Bir İzmirli olarak Kordon'un Cumartesi irfanına(!) vakıf olmayalı uzun bir süre geçtiğini düşünerek sevgili dostlarımla bugün orada buluşmaya karar verdik. Diyanet işleri Başkanı'na kendi adıma teşekkür etmeyi bir borç biliyorum. Açıklamalarıyla esinlendirdi ve irfanın sözlük anlamlarından birinin kültür olduğunu da öğrenmiş oldum. Ve İstanbul için ne çok yazmış olduğumu, İzmir'imi ne çok ihmal ettiğimi de fark ettim.
Onca yağmurlu ve bulutlu günlerden sonra tazecik bir yaz günündeydi İzmir bugün. Yaşam keyfini çok seven şehrin insanları her zaman olduğu gibi Kordon'a akın etmişti.
Bizim ilk durağımız DEÜ rektörlüğü'nün ön bahçesindeki Eylül Cafe'ydi. Yazmadan geçemeyeceğim,ağaçların gölgesindeki bu güzel cafeye güncel yaklaşımlara inat güzel bir şarap menüsü de eklenmiş. Her akşam dokuza dek mutfağı açık.Daha geç saatlere kadar oturmak isteyenlere de çatı katındaki körfez manzaralı lokanta hizmet veriyor ki orada yüksek lisans kutlamalarından,bir öğrencimin nişan yüzüğünü takmaya, DEVAK İlköğretim Okulu'nun gönüllü çalışmalarındaki toplantılara,GSÜ'ye geçerken veda yemeğime dek uzanan bir çok güzel anım da vardır.
Neyse, sıra Lucien Arkas'ın kentimize kazandırdığı kendi adını taşıyan sanat merkezindeki Naci Kalmukoğlu ''O Bir Yıldızdı''
sergisindeydi. Sergi adını ünlü ressam Mahmut Cuda'nın sanatçı için söylediği ''O bir yıldızdı. Ama parlaklığını görebilmek için, insanın biraz başını kaldırarak etrafına bakması gerekiyordu.'' sözlerinden alıyor. Naci Kalmukoğlu 1917 devrimi sonrası Türkiye'ye göç etmiş 1934 Soyadı Kanunu sonrası Türk vatandaşı olarak Nikoali Kalmikoff olan adını geçmişinde bırakmış, ancak tüm disipliniyle çok sayıda yapıt sığdırmış 55 yıllık yaşamına.Güzelim çiçeklerle bezediği natürmortları, 1920-1950 arası Boğaz manzaralarının yanında sevgili Emek Sineması, Süreyya Operası ve İzmir Elhamra Sineması'ndaki duvar resimleri de onun elinden çıkmadır.Bir de çingene kompozisyonları, hele çingene güzeli Pembe tabloları unutulmaz. 28 Nisan'a kadar açık olan bu sergiyi Pazartesi ve Perşembe dışında saat on - on sekiz arasında görmenizi içtenlikle öneririm.
Bu doyurucu sergiden sonra Kordon turumuz başladı. Unutulmaz belediye başkanımız Ahmet Priştina'nın anısına sevgiyle, rakı balık keyfiyle dolu masaların arasından İzmir Cumhuriyeti'ne kimse gölge etmesin dualarıyla dolaştık (İzmirlinin duası da böyle oluyor işte).
Sonra biz de bira keyfi yaptık dostluğun sohbetinin eşliğinde, Kordon Cafe'de, yanımızdaki masada nargile keyfi yapan güzel kızları selamlayıp fotoğraflayıp arkamızda Atatürk Müzesi, o güzel yapıda ve yanında yine eski yalılardan birinin ahşap panjurlarındaki kuşların eşliğinde. Buzlu badem satıcıları geçti kaldırımdan. Gün eksilirken, insanlar her yaştan arttı çimlerin üzerinde.
Midye dolması satanlar,balonlarını kalp şeklinde dizen baloncu, seyyar arabasıyla kumrucu,tertemiz park yerlerindeki faytonlar,on yavrulu tavşanına niyet çektiren yaşlı adam, çocuklara ışıklı oyuncak satan hanım dönüş yolumuza çıktılar birer birer.
Ve İzmir'in gün batımı bile pırıl pırıl diyerek yürüdük durağa doğru... Her şey İzmir'e yakışır güzellikteydi bugün. Ah bir de otobüsler daha sık gelse hafta sonlarında ve İstanbul'da olduğu gibi kalabalık otobüslere binerken orta kapılar açılsa da Kentkartlar elden ele uzatılıp kullanılsa...Eh, ne demiş eskiler: ''bu kadar kusur kadı kızında da bulunur.''

Herkese kordon irfanı kadar güzel Pazarlar dileğiyle...
Çocuklar umuttur, çocuklar hayattır ve çocuklar gelecektir. Çocukların gözleri dünyanın en güzel ışıklarını ve renklerini yansıtırlar. Ve o gözlerden yaş akmasına neden olanlar insanlıktan uzaklaşmışlardır, ötesi yoktur.
Ben Yağmur'un gözlerine iki yıl önce baktım. On yaşındaydı o zaman. Ama gözleri yaşından çok büyük bakıyordu. Sevgiyle bakınca yine on yaşına dönüyordu, birden parlıyordu tüm çocuksuluğuyla. Annesi, o güzel annesine kanat oluyordu duruşma salonunda.
Hep birlikte yaşlandırdık Yağmur'un gözlerini. Duyguları yaşlandı Yağmur'un, göz pınarları değil. Babasını beton hücrenin kokusu sardı, Yağmur'u baba kokusundan uzak kalmak...
Ve bugün babasının eski hücre arkadaşları dayanamayıp açıkladılar Yağmur'un başına gelenleri. Hani Norveç'te Dünya'ya duygularıyla seslenmiş, babasını anlatmıştı ya, hem de Fransızca yapmıştı konuşmasını. Okulunda öğrendiği dilde, hani birçok anne babanın çocuğunu okutmak istediği, bu vatanın yetiştirdiği, özgür düşünceli ozanımızın adını taşıyan okulda öğrenciydi ya....
Yağmur'un gözleri yaşından çok büyük baksa da yüreği çocuktu. Konuşmasında," bana teröristin kızı gibi davrandılar" demişti ya, Nazlıcan'dan sonra sıra ona gelmişti işte. Anlamaya çalışmadılar, empati kurmadılar, notlarını sıfırlamak gibi etik dışı bir yöntem seçtiler.
Okudum, okuduğuma inanamadım, bir kez daha okudum. Ve kanım dondu. Her işkence ya da şiddet fiziksel olmaz. Duygusal işkence ve şiddet doğrudan yürek dağlar. Yağmur anneleri babaları haklı ya da haksız suçlanıp onların demir parmakların ardında nefes almasını, zincirlenmiş yürekleriyle yaşayan tüm çocukların simgesidir ülkemizde. Umarım ki okul yönetimi bu haberin asılsızlığını kanıtlasın, Yağmur'un yanında olsun.
Çünkü,kimlere kıydık, kimleri öldürdük, kimlerin ölümüne seyirci kaldık ve nice acılar yaşadık unuttuk kuşaklar boyu, bir kaç dakika için anımsayın başımızı gömdüğümüz karanlıktan çıkarıp yalnızca bir kaç dakika... Yağmur'un başına gelenlerin bir gün bizim yakınlarımızın başına gelebileceğini duyumsamaya çalışın; ne yapardınız?
Yağmur'un gözlerine bakabiliyorsak ne mutlu bize...
Günlerim ya izlemekle ya da yazmakla geçer benim emekli olduğumdan beri. Zaman gelir çeviri yapmak isterim, zaman gelir yalnızca yürümek, okumak ve düşünmek, dostlarla birlikte olmak. Bazı anlar gelir durmaksızın yazmak isterim. İstanbul'daysam sürekli sanat etkinliklerine katılır, ruhumu doyururum. Yaratıcı beyinlerin yapıtlarını dinlemek, izlemek,okumak yaşamın değerini çoğaltır en derinden.
İki haftadır İstanbul'dayım. Çoğunluğu sevgili Şadan Ablam'la günde iki üç hatta dördü bulan sanat turlarındayız. Gittiğim her etkinliğin broşürünü arşivlediğim ve bir gün belge olarak torunlarımın ilgileneceğini umduğum için şöyle bir inceledim son iki haftayı ve inanamadım yoğunluğuna.
Önce filmlerle başlayayım: Fransız Kültür Merkezindeki 'Dağ Filmleri Festivali' doğa ve dağ seven insanların başardıklarına odaklıydı. Dördünü izleyebildim, hepsini çok sevdim. 'Özgürlük Sandalyesi' unutulmazlarım arasına girdi. Geçirdiği kazadan sonra belinden aşağısı tutmayan kayak şampiyonu Josh Dueck'in sandalyeli kayağıyla yeniden karlara dönüşü ve şampiyonluğa uzanışını insanın istemiyle nelere ulaşabildiğini en etkili şekilde anlatan bir filmdi.
Pera Müzesi'nde 2-17 mart arası 'Yemek ve Sinema' film etkinlikleri var. 'Sarayın Tadları' ilk izlediğim filmdi. Elyse'e Sarayı'na başkanın özel aşçısı olarak seçilen Hortense Laborie'nin anılarını görsel bir şölene dönüştürmüş yönetmen. 'Braslar Arasında' ise üç yıldızlı Michelin restoranı sahibi Fransız şef Michel Bras'ın işini oğluna devrediş süreci çok sürükleyici ve tüm anne baba ve çocukların kendilerinden bir şeyler bulacağı bir belgeseldi.Cumartesi ve Pazar toplam üç film daha var görmek istediğim.
Filmler bunlarla bitmiyor. Kelebeğin Rüyası'nı da izledim. Çok emek verilmiş, etkileyici bir film. Her şeyden önce iki genç şairi geniş kitlelere tanıttığı için önemli. Ve görüntü yönetmeni Gökhan Tiryaki çok başarılı.
Beyoğlu Sinemasında oynayan 'NO' Pinoche Şili'sinde 1988'de gerçekleşen referandum sürecini anlatıyor genç bir reklamcının gözünden. Mutlaka görülmesi gereken ama ne yazık ki sinema zincirlerinde gösterim bulamayan bir film.
Woody Allen sinemasını seven biri olarak 'Uzun Boylu Esmer Adam' da gördüklerimin arasında. 2010 yapımı film bir çok başarılı oyuncudan oluşan kastıyla günümüz insanının karmaşık yaşamlarından yola çıkmış. Özellikle anne rolündeki Gemma Jones çok başarılıydı. 'Timothy Green'in Sıradışı Yaşamı' sevgi dolu, fantastik öğeler içeren çocuk üzerine kurulu ailelere değinen sıcacık bir film. Sinematografik değeri olmasa da hep iyilikle dolu masalları anımsatan bir film. Bugünkü proramda ' Eve Dönüş Sarıkamış 1915' var. O da doğanın zor koşullarında, savaş sahnesi olmadığı ve çok kayıp verdiğimiz bir savaşı anlattığı için görmek istediğim bir film.
Üç oyun izledim bu arada. Altın Ejderha Dot'un sahnelediği, bir Çin restoranından, farklı kimliklerle farklı dünyaları getiren bir oyun. Sert ve güncel oyunları değişik sahneleme teknikleriyle sunan tiyatronun bu oyunu kimlikleri yansıttığı için hoşuma gitti ve severek izledim. Aynı şeyi en iyi yönetmen ödülünü aldığı için görmek istediğim 'Ölüleri Gömün' için söylemek zor. Her şeyden önce alışveriş merkezlerindeki sahneler insanı hiç çekmiyor. Salona çok abartılı gelen dekor ve bol ses ve duman efekti zorladı izlerken.
Dün akşam Işık Lisesi'nde yeni kurulan 'Tedbil-i Mekan Prodüksiyon Tiyatrosu'nun ilk oyunlarının prömiyerindeydik. Şebnem Sönmez'in yönetmenliğinde, Zerrin Sümer ve Ayberk Attila'nın başrollerinde olduğu Eski Moda Komedya'yı izledik. Gidin, izleyin naif ama içinde nice zariflik gizleyen bu oyunu.
Pera Müzesi'ndeki 'Çöl ve Deniz Arasında' görülecek sergilerden. Ürdün Ulusal Güzel Sanatlar Galerisi'nden bir seçki ve kültürün sanattaki yansımasını çok net görebilirsiniz renkler ve figürlerde. Ama amatör bir fotoğrafçı olarak, sakın kaçırmayın diyeceğim Nickolas Muray sergisi de 21 Nisana dek aynı müzede. Özellikle portre fotoğraflarını ve Frida Kahlo'yu sevenler için.
Müziğe geçmeden önce tutkunun dansı ve müziği Tangoİstanbul gösterisinden söz etmekte yarar var. Biz 10 Mart Tango Poison gösterisine gittik. Sahnede Arjantin'den Sexteto Milongiero topluluğu iki saat süresince enerjilerini hiç yitirmeden güzelim müzikleriyle bize de hayat verdiler. Türk ve yabancı çiftler özellikle final danslarıyla tangonun tutkusunu yaşattılar.
Son bölümü müziksiz yaşamın değersiz olduğuna inandığım için dinletilere ayırdım. CRR ve Lütfü Kırdar gibi iki salonun varlığı ne unutulmaz dinletilere tanıklık etmemizi sağlıyor. Dame de Sion Lisesinin eski şapeli de 2006'dan beri müzik ve tiyatro salonu olarak nice etkinliğe ücretsiz yer veriyor. Orada müzik dinlemek ayrı bir zevk. Tuba Özkan ve Ayşegül Kirmanoğlu'nun viyola- klarnet resitaline ve büyük sanatçı Ayla Erduran'ın Stephane Blet'in piyanosu eşliğinde verdiği dinletisine katıldım. Yine Medica Kliniğinin müzikseverler için kapılarını açtığı mimozaların gölgesindeki o zarif köşkte Orion Quartet'i dinlemek çok keyifliydi.
Borusan Filarmoni'yle Daniel Müller-Schott gibi bir çellisti dinledim. Şadan Abla'mın davetiyle gittiğim Milli Reasüarans Oda Orkestrası'nın 'Kuzey Işıkları' temalı konserinde piyanist Valeria Vetruccio çok başarılıydı. Ve ikinci yarıda Tchaikovski eserleri yine ruhuma dokundu.
CRR'de, dört farklı türde konser izlemek de gönül zenginleştiren deneyimlerdi. Monica Molina buğulu sesiyle ülkesinin en güzel şarkılarını söyledi.Kerem Görsev 'Therapy Project' albümündeki parçaları Ernie Watts, Kaan Yıldız ve Ferit Odman'la CRR Istanbul Senfoni orkestrası eşliğinde yorumlarlarken sahnedeki o güzel ışıklarını hepimizin üzerine serptiler. 5 Mart'ta Derya Türkan ,Kayhan Kalhor Ve Sokratis Sinopoulos kemençeleriyle Ail Bahrami Fard santuruyla tüm virtüözitelerini yansıttılar doğaçlama parçalarıyla. Ve CRR' son olarak 'Elişi'; Şirin Pancaroğlu ve Meriç Dönük arpleriyle, iki perküsyon sanatçısı ve Maarteen Ornstein'in hem saksafonı hem de klarnetiyle yorumladığı Mircan Kaya'nın vokal olarak katıldığı etkinlikte türkülerimizi tüm renkleriyle yeniden harmanlayıp sundular biz izleyicilere.
Yeni etkinlikleri yazmak dileğiyle sanat dolu günlere.
Yıllar önce not defterimin ilk yaprağına yazdığım bir söz vardı,''Kültür,her şey unutulduktan sonra akılda kalandır''. Çok etkilendiğim ve her geçen gün değerini daha iyi anladığım ama ne yazık ki o eski not defterimi bulamadığım için söyleyenini unuttuğum tümce.Çünkü kültür sözlük anlamıyla 'bir toplumun tarihsel süreç içinde ürettiği ve kuşaktan kuşağa aktardığı her türlü maddi ve manevi özelliklerin bütünüdür' ya da 'bir toplumun yaşayış ve düşünüş şeklidir'. Kültür bir toplumun kimliğini oluşturup, diğer toplumlardan farkını sağlıyorsa, bizden sonraki kuşaklar 21. yüzyılın ilk on-on beş yılındaki kültürümüzü nasıl değerlendirecekler acaba?
Son yıllarda kültürümüze yerleşen beton ormanları, karartılan kitlesel medya iletişimi, sansürlenen sanat ve tüm bunlara karşın inadına yaşayan bir topluluk olarak gitgide küçüldüğümüzü duyumsuyorum. Betonlaşmanın gözlerimizi bozan,içimizi karartan etkilerini yazmak istiyorum bugün öncelikle.
Emek Sineması da iskelelerle çevrilmiş, yıkım başlamış. Her zamanki gerekçe hazır; yenileme. Hemen yandaki Demirören yapısında görüyoruz yenilenmenin anlamını.Ya da Mis Sokakta yeniden açılan İnci pastanesine bir gidin, o eski vitrinlerini anımsayın yeni yerindekilerle karşılaştırın, aradaki farkı görürüsünüz. Çalışanlarının dediği gibi, 'Bir gece geldiler ve her şeyi parçaladılar'. Belki küçük sorunlar gibi gelebilir önemsediklerim. Eğer bu yıkılanlar kültürümüze yerleşmiş öğelerse, değerlerini yadsıyamazsınız. ufağıyla, büyüğüyle müthiş bir talan yaşıyoruz hep birlikte.
Mimarlık tarihinin seçkin bilim insanlarından Afife Batur'la bir kaç kez İstanbul turlarına katılmıştım. Afife Hanım'ın dediği gibi, '' Restorasyon adı altında surların yenilenmesini gördükçe içim sızlıyor. onların da eskimesini beklemekten başka yapacak bir şey yok''. İroninin güzelliği böylesi tümcelerde gizli değil mi?
Geçen gün yeni Unkapanı Köprüsü'nü gördüm. Süleymaniye'nin zarif siluetini nasıl bozmuş anlatamam. Büyük ozan, dil ustası Can Yücel'in sağ olup da o zekice sözcükleriyle küfretmesini ne çok özlüyorum bu aralar.
Topkapı Sarayı'ndan çıkıp karşıya bakın, gökkazıyanların, güzelim Sultan Ahmet Camiinin minarelerinin arasından fışkırdığına tanık olun.
Yalnızca bir İstanbul sever olarak yazıyorum bunları ve tüm sözünü ettiklerim tarihin en anıtsal belgeleri. Güncelliğini koruyan Vatikan seçimlerinden aklıma İstanbul gibi kadim şehir Roma geliyor. Yıllardır tarihi Roma sınırlarına hiç bir motorlu araç giremiyor. Öylesine değer veriyorlar. Hele bizdeki gibi bir iki yüzyıllık mimari yapıları yıkıp yeniden yapmaya yeltenseniz Avrupa şehirlerinin hemen tümü kimliksiz kalır.
İstanbul'u üçe katlamaya hazır bir çok proje türetirken neden bu denli karmaşık bir yapılaşmada ayak direrler? Niçin çok sevdikleri o yüksek yapıları belli bölgelerde toplamazlar? İnci gibi işlenmiş eserleri niye yetkin koruma altına almazlar? Bilimsel olarak çok rahatlıkla yanıtlanacak bu soruları,mimarlık diplomasına sahip belediye başkanları algılamak istemiyorsa, bizler ne denli karşı olsak da durduramıyoruz.
Ve en kötüsü de meslek odaları artık denetim dışı bırakılıyor. Bu arada İstanbul en yoğun anıt yapıta, nüfusa ve ekonomik yatırıma konu olduğu için, hep göz önünde olduğu için aklımda, gönlümde. Ya, Anadolu'nun güzel yerleşimleri nasıl değişiyor; farkında mıyız? Her yer aynı tip rengarenk boyanmış çok katlı yapılar ve yolları tıkayan araçlarla dolu. AVMler çöplüğü ve taklitçi cafe zincirlerinden içim bulanmaya başladı her gittiğim yerde.
Doğaldır ki, bu genellemeden uzak tutabileceğimiz bir kaç kentimiz var yalınlığın güzelliğine inanan. Ve hala özgünlüğünü koruyan bir kaç köşe de bulabilirsiniz her yaşanan yerde eğer biraz araştırırsanız ve yüreğiniz aydınlanır umut çiçekleriyle.