30 Ocak 2013 Çarşamba

MÜBADELE DOKSAN YAŞINDA VE KUŞAKLAR HEP ANILARIN İZİNDE

Mübadillik nedir? Bu sorunun yanıtını bilenler bu yıl bir kez daha bir aradaydık. Hepimiz için anılara sahip çıkmaktır anmalarımız. Kimliğimizi belirleyen değerleri unutmadan, geleceğe bakmaktır ve bir öykücü gibi aktarmaktır geleceğe...

Lozan Mubadilleri Vakfi'nin kuruluş öyküsü çok etkileyicidir.Atatürk'ümüz, Abdi İpekçi ve İsmail Cem'in barışçıl adımlarının izinden gidip büyük Marmara depreminde yaralar sarılırken, iki toplumun dayanışması ve içten desteklerinden sonra Vakıf kurulmuştur. Ve on üç yılda dostluk, belgeler, kitaplar, suyun öte yanına geziler, koro, dil kursları,sempozyumlar, sergiler ve müze açılışı başarılmıştır. Emek verenlere yürekten gönül borcumuz var, bu islerin gönül vermeden olamayacağını iyi biliriz.

Ve bizim birinci kuşak mübadillerimiz var. Tüm anma toplantılarında onları karşılamak içimizi ısıtıyor. Özlediğimiz büyüklerimize kavuşmanın güzelliğini yaşıyoruz. Hele Lütfü Karadağ, yasam sevinciyle, gülen yüzüyle katılınca etkinliklere, inanın enerji farklılaşıyor. Ve hep birlikte 100. doğum gününü kutlamayı bekliyoruz gelecek Mayıs'ta.

Cumartesi sabahıTuzla'da denize karanfilleri atarken, atalarımızı selamladık ve sevgilerimizi suya bıraktık, ruhlarına aksın diye... Ve Tuzla' da ITÜ Denizcilik Fakültesi bu yıl ilk kez tahaffuzhaneyi açtığı için o günleri anımsamak daha bir keskin, daha bir derindi.

 Fakültenin konferans salonunda genel sekreterimiz Sefer Bey 22  mübadil derneği adına bildiri okudu,üç önemli noktaya parmak basarak: Vize kaldırılmalıdır. İki tarafın da kültür varlıkları korunma altına alınmalıdır. Her türlü faşist saldırı durdurulmalıdır. Ve çekilen acılar bir daha yaşanmasın dileğiyle bitirdi konuşmasını.

Kayalar kökenli, ITÜ Denizcilik Fakültesi dekan yardımcısı beyefendinin çabasıyla da açılan tahaffuzhanede bulunmak çok farklı bir duygu yarattı gerçekten. İlk kuruluş amacı kolera salgınından korunmak icin deniz yoluyla gelenleri karantina altına almak olan tahaffuzhanelerin ikincisini gezmiş oldum, Urla'dan sonra. Benim büyüklerim Urla'da basmışlar ilk kez Anadolu toprağına. Daha büyük ve misafirhaneleri hala ayakta Urladakinin. O ilk yabancılık duygusunu daha bir duyumsuyorsunuz ve nedense aklınıza Nazi kampları geliyor amaçları çok farklı olsa da zorunlu bir göç olduğu için.  

Törenin bir sonraki durağı Tuzla mübadillerinin iki tarafı da yansıtan fotoğraf sergisindeki sıcak ağırlama o derin hüznü hafifletti. İnsanlar ve mekanların paylaşımı dostluğu pekiştiriyor. Bir de soğuk havada yolu sergiye düşen tüm topluluğa sunulan sıcak nohutlu pilav ve zerde ikramı nasil da lezzetli geldi.

Artık  ertesi günkü yemeğimiz vardı sırada.Pazar akşamı yine Moda Spor Klübündeydik. Kar atarken yola çıktık. Bu yıl, son Yanya mübadil gezisinden sonra dost yüzler ne denli çoğaldı diye düşündüm kucaklaşmalardan sonra. Koromuzun türkü ve şarkılarıyla, hele Lütfü Amcanın gönüllü solistliğindeki ' Haydar Haydar' seslendirmesiyle hepimiz pistte bulduk kendimizi.Bu yıl Yorgos Kapsalis ve grubu bizimleydi. Daha sonra sırayı Hasan Öztürk (Ozan Berraki) aldı.Halaylar, danslar, ilk kuşak mübadillere son kuşak gençler tarafından sunulan çiçekler, çektiğimiz fotoğraflar ve tatlı sohbetlerle sıra geleneksel çekilişe geldi.Çetin Özer hocamızın sanat fotoğraflarından çıkar diye çok bekledim ama şansım yoktu.  

Yalnızca dokuz on yaşlarındaki küçük konuğumuz başını i-padindeki oyunlarından kaldırmadı tüm bu özel saatler boyunca. Gelecek kuşakların mübadeleyi unutmaması için biz de onlara uygun yapıtlar yaratmak zorundayız herhalde...

Saatler gece yarısına doğru ilerlerken Yanyalı kuzenler ve diğer mübadil dostlarla  vedalaşıp arkadaşlarımın önermesiyle  ilk kez vakıf üyesi olarak katıldığım yemeğimizden ayrıldım, gelemeyen dostlarla da bir sonraki toplantıda buluşmayı dileyerek.

Bu yıl İzmir'de de Lozan Mübadilleri dernekleşti. Yoğun bir program hazırladılar. Dün Ege'ye de karanfiller atıldı Pasaport iskelesinden. Konferans ve sempozyum düzenlendi. Yarın Agora AVM'de film ve Rembetiko gösterileri, Vasıf Çınar Bulvarında mübadil aileler sergisi var ki benim ailemin de fotoğrafları olacağı için coşkuluyum.Akşama da İZDSO'nun,Mübadele anısına düzenlediği konser var AASSM'de.   

Yineliyelim ve bitirelim: Çekilen acılar bir daha yaşanmasın, toprağımızda barış içinde yaşayalım...

27 Ocak 2013 Pazar

BEN GSÜ SÜSLÜ BİNASI ALEVLERE YENİLDİM -Mİ?

Ben yüz kırk iki yıllık bir yapıyım. İçimde nice sesler, görüntüler barındırdım. Bakmayın bugünkü görüntüme, sakın acımayın halime. Acımanız gerekenler siz, kendinizsiniz. Başlangıcımda ve sonumda hüzün var, biliyorum. Ama var olduğum sürece çocuk seslerini,öğrenmenin bilgeliğini, bilimsel araştırmaları ve nice değerli evrak ve kitapları sakladım yüreğimde.

Mimarım Sarkis Balyan ki diğer aile üyeleriyle  kadim kente oya güzelliğinde nice yapılar kazandırmışlardır, Sultan Abdülaziz'in emriyle planımı çizmiş, Dolmabahçe ve Çırağan Sarayları'ndan uzaklaştırılan aile bireyleri için yan saraylar anlamına gelen ve üç ana binadan oluştuğumuz Feriye Sarayları olarak varlığımızı sürdürmeye başlamışız. Hüzünlü günler geçirmişim tarihimde. Cumhuriyetin kuruluşundan sonra ise eğitim için kullanılmışım. Nice yıllar Galatasaray Lisesi'nin hizmetine verilmişim. İşte çocuk sesleri o yıllardan kalmadır. O zamanlar sobalarla ısıtmışlar beni. Yatakhane olmuşum uzun bir süre. Aile özlemi, sınav heyecanları, nice dostlukların temeli hep bende yaşanmış. 

Yıllar bindokuzyüz doksanları gösterirken Fransız ve Türk hükümetlerinin ortak kararlarıyla Galatasaray Üniversitesi'nin kalbi ya da ana binası olmuşum. Hani bizim ülkemizde anların değeri bilinmez ya, biz  ana binalar da aynı yazgıyı mı paylaşırız bilmem. Hem sevmişler hem de nasıl olsa ana binadır, hep elimizin altındadır gibi bir hataya mı düşmüşler neyse...

Çok sade bir yapıyımdır dıştan bakınca. Ama içimde ne güzellikler saklardım. O güzelim kalem işleri, tavanlarım, yer döşemelerim, parkelerim, kapılarım ve hele o güzelim kütüphanem. Mermer merdivenlerim, korkuluklarım ve Boğaz manzaram.

Çocuklar gidince bilim insanlarının yuvasıydım yirmi yıldır. Giriş katında okulun ofis işleri yapılırdı. Doktorundan, özlük işlerine, çalışma saatlerinden sonra öğrencilerin tiyatro ve her tür dans çalışmalarına dek yoğundum. Bir de çok soğuk ve çok sıcak olunca hava, arka binalara gitmek için hep benim  koridorlarımdan geçerler, ferahlarlardı. GSU olarak kazanılan kupalar da bu katın vitrinlerinde saklanırdı.

Merdivenleri tırmandığınızda bana neden 'Süslü Bina' dendiğini anlardınız. Tüm duvarlarım kalem işleriyle süslenmişti, parkelerim bile başka güzeldi.Ne de olsa saray olmak kolay değil.Merdiven sahanlığının taş duvarındaki kalem işi solmaya yüz tutmuştu da cam altında korumaya alınmıştı. Nice genç restoratörler çalıştı kalem işlerimi yenilemek için. Nedense beni adımdan dolayı hep yeniden süslemeye çalıştılar da çelik kablo ya da yanmaz kablo hatlarını ya da son teknolojiye uygun yangın söndürme sistemlerini tam uygulamadılar. 

Bazı öğretim üyelerinin çocuklukları da benimle geçmişti. Burada okudular, uyudular, mezun oldular ve sonra bana akademisyen olarak döndüler  ve bir gün çıktılar, odalarını bırakıp...

Bu satırları yazan da çok sevdi beni. Üniversiteye resmen girişini, toplantılarını ve emeklilik işlemlerini hep bende yaşadı pek çokları gibi. Ayrıca unutulmaz bir anısı daha var. Çok sevdiği kuzeninin zamansız kaybından sonra onun adına 'Gülru'ya' adıyla fotoğraflarını sergiledi Süslü Salonum'da. Gülru'nun  bir 'gül rüya' olduğunu düşünmüştü. Şimdi ben de bir rüya, bir düş oldum beni yaşayanlar, ya da karşıdan bakıp sevenler için. 

Yıllardır hiç sönmeyen ışıklarım bir hafta önce alevlerin ışığına yenik düştü. Artık bana uzaktan bakın. Dış duvarlarım hala gücünü korumaya çalışıyor. Ve siz, yaşamınızda anılarım olan herkes yüreğimin yeniden çarpması için destek verin. Her şeyi öylesine çabuk unutuyorsunuz ki sahilde ya da yedi tepeli şehrin diğer anı yapılarının başına gelenler gibi olmasın geleceğim. Hepimizi anımsayın, bizler sizin toplumsal ve tarihsel belleğiniziz, görün, duyun ve konuşunve eyleme geçin lütfen...            

19 Ocak 2013 Cumartesi

FARKLI OLANA SAYGI

Bir 19 Ocak daha gecti. Altıncı kez anıldı Hrant Dink. Ne yazık ki bu kez biber gazı da karıştı tören sonuna. Neden etkiledi bizi onun ölümü? Anadolu topragını çok seven bir insanın belleklere kazınan kaldirimdaki görüntüsü mü, yatarkenki yalnızlığı mı?

Bu soruya çok basit bir evet yeter mı? Asıl yanıt bugün eşinin anma törenine katılmadan yine bugün sonsuzluğa uğurlaman gazeteci Mehmet Ali Birand'in cenazesine katılan Rakel Dink'in görüntüsünde gizli. Onlar, acıların olgunlastirdigi insanlardilar, acılastirdigi değil. 

İlk bakışta farklı görünen bu insanların özünde insana saygı ve farklılıklara saygı duymak vardı çünkü. Rakel Dink eşinin cenazesinde nasil seslenmiş ve ders vermişti hepimize. Katillerin de tertemiz bebekler olarak doğduklarını ve onları toplumca bizim yetistirip  kirlettigimizi anımsatarak. 

Ne denli hoşgörüsüz bir toplum olduk, nasil bencillestik son yıllarda. Umarsizliktan doğan umutsuzlugumuza sıkı sıkıya sarılmış nefes alıp duruyoruz yalnızca. Yasamın anlamını sorgulamaktan uzaklaştık, karşımızdakini dinleyip anlatmaktan da...

İste Hrant da Birand da insana yalnızca bakan değil, gören ve deger veren iki gazeteciydiler. Çok farklı noktalardan atilmislardi hayata. Ama ikisi de mesleklerini çok seviyorlar ve önem verip inandıkları her sorunu içtenlikle yansitiyorlardi. Ve bunun icin cezalandırıldılar kendi çevrelerinde bile. 

Noam Chomsky de Agos'un penceresindeydi bu yılki anma töreninde. Dunyanın giderek kötüleştiğini haykırdı. Çok doğru bir saptama bu. Artık bireysellik ana akım oldu. Biz ve ötekileri arar olduk, ben ve ötekilerin cogullugunu gördükçe. 

Biz insanciklar fikirlerini beğenmediklerimizi tüm acimasizligimizla yargilarken, Demir parmaklıkların ardında adilce yargılanmayı bekleyenler ya da dışarda olup mahkemelere bir sekilde cagrilanlar tüm olgunluklarıyla paylaştılar düşüncelerini gidenlerin ardından.

Gazetecilerden soz ederken aklıma gazetelerin ve filmlerin siyah beyaz olduğu yıllarda insanların daha renkli oldukları geldi nedense. Gunümüzde her şey rengarenk ama insanların beyinleri ya siyah ya beyaz...





11 Ocak 2013 Cuma

YOLCULUKLAR

Yine yolda gecti bugün. İstanbul'dan İzmir'e dönüş. Oniki yıldır hayatım böyle geçiyor benim. Ve koşullar uygun olduğu sürece de böyle geçecek. O yüzden iki kente özgü anılar birikirken yol öykülerim de çoğalıyor her kezinde. Otobüs, kendi arabam ya da uçak yolculukları. En çok istediğimse bir gün hızlı trenle bir kac saatte alabilmek iki kent arasını. 

GSU' de çalışırken her onbir gunüm İstanbul'da, uç gunüm İzmir'de geçerdi. Kendime söz vermiştim, yeni görevime çok isteyerek başlarken. Bir hafta sonu İzmir, digeri İstanbul'a ait olacaktı. Gece yolculuklarında uyumaya alışmis oldugum icin dönüşlerde gayet verimli derslerime girerdim. 

O yıllarda, Beşiktaş Kadıköy İskelesi' nin yanında kucuk tabureleriyle çay bahçesinde oturup sabah vapurlarını izleyip, taze çay ve tostla kahvalti ne güzeldi. Ancak son on yılda yalnızca büyük degisimler  olmadı, ufacık mutluluklarımız da yok edildi. 

Otobüs yolculukları demisken, Varan  ya da Ulusoy firmaları tek kişilik koltuklarıyla en sık bilet aldığım , hatta artık personelini de tanıdığım şirketlerdi. Bazı kaptanlarsa güvenli yolculuk icin kilit roldeydiler dogrusu. Özenle kullanırlardi araçlarını. 

Bunca yıldır iki kez hava koşulları çok zorladı. Birinde feribotla geçerken fırtına yüzünden tüm araçların alarmlarının eşliğinde sallanmaktan bayağı bir panik oldum ve o yolculuktan sonra deniz araçları hep ıstırap verdi bana. Ancak çarşaf gibi Deniz'de eski tadımı yakalayabildim. Bir zamanlar eski Yunan gemilerine bile gezen ben bugün hiç yapamıyorum  o güzel gezileri. 

Bir de kar başladığında sefere çıkan son otobüse binmisligim var.Olagan koşullarda Taksim'den Bornova'ya yedi sekiz saatte gelirken o yolculuk tam yirmi bir saat sürdü. Balıkesir'de yolda kalınca otobüsün tüm yiyecek ve icecek stokları bitmiş ve İzmir'e vardığımızda tüm yolcular birbirini tanımıştı.

Emeklilik sonrası gece yolculuklarından vazgeçtim. Artık zaman benimdi. Gündüzleri yolu izlemek, bulutlar ve ağaçlara arkadaşlık yapmak çok daha güzel gelmeye başladı. Elimde kitabım, gazetelerimde saatlerin geçtiğini anlamaz oldum. 

Arada arabama atlayıp yola çıkmak da özgürlüğün farklı bir tanımı oldu. Her aldığım kilometre hafifletir sorunlardan uzaklaştırdı. Hele sevgili kedimiz Pati'nin eşliğinde bir kac yolculugumuz var ki onun sesi nasil tatlı gelirdi. Ve muzik dinleyerek araba kullanmak bırakın yormayı, dillendirir beni. 

İzmir- İstanbul yollarının klasiği Susurluk molalaridir. Özel tost ve ayranını tatmamak ise eksikliktir gercekten.

Bugün yine arabaya geldim İstanbul'dan, kar izin verince. Ve yıllardır görmeyi istediğim Ata'mızın Yalova'daki Yürüyen Kosku'ne uğradım. Günümüzün beton ormanlarından ulu çınarın korumasindaki minik köşkü görmek ruhuma nasil bir dinginlik verdi anlatamam. Bir kez daha gurur duydum o büyük insanla, günümüzün yok edicilerini düşününce...

Bir yolculuk daha bitti. Şimdi SIRA İzmir özlemini gidermekte. Hepimizin yolları hep açık olsun...






8 Ocak 2013 Salı

KAR VİCDANLARI DA TEMİZLESE

İstanbul bembeyaz. Eflatunumsu bir ışık içinde yağıyor kar. Martıların, kumruların fotoğraflarını çekmek iyi geliyor bana. Doğanın güzelliğini kanatlarında taşıdıkları ve biz insanlardan daha uyumlu birlikte uçabildikleri için belki de...

Doğanın beyazlığının güzelliğini okuduğum ve izlediğim haberler bozuyor. Bugün yüreğim demir parmaklıkların ardında bıraktıklarımızla ve onların çocuklarının gözlerinde, göçük altında kalan madencilerle ve yakınlarıyla birlikte atıyor. 

Tam iki yıl oldu Silivri duruşmalarını izleyeli. Son gidişimde Yıldız Kenter de oradaydı. Onu görmek güç vermişti bana. Artık o gücü bulamıyorum kendimde. Yağmur Balbay'ın çocuk gözlerini unutamadığımdan mı acaba?

Fatih Hilmioğlu için özgürlük girişimi haberleri ve yazıları yoğunlaştı son günlerde. Hani bazı insanları tanımadan yakın hissedersiniz ya, sayın Hilmioğlu, benim için onlardan işte. Artık çok uzak bir geçmişte kalmış gibi gelen beş altı yıl önceki açık oturum programlarından birinde izlemiştim onu. Nasıl duru ve inanarak açıklıyordu düşüncelerini, tek söz fazlası olmadan. Bir eğitimci olarak,üniversitelerin bilimsel ışığını topluma yansıtmak için onun gibi akademisyenlere ne çok gereksinimimiz olduğunu düşünmüştüm. Ve şimdi, yalnızca karşı ses olduğu için yüzlerce onurlu insan gibi tutsak. Evlat acısıyla, onulmaz hastalığıyla tutsak.

İnsan gibi insanların değerlerini bilmediğimiz, bilsek de pasifize edildiğimiz bu toplumda çocuklarımızı yine yaralı kuşaklar olarak büyütüyoruz. İçeridekileri beklerken çocukluklarını unutuyorlar, gözlerindeki gülümseme yok oluyor.Çocuk gözleri zamansız büyütmek ne kadar ağır bir vicdani yüktür anlayana...    

Gözler ne çok şey anlatır söz olmasa da. Ekranda göçük altında kalan madencinin oğlunun bakışını gördünüz mü ekranda? İş güvenliğinde tüm dünyada sondan üçüncü bir ülkede yaşıyoruz...

Yeni eğitim modeline geçtiler, yüz binden fazla çocuk ki büyük çoğunluğu kız öğrenci ayrıldı örgün öğretimden.

Bir zamanlar çalıştığım okulun akademik kurulunda okula yaptırdığı badanadan, yenilettiği derslik kapılardan gururla söz edip, akademik gelişim hakkında konuşmayı sevmeyen bir bölüm başkanımız vardı. Aslında ne denli ileri görüşlüymüş...! Artık koltuk sahiplerinin hemen tümü onun gibi bakıyorlar dünyaya.

Dün gittiğim oyunları yazarken nasıl coşkuluydum, bu yazı ise  yağan karın örttüğü tüm karanlığın yüreğime çökmesi. Biz insan denen varlıkların bencil izdüşümlerinin toplumları nasıl olumsuzlaştırdığına dair.  Ama yine de bir an önce tünelin ucundaki ışığı görmek isteyenlere yürekten kocaman bir merhaba...  

7 Ocak 2013 Pazartesi

İNSANIN AYNASI YAŞAMIN SAHNESİ

Yeni bir yılın ilk haftasını yaşadık bile. Ve hep yeni umutlarla sağlık, barışçı ve insanca yaşam diledik pek çoğumuz. Bu arada yeni kararlar almayı da unutmadık. Kendi adıma düşündüğümde, her yeni yıl için aldığım mantıklı kararların bir bölümünü pek benimsediğimi söyleyemem. Ancak sanatsal etkinlikleri, yeni yayınları ve güncel gelişmeleri izlemek konusunda fazlasıyla inatçıyımdır doğrusu.

O halde yeni yılın ilk yazısını da sanata ayırmak hoş olacak. 30 Aralık günü bayağı kötü bir şekilde düşerek bitirdim eski yılı. Böylece kaburga ezilmesi ya da yumuşak doku ezilmesinin ağrılarını da çok acılı öğrendim. Doktorun söylediğine göre üç hafta dinlenerek yavaş yavaş geçirecekmişim bu süreci. Nerede düştüğüme gelince; benim gibi bir sanat izleyicisine uygun olduğunu rahatlıkla açıklayabilirim. Profilo AVM'deki tiyatro salonunda.Oyun arasında kimseyi rahatsız etmemek adına boş bulduğum ve bir yandan da tekerli sandalye kullananlar için ne iyi ayrı bir platform yapmışlar diye düşündüğüm platformdan geçerken yüksekliğin fazla olmasını kodlayamadığım için tam anlamıyla sol tarafıma kapaklanmayı başardım. Acıdan bir an için nefes alamasam da, bir süre sonra yerime oturup oyunu sonuna dek izledim.  Bu trajikomik bölümü, ''Aman, bastığınız yere dikkat edin'' öğüdüyle sonlandırıp son
üç haftada izlediğim oyunlara geçelim.

İlk izlediğim oyun Sadri Alışık Tiyatrosu tarafından sahnelenen 'Küçük Adam Ne Oldu Sana' idi. Hans Fallada'nın yazdığı romanı Yılmaz Onay oyunlaştırmış ve Barış Erdenk belleklerde iz bırakacak bir yorumla sahneye koymuş. DEÜ GSF'de oyunculuk dersi veren yönetmeni alkışlamak gerek. Çünkü magazinel olmadan bir çok başarılı oyunun sahnelenmesinde imzası var. Songül Öden ve Deniz Celiloğlu ki kendini Aksanat'ın bir zamanlar çok iyi oyunlar sahnelenen prodüksiyon tiyatrosundan beri izlerim, çok iyi yansıttılar bize canlandırdıkları karakterleri. Usta sanatçı Gülsen Tuncer de yer alıyor oyunda. Gidilip görülmesi gereken bir oyun. Yoksulluğun, kimlik kazanabilmenin, yaka renklerinin önemi tiyatronun evrenselliğinde ve müzikle dansın birleşimiyle çok iyi yoğrulmuş.

İkinci oyunsa, sevgili arkadaşım, derin tiyatro bilgisi ve akıcı oyun çevirileriyle hep danıştığım Şükran Yücel'le birlikte izleyip hayran kaldığımız İDT Tekel Stüdyo Sahnesi'ndeki 'Michalengelo'. Evet, dahi sanatçının Sistine Şapeli'nin tavanını resmettiği sürece odaklanan ve büyük sanatçının tüm yönlerini çok açık bir şekilde anlatan bu oyunu yazan gencecik bir Türk yazar:Irmak Bahçeci. 1983 doğumlu bu yetenekli yazar, kendini tanıtırken önce resim yapmayı, okumayı öğrendikten sonra da yazmayı çok sevdiğini anlatıyor ve yaşamı da aynı şekilde yönleniyor. Önce MSGSÜ Resim Bölümü daha sonra da AÜ Tiyatro, Dramatik Yazarlık bölümü. Okurken tiyatronun her yönüyle besliyor kendini. Ve işte böylece Michalengelo'nun dehasını çevreleyen yalnızlığını nasıl da vurucu bir dille yazıyor. Usta oyuncu Atila Şendil sahnede daha bir devleştiriyor ölümsüz dehayı. Bu arada ışık ve dekorun bu başarılı oyundaki büyük katkısını vurgulamadan geçmemek gerek. İyi ki izledim dediğim oyunlar listesine eklediğim oyunlardan biri oldu ve lütfen kaçırmayın, fırsat yaratın diyorum.

Bu iki düşündüren ve etkileyen oyundan sonra Neil Simon'un 'Parkta Çıplak Ayaklar' adıyla yıllarca Brodway'de sahnelenen oyunu, Nedim Saban'ın uyarlaması ve yönetmesiyle Cihangir'de bir çatı katında geçen, insanın içini ısıtan bir komediye dönüşen 'Aşka 103 Adım'ı' izledim. Suna Keskin'in meraklı kız annesi, Özge Özberk ve Bülent Seyran'ın yeni evli bir genç çifti kendi renkleriyle canlandırdıkları oyuna kaptan rolündeki Ümran Ertok farklı bir renk katıyor. Oyunda çatı katı dekordan çok daha fazlasını adeta beşinci karakteri canlandırıyor ve oyundan çıkarken yeşil ve kırmızı renklerin arasındaki sarının önemini daha bir iyi kavrıyorsunuz...!

Sıra 2013'de izlediğim oyunların ilkinde. Evet, bu kez sabırsızlıkla beklediğim Krek'deyim. Berkun Oya oyunlarından belleğime bir yenisini daha ekleyeceğim. İlk ikisi Garaj İstanbul'da izlediğim 'Bomba' ve 'Bayrak'. Daha sonra ise geçen yıl yine soğuk bir akşamda Santral İstanbul'daki yerleşik sahnelerinde gördüğüm ve çok sevdiğim 'Güzel Şeyler Bizim Tarafta' geliyor. Sıra 'Babamın Cesetlerinde' şimdi. Bu oyun da yine geçen yılki sistemde sahneleniyor. Kulaklıklarınızla camdan bir kutunun içindeki oyuncuların nefeslerini dahi duyuyorsunuz ve izleyici olarak ilginizi daha bir yoğunlaştırıyorsunuz. Klostrofobik bir oyuncu yok herhalde diye yorumlarken de buluyorsunuz kendinizi bir yandan. Oyun insanoğlunun kadim çıkmazlarından baba oğul ilişkisi üzerine üst metinde. Ama yine bir İzmirli, Öner Erkan'ın küçük oğul, Kaan Taşaner'in büyük oğul ve baba Şerif Erol'un olağanüstü yorumlarını izlerken kendinizden, çevrenizden öyle yakın noktalar buluyorsunuz ki oyun bittiğinde alkışlamaya başlamadan donup kalıyorsunuz bir an ve oyunun adını çok daha derinden kavrıyorsunuz. Çıktığınızda dışarıdaki soğuk hava ancak kendinize getiriyor sizi.

Ve ertesi akşam Kenterler'in  artık tanıdık bir yer gibi duyumsadığım salonlarına daha dingin bir oyun özlemiyle gidiyorum. Donald Marguiles'in Defne Halman ve Balam Kenter tarafından çevrilen Kadriye Kenter'in hem yönettiği hem de Ruth Steiner adlı öykü yazarını canlandırdığı oyunun diğer kişisi Defne Halman, Steiner'in önce asistanrı sonra rakibesi rolünde. Oyunun broşüründe de yazıldığı gibi iki edebiyatçının kimlik sorgulaması çok yalın ama bir o kadar da vurucu aktarılıyor. Ve yine 'Tiyatro insanın aynasıdır' diyerek alkışlarınızı bırakıp ayrılıyorsunuz komşunuz tiyatrodan...

İzlediğim ve yazmaya çalıştığım tüm bu oyunlardan çok daha fazla görsel ve yazılı medyada tanıtımını yapan 'Mi Minör' yolundayım her zamanki coşkumla. Çok şey  okudum ve izledim oyun hakkında. Meltem Arıkan yazmış oyunu. Pinima ülkesinde her şeye başkanın karar verdiği, kendine özgür(!),demokratik ülkenin sınırlarına girmiş oluyorsunuz Maçka küçük Çiftlik Park'taki çadıra adım atınca. Oyunun polisleri bilet/ pasaportunuzu kotrol ediyor.Oyuncuların gardıropları oturma setlerinin hemen önünde. Setlerin ortası açık sahne zaten. Karşınızda dev bir ekranda Pinima'da günün dizisi, reklamları akıp geçmekteyken oyunun baş kişilerinden piyanist (Pınar Öğün) Chopin'in Mi Minör 4. prelüdünü çalma yasağıyla karşılaşıyor. Çünkü Mi Minör müzikte kadın sesinin simgesi ve aynı zamanda hem isyan hem de yapıtta derin üzüntü yanında umudu barındırıyor. Böylece oyunun başladığı anlaşılıyor. Oyunda ayakta bilet de satılıyor. Amaç izleyicinin de oyuncu olması. İsterseniz,  akıllı telefonlar vb ile oyunu sosyal medyada paylaşabiliyorsunuz. Ses düzeninin tüm dünyada yalnızca beş yerde kullanılan ileri bir teknoloji ürünü olduğu daha önceden duyurulsa da ne yazık ki bazı konuşmalar tam anlaşılmıyor. Memet Ali Alabora, iki partili ülkenin her iki partisinin de tek başkan adayı başkanı rolünde, her an halkını düşünüp, her an yeni duyurularla halkı adına her an yeni karar alıyor. Meltem Arıkan söz oyunlarıyla acı gülümsemeler yaratıyor izleyenlerin yüzlerinde; yargıtay- yazgıtay, satılan düşünce özgürlüğü, kutsal ailede kadının rolü, tartış-ma programı ve katılımcı bayan Ar(a)gaz,halkın en çok okuduğu kitap:25 Kitap Özeti, ergenhane,kadınların dondurma yalama yasağı, düşman uzaylılar/gerçekler, işlenmesi muhtemel suçlar için peşin hükümlülük, feshedilen dışişleri gibi.

Piyanist ve bir kaç genç oyuncu, karşıt sesi müzik ve sözle harmanlayıp her kezinde iri kıyım polis tarafından göz altına alınıyorlar.Bu arada izleyici/ oyuncularla da röportaj yapılıp ekrana yansıtılıyor. Ve iki saat böylece geçiyor.Oyunun finali gerçekten çarpıcı, bu kadarına da pes dedirtecek cinsten. Çıkarken zıt duygular içindesiniz. İyi bir projeye çok fazla öğe eklendiğini düşünüyorsunuz. Daha yalın hep daha mı güzeldir derken bir yandan da çok emek de vermişler demek olası.Belki de tam nesnel düşünmemekten geliyor bu karşıt düşünceler. Çünkü Memet Ali Alabora'nın aktivist yönü, Pınar Öğün'ün unutulmaz Türkan Saylan yorumu belleğinizde. O yüzden mi farklı bir yorum muydu beklediğim?

Tüm yazdıklarımın özüne gelince: İyi ki genç yazarlarımız, yetenekli yönetmenlerimiz, oyuncularımız var ve onlarla temiz, taze nefesler alabiliyoruz ve yaşasın tiyatro...