ferhat Livaneli'nin pek çoğunu düzenlemesiyle, Sevingül Bahadır'ın ve Cihan Okan'ın pırıl pırıl sesleriyle başı çektiği solist kadrosuyla dinleme olanağına kavuştum.
Dün akşamki konserde Aşık Veysel'den düzenlemeler ve diğer yörelerin türküleri çok güzeldi. Hele 'Eşkiya Dünyaya Hükümdar Olmaz' türküsünü dinlerken tüm dinleyenlerin katılımı ve coşkusu görülmeye değerdi. Kısacası türkülerle ruhumuzu arındırdık, bir kez daha 'inadına yaşamaya' merhaba dedik hep bir ağızdan.
Türküler ozanların sesinden,sazından yaşamı anlatır,acısıyla, tatlısıyla. Aşkları, ayrılıkları, kavuşmaları, savaşların acısını, yiğitlik öykülerini kısacası halkın öyküsünü, halkın dilinden.
Benim türküleri sevmem ilkokulu bitirirken veda gecesinde İngilizce bir müzikli oyunda ve beşinci sınıfların piyesindeki rollerimin yanı sıra bir Artvin halk türküsü olan 'Hoş gelişler Ola' oynayan ekipte de yer almamla başladı. Çok coşkulu oynamış, aynı zamanda türküyü de söylemiştik. Bugünden düne bakınca ne denli çok yönlü bir eğitim aldığımızı düşünüyor ve geleceğe yönelik eğitim dayatmasına daha çok kahroluyorum.
Türküler benim için anneanneciğimin 'Radyoevi' dergileriydi aynı zamanda. Örneğin halk oyunlarının değerli derlemecisi Muzaffer Sarısözen'in adını ilk o dergilerde okumuş, eşi Neriman Sarısözen'in de türküleri güzel sesiyle yorumladığını öğrenmiştim.
Babacığım da yetmiş bir darbesinde bol bol Ruhi Su dinlerdi uzunçalarlarından. Hiç unutamam o uzunçalarların kapaklarının güzelim desenlerini. Ruhi Su'nun yaşam öyküsünü okuyunca daha bir artmıştı hayranlığım o gür bariton sesine. Zaten o yıllardan beri ne zaman ruhumu daralmış hissetsem Ruhi Su dinlerim aydınlanmak için.
Lise yıllarında edebiyat hocalarımızın çabalarıyla Antep ekibi kurulmuş ve sekiz kişilik ekibimizle Ege liselerarası halkoyunları yarışmasına katılmıştık. İzmir Türk Koleji'nin ardından ikinci olmuştuk Tire Lisesi olarak. Giysilerimizi Şenay hocamız Antep'e gidip özel olarak hazırlatmış ve alınlıklara terlik denildiğini öğrenmiştik ilk kez. Ne güzel günlerdi. Şimdiki gibi dershaneden özel derslere koşarak değil, yalnızca zamanında öğrenerek tekrar yaparak ve hafta sonları da halk oyunları gecemiz için çalışarak hazırlanmış ve kazanmıştık hepimiz üniversiteyi.
Yani türkülerin eşliğinde oynarken takım çalışmasının güzelliğini, zamanı iyi kullanmayı, fiziksel enerjinin beyinsel çalışmayı da arttırdığını ve dostluğu, dayanışmayı da yaşayarak öğrenmiştik. Sadece Antep yöresi değil, Kars, Artvin, Elazığ ve Erzurum oyunları da oynarken o yörelerin türkülerini de öğrenmiştik bu arada.
Suyun öte yanına dayanıyorsa kökleriniz kulaklarınız zaten duyarlıdır Balkan türkülerine. Bugün de ne zaman Selanik türküleri dinlesem gözlerim dolar. O sert duruşlu babaannemin türkülerini dinlerken nasıl dalıp gittiğini anımsarım.
Ve seksenler başlar. Yeni ve acı bir darbenin izleri yaşanır. o gencecik yaşınızda omuzlarınıza çöker günlerin ağırlığı. Birden 'Nazım Türküleri' aydınlatır yüreğinizi. Unutulmaz Nazım Hikmet dizelerine Livaneli'nin gurbetteki besteleri eklenince dinlemekten asla bıkmayacağınız farklı bir türkü seçkisi yer eder belleğinizde.
Olgunluk yıllarına dönerken Fazıl Say, Cihat Aşkın ne güzel ezgiler ve yorumlar katarlar müzik dağarcığımıza.
Ekim'deki Yunanistan gezisinde bir arkadaşım önerdi bana İstanbul Devlet Modern Folk Topluluğu'nun konserlerini. AKM kapanalı beri izleyemez olmuştum onları. Muammer Karaca Tiyatrosu'nda her ay düzenli dinletileri olduğunu öğrenince kaçırmaz oldum ve türkülere hem de usta müzisyen Ferhat Livaneli'nin pek çoğunu düzenlemesiyle, Sevingül Bahadır'ın ve Cihan Okan'ın pırıl pırıl sesleriyle başı çektiği solist kadrosuyla dinleme olanağına kavuştum.
Dün akşamki konserde Aşık Veysel'den düzenlemeler ve diğer yörelerin türküleri çok güzeldi. Hele 'Eşkiya Dünyaya Hükümdar Olmaz' türküsünü dinlerken tüm dinleyenlerin katılımı ve coşkusu görülmeye değerdi. Kısacası türkülerle ruhumuzu arındırdık, bir kez daha 'inadına yaşamaya' merhaba dedik hep bir ağızdan.
12 Mart 2012 Pazartesi
SUDA VE ATEŞTE YİTEN CANLAR
Yarın 13 Mart. Gülru'ya ve Sivas'ta yitip giden 35 cana ait tüm düşüncelerim. Gülru meleğimizi toprağa verişimizin beşinci yıldönümü . Bir yanda da tam ondokuz yıl önce Sivas'da yitip giden otuzbeş canın son kalan sorumluları için zaman aşımı kararı çıkacak yarın.
Ne tuhaf Gülru'muzu suda,diğer canları ateşte yitirdik. Yani ne su ne de ateş geri vermedi gidenlerimizi.Madımak'da yananları aklı başında hiç kimse unutmadı ve unutmayacak. Gülru'muz da sevenlerinin yüreklerinde özlemle dolu bir sızı olarak yaşayacak her zaman.
Geçen gün Zeynep Altınok konuşuyordu CNN'in 'Medya Mahallesi' programında. ''Biz kin gütmüyoruz, ama sorumluluk duyuyoruz acımıza dair. Yıllarla acınız geçti sanıyorsunuz. Ama bir an geliyor, size bir şey anımsatıyor ve acınızı tüm tazeliğiyle içinizde hissediyorsunuz.'' diyordu. Ne doğru bir tanımlama.
Gülru, Gül-Rüya olalı belki beş yıl geçti ama bazen sokakta yürürken onun saçlarını görürüm bir genç kızda ya da billur bir sesten bir arya dinlerken Gülru'yu dinlermiş gibi olurum.Yaz sofralarında salata bitmezse hemen o gelir usumuza, hadi gel sen hiç bırakmazdın der gibi. Hele telefondaki 'Belgin ablam, nasılsın?' diye soran o cıvıl cıvıl sesini nasıl özlerim, gün gelir,anlatılmaz.
O benim melek ruhlu kuzenimdi. Hiç kimse için kötü bir söz duymadım ağzından. Maliye bölümünde başlamıştı üniversiteye. Ama başarılı bir öğrenci olmasına karşın,tekrar sınava girip müzik eğitimine geçiş yaptı. Çok sevilen bir öğretmen oldu. Ama o, asıl düşü olan opera sanatçılığı için çalışmayı ve şan derslerini hiç aksatmadı. Ve sonunda Antalya Operasının kadrolu sanatçısı olmayı başardı.
Teyzem ve eniştem sürekli Ankara ve Antalya yollarındaydılar,kızlarına destek olmak için. Biricik ablası ve yeğeni de tüm tatillerini birlikte geçirirlerdi. Yazlarıysa Kuşadası'nda toplanılır, hep beraber olmanın tadı çıkarılırdı.
Aslında çocukluktan beri Kuşadası'ndaydı yaz tatilleri. Hep gözlerimin önüne gelir iki kız kardeşin denizdeki ritmik su balesi benzeri hareketleri. Gülrumuz su perileri gibiydi. Çok severdi denizi ve suyu.
11 Mart 2007 Pazar günü de operadan bir arkadaşı yeni araba almış ve kutlamak için Gülru'yla Ümran'ı da yemeğe çağırmış. Pek canı istemese de,arkadaşının hatırını kırmayıp yola çıkmış Gülru'yla Ümran. Yemekten sonra, baraj gölünün kenarındaki lokantanın su bisikletini görmüş arkadaşları. Bizimkileri de zorla ikna edip hep birlikte binmişler bisiklete.
Ne var ki bisiklet bozukmuş ve kontrolden çıkmış bir anda ve devrilmiş. Baraj kapakları da açık olunca, akıntıya sürüklenmiş üç arkadaş. Gülruş zaten bisiklet devrildiği anda başını çarpmış, Ümran da vermiş son nefesini. Bir tek yemeğe çağıran arkadaşları, anorağı takılınca bir çalıya, kurtulmuş.
Ve işte sorumsuz bir restoranın,kapakları açan baraj yetkililerinin kurbanı iki arkadaş olmuş o anda.
Biz, ailemizin billur sesli meleğini işte böyle acı bir kazada yitirdik.Su perimiz suda yitip gitti. Yüreklerimizde onulmaz acısı, anılarımızda hep güzel gülüşü ve sesiyle hep yanımızda.Tüm yakarışlarımız ise, hiç kimse evlat ve genç acısı yaşamasın diye o günden beri.
Ne tuhaf Gülru'muzu suda,diğer canları ateşte yitirdik. Yani ne su ne de ateş geri vermedi gidenlerimizi.Madımak'da yananları aklı başında hiç kimse unutmadı ve unutmayacak. Gülru'muz da sevenlerinin yüreklerinde özlemle dolu bir sızı olarak yaşayacak her zaman.
Geçen gün Zeynep Altınok konuşuyordu CNN'in 'Medya Mahallesi' programında. ''Biz kin gütmüyoruz, ama sorumluluk duyuyoruz acımıza dair. Yıllarla acınız geçti sanıyorsunuz. Ama bir an geliyor, size bir şey anımsatıyor ve acınızı tüm tazeliğiyle içinizde hissediyorsunuz.'' diyordu. Ne doğru bir tanımlama.
Gülru, Gül-Rüya olalı belki beş yıl geçti ama bazen sokakta yürürken onun saçlarını görürüm bir genç kızda ya da billur bir sesten bir arya dinlerken Gülru'yu dinlermiş gibi olurum.Yaz sofralarında salata bitmezse hemen o gelir usumuza, hadi gel sen hiç bırakmazdın der gibi. Hele telefondaki 'Belgin ablam, nasılsın?' diye soran o cıvıl cıvıl sesini nasıl özlerim, gün gelir,anlatılmaz.
O benim melek ruhlu kuzenimdi. Hiç kimse için kötü bir söz duymadım ağzından. Maliye bölümünde başlamıştı üniversiteye. Ama başarılı bir öğrenci olmasına karşın,tekrar sınava girip müzik eğitimine geçiş yaptı. Çok sevilen bir öğretmen oldu. Ama o, asıl düşü olan opera sanatçılığı için çalışmayı ve şan derslerini hiç aksatmadı. Ve sonunda Antalya Operasının kadrolu sanatçısı olmayı başardı.
Teyzem ve eniştem sürekli Ankara ve Antalya yollarındaydılar,kızlarına destek olmak için. Biricik ablası ve yeğeni de tüm tatillerini birlikte geçirirlerdi. Yazlarıysa Kuşadası'nda toplanılır, hep beraber olmanın tadı çıkarılırdı.
Aslında çocukluktan beri Kuşadası'ndaydı yaz tatilleri. Hep gözlerimin önüne gelir iki kız kardeşin denizdeki ritmik su balesi benzeri hareketleri. Gülrumuz su perileri gibiydi. Çok severdi denizi ve suyu.
11 Mart 2007 Pazar günü de operadan bir arkadaşı yeni araba almış ve kutlamak için Gülru'yla Ümran'ı da yemeğe çağırmış. Pek canı istemese de,arkadaşının hatırını kırmayıp yola çıkmış Gülru'yla Ümran. Yemekten sonra, baraj gölünün kenarındaki lokantanın su bisikletini görmüş arkadaşları. Bizimkileri de zorla ikna edip hep birlikte binmişler bisiklete.
Ne var ki bisiklet bozukmuş ve kontrolden çıkmış bir anda ve devrilmiş. Baraj kapakları da açık olunca, akıntıya sürüklenmiş üç arkadaş. Gülruş zaten bisiklet devrildiği anda başını çarpmış, Ümran da vermiş son nefesini. Bir tek yemeğe çağıran arkadaşları, anorağı takılınca bir çalıya, kurtulmuş.
Ve işte sorumsuz bir restoranın,kapakları açan baraj yetkililerinin kurbanı iki arkadaş olmuş o anda.
Biz, ailemizin billur sesli meleğini işte böyle acı bir kazada yitirdik.Su perimiz suda yitip gitti. Yüreklerimizde onulmaz acısı, anılarımızda hep güzel gülüşü ve sesiyle hep yanımızda.Tüm yakarışlarımız ise, hiç kimse evlat ve genç acısı yaşamasın diye o günden beri.
8 Mart 2012 Perşembe
MISIR APARTMANINDAKİ GENÇ KADIN SANATÇILAR
Bugün 'Dünya Emekçi Kadınlar Günü'. Aslında her kadın emekçi değil midir bir anlamda. Hemen her kadın bedeniyle, aklıyla emek verir yaşamı boyunca. Kimi kolay elde eder haklarını ,kimi de bizim ülkemizde olduğu gibi çabalar ''Kadının Adı Yok'' dedirtmemek için.Ben bugün sanata emek veren genç kadın ressamlardan söz etmek istiyorum.
İki gün önce Mısır apartmanına gittim, güncel sergileri gezmek için.Mısır apartmanı'nı bilenler çoktur o güzel 'Art Nouveau' mimarisi ve cephesindeki heykelleri ile bir kaç yıl önce Afife Batur hoca'yla katıldığım 'Beyoğlu'nda Art Nouveau Yapılar' gezisinde Afife hanım'ın o ezber bozan,tatlı anlatımıyla bir kez daha hayran kalmıştım bu 112 yıllık yapıya.
İlk kez Galerist kapılarını açmıştı Mısır apartmanında ve DOT oyunlarını sahneledi yıllarca. Günümüzde ise tam 7 galeriye ev sahipliği yapıyor bu tarihi bina. PİARTWORKS,CDA PROJECTS,GALERİ ZİLBERMAN,GALERİ NEV,NON VE NESRİN ESİRTGEN COLLECTION. Fotoğraf severler için de FOTOTREK. Kısacası sanatla dolu bir gün için bulunmaz bir sığınak.
Ne hoş bir rastlantı ya da bilerek mi tarihlenmiş ama ben tam beş genç kadın sanatçının sergisini gezme şansını elde ettim kadınlar gününden iki gün önce. Kimi düşündürdü, kimi içimi ısıttı, kimi yaratıcılığın sınırsızlığıyla şaşırttı ve kimi de çocukluğumun masallarını anımsattı.
İlk önce bir sanat sever hanım olan Nesrin Esirtgen'in koleksiyonunu gezdim. Türk ve yabancı sanatçıların modern sanatın resim, fotoğraf, heykel ve video çalışmalarından örnekler yeni kapılar açtı, düşün dünyama dolaşırken.
Güneş Terkol'un Galeri NON'daki sergisi kumaş üzerine dikim tekniğiyle belki yüzeyde çok geleneksel görünen çalışmalar aracılığıyla kadının sınırlarını zorlayan ve eylemi doğallaştıran çok etkileyici yapıtlarla dışa vuruyor sanatçı benliğini.
Galeri Nev'de Meltem Işık 'Aynı Nehirde Bir Daha' başlıklı sergisiyle kişinin bedeniyle ilişkisini amatör modellerle çektiği fotoğraflarla görüleni çok çarpıcı bir formda sorguluyor.
Galeri Zilberman'da Aslı Torcu'nun genelde büyük boyutta çalıştığı figuratif tablolar daha çok suluboya tablo izlemini veren o akıp kalmış renk sızıntıları yaşamdaki belirsizlikleri anımsatıyor gezenlere.
CDA Project'de Elif Varol Ergen'in çocukların şiddeti ve tam karşıtı olarak da medyadaki istismarlarını konu alan sergisi, özellikle kırmızı ve siyahın ağırlıklı kullanımıyla ürkütüyor insanı ve şiddetin acımasızlığını çok başarılı yansıtıyor izleyene.
Sonra,birden Merve Şendil'in ''Bird Day'' sergisiyle bir masal dünyasının içinde buluyorsunuz kendinizi. El örgüsünden bulutların, yıldızların,güneşin çevresinde dolaşıyorsunuz minik kuşla birlikte.
Ve çıkıp da dünyaya karışıvermek gelmiyor hemen içinizden bir çay içip soluklanırken '' Ne mutlu bu genç sanatçılara ki hepsi kendi tarzlarını şimdiden yaratmışlar ve sanat yolculuğuna başarılı ve özgün adımlarla başlamışlar.'' diyorsunuz ''Geleceği aydınlatsınlar hep böyle...'' dilekleriyle hayata umutla gülümsüyorsunuz Mısır Apartmanı'ndan.
İki gün önce Mısır apartmanına gittim, güncel sergileri gezmek için.Mısır apartmanı'nı bilenler çoktur o güzel 'Art Nouveau' mimarisi ve cephesindeki heykelleri ile bir kaç yıl önce Afife Batur hoca'yla katıldığım 'Beyoğlu'nda Art Nouveau Yapılar' gezisinde Afife hanım'ın o ezber bozan,tatlı anlatımıyla bir kez daha hayran kalmıştım bu 112 yıllık yapıya.
İlk kez Galerist kapılarını açmıştı Mısır apartmanında ve DOT oyunlarını sahneledi yıllarca. Günümüzde ise tam 7 galeriye ev sahipliği yapıyor bu tarihi bina. PİARTWORKS,CDA PROJECTS,GALERİ ZİLBERMAN,GALERİ NEV,NON VE NESRİN ESİRTGEN COLLECTION. Fotoğraf severler için de FOTOTREK. Kısacası sanatla dolu bir gün için bulunmaz bir sığınak.
Ne hoş bir rastlantı ya da bilerek mi tarihlenmiş ama ben tam beş genç kadın sanatçının sergisini gezme şansını elde ettim kadınlar gününden iki gün önce. Kimi düşündürdü, kimi içimi ısıttı, kimi yaratıcılığın sınırsızlığıyla şaşırttı ve kimi de çocukluğumun masallarını anımsattı.
İlk önce bir sanat sever hanım olan Nesrin Esirtgen'in koleksiyonunu gezdim. Türk ve yabancı sanatçıların modern sanatın resim, fotoğraf, heykel ve video çalışmalarından örnekler yeni kapılar açtı, düşün dünyama dolaşırken.
Güneş Terkol'un Galeri NON'daki sergisi kumaş üzerine dikim tekniğiyle belki yüzeyde çok geleneksel görünen çalışmalar aracılığıyla kadının sınırlarını zorlayan ve eylemi doğallaştıran çok etkileyici yapıtlarla dışa vuruyor sanatçı benliğini.
Galeri Nev'de Meltem Işık 'Aynı Nehirde Bir Daha' başlıklı sergisiyle kişinin bedeniyle ilişkisini amatör modellerle çektiği fotoğraflarla görüleni çok çarpıcı bir formda sorguluyor.
Galeri Zilberman'da Aslı Torcu'nun genelde büyük boyutta çalıştığı figuratif tablolar daha çok suluboya tablo izlemini veren o akıp kalmış renk sızıntıları yaşamdaki belirsizlikleri anımsatıyor gezenlere.
CDA Project'de Elif Varol Ergen'in çocukların şiddeti ve tam karşıtı olarak da medyadaki istismarlarını konu alan sergisi, özellikle kırmızı ve siyahın ağırlıklı kullanımıyla ürkütüyor insanı ve şiddetin acımasızlığını çok başarılı yansıtıyor izleyene.
Sonra,birden Merve Şendil'in ''Bird Day'' sergisiyle bir masal dünyasının içinde buluyorsunuz kendinizi. El örgüsünden bulutların, yıldızların,güneşin çevresinde dolaşıyorsunuz minik kuşla birlikte.
Ve çıkıp da dünyaya karışıvermek gelmiyor hemen içinizden bir çay içip soluklanırken '' Ne mutlu bu genç sanatçılara ki hepsi kendi tarzlarını şimdiden yaratmışlar ve sanat yolculuğuna başarılı ve özgün adımlarla başlamışlar.'' diyorsunuz ''Geleceği aydınlatsınlar hep böyle...'' dilekleriyle hayata umutla gülümsüyorsunuz Mısır Apartmanı'ndan.
3 Mart 2012 Cumartesi
MAVİŞ'E VE HOŞGÖRÜYE DAİR
Bugün onsekiz yaşıma döndüm günün tarihine bakınca ya da dünün demek gerek. Çünkü yeni bir gün başladı bir kaç dakika önce. Sevgili Maviş'i o acı uçak kazasında yitireli tam 38 yıl geçti. Dünyalar güzeli arkadaşımız, bahar dalı gibi incecik ve can doluydu. Sevgili babasıyla üniversiteyi kazanmasının sevinciyle Londra'ya uçacaklardı. Ama işte o DC-10 uçağının bagaj kapısı açılıp kopunca...Güzel anıları kaldı ardında ve hala belleklerimizdeki o güzel maviş gözleri...
Aslında ben bugün hoşgörü(süzlük) üzerine yazacaktım. Önce Maviş'i anmak geldi içimden.
'Hoşgörü' ne güzel bir sözcük. Peki, biz neden bu denli hızla solduruyoruz hoşgörünün o güzelim renklerini? Kin, nefret sözcükleri nasıl da çoğalıyor son günlerde. Söz de yetmiyor, eyleme dönüşüyor sıklıkla.
Geçen Pazar akşamı, İstanbul'daki Rum vatandaşların yaklaşık 500 yıldır kutladıkları 'Baklahorani' şenlikleri için İstiklal caddesi'ndeki yürüyüşlerini ve danslarını izliyordum neşeyle. Maskeleri, giysileri, müzikleriyle bir güzel renktiler Beyoğlu'nun çılgın kalabalığının içinde. Birden yanıbaşımda duran genç bir adamın sözleri çalındı kulağıma. '' Bizim mahalleden on arkadaş olacaktı ki burada, ne güzel tepelerdik bunları.'' Tüylerim ürperdi o sözleri duyunca. Ve Rakel Dink'in o unutulmaz konuşması geldi usuma. Doğduğunda masumdu bu delikanlı, nasıl böyle potansiyel bir katil haline dönüştürüyorduk öyleyse?
Tüm neşem yok oldu, omuzlarıma hoşgörüsüzlüğün ağırlığı çöktü olanca ağırlığıyla.Aslında hepimiz farklı şekilde yansıtmıyor muyduk bu bakış açısını diye düşündüm bir an.Sabırsız, tahammülsüz ve hepsinden önemlisi karşısındakini dinleme saygısını göstermeyen bireyler haline gelmiştik son yıllarda.
Ve nedenlerini bildiğimiz halde çözüm getirmekten korkan suskun vatandaşlar topluluğuyduk artık eğitimlisi de, eğitimsizi de hep birlikte.
Heykellerin yıkıldığı, oyunların bir anda sahneden indirildiği, yıllardır toplumsal bellekte yer etmiş, bize güç vermiş andların küçümsendiği,gerçek sanatın horlandığı bir dünyamız vardı artık. Eğitim modelimizin bir anda yok edilebildiği, öğrencilerin başladıkları sistemde nasıl bitireceklerini asla bilemeyecekleri bir ülkenin vatandaşlarıydık artık. Okuduğumuz gazetedeki haberlerin tarafsızlığından şüphe duyduğumuz bir toplumda yaşıyorduk.
Evet, yazdıkça yazmak istediğimiz bir çok umutsuz olguyla çevriliydik. Ama işte aldığımız her nefes bir umuttur diyerek birden doğrulttum başımı. inadına yaşamak, iyilerin ve iyiliklerin, dostlukların aşkına dedim ve yürüdüm eve sağlam basarak yere... Bizler, bizlere lazımdık ve 'sen olmazsan bir eksiğiz' demek gerekti her an...
Aslında ben bugün hoşgörü(süzlük) üzerine yazacaktım. Önce Maviş'i anmak geldi içimden.
'Hoşgörü' ne güzel bir sözcük. Peki, biz neden bu denli hızla solduruyoruz hoşgörünün o güzelim renklerini? Kin, nefret sözcükleri nasıl da çoğalıyor son günlerde. Söz de yetmiyor, eyleme dönüşüyor sıklıkla.
Geçen Pazar akşamı, İstanbul'daki Rum vatandaşların yaklaşık 500 yıldır kutladıkları 'Baklahorani' şenlikleri için İstiklal caddesi'ndeki yürüyüşlerini ve danslarını izliyordum neşeyle. Maskeleri, giysileri, müzikleriyle bir güzel renktiler Beyoğlu'nun çılgın kalabalığının içinde. Birden yanıbaşımda duran genç bir adamın sözleri çalındı kulağıma. '' Bizim mahalleden on arkadaş olacaktı ki burada, ne güzel tepelerdik bunları.'' Tüylerim ürperdi o sözleri duyunca. Ve Rakel Dink'in o unutulmaz konuşması geldi usuma. Doğduğunda masumdu bu delikanlı, nasıl böyle potansiyel bir katil haline dönüştürüyorduk öyleyse?
Tüm neşem yok oldu, omuzlarıma hoşgörüsüzlüğün ağırlığı çöktü olanca ağırlığıyla.Aslında hepimiz farklı şekilde yansıtmıyor muyduk bu bakış açısını diye düşündüm bir an.Sabırsız, tahammülsüz ve hepsinden önemlisi karşısındakini dinleme saygısını göstermeyen bireyler haline gelmiştik son yıllarda.
Ve nedenlerini bildiğimiz halde çözüm getirmekten korkan suskun vatandaşlar topluluğuyduk artık eğitimlisi de, eğitimsizi de hep birlikte.
Heykellerin yıkıldığı, oyunların bir anda sahneden indirildiği, yıllardır toplumsal bellekte yer etmiş, bize güç vermiş andların küçümsendiği,gerçek sanatın horlandığı bir dünyamız vardı artık. Eğitim modelimizin bir anda yok edilebildiği, öğrencilerin başladıkları sistemde nasıl bitireceklerini asla bilemeyecekleri bir ülkenin vatandaşlarıydık artık. Okuduğumuz gazetedeki haberlerin tarafsızlığından şüphe duyduğumuz bir toplumda yaşıyorduk.
Evet, yazdıkça yazmak istediğimiz bir çok umutsuz olguyla çevriliydik. Ama işte aldığımız her nefes bir umuttur diyerek birden doğrulttum başımı. inadına yaşamak, iyilerin ve iyiliklerin, dostlukların aşkına dedim ve yürüdüm eve sağlam basarak yere... Bizler, bizlere lazımdık ve 'sen olmazsan bir eksiğiz' demek gerekti her an...
Kaydol:
Yorumlar (Atom)