30 Eylül 2013 Pazartesi

SEVGİLİ ÖĞRENCİLERİMDEN BİR KAÇ ANI

Benim sevgili öğrencilerim için yazmak istiyorum bugün. Eylülün son günü. Emekli bir öğretmen okullar yeni açıldığında daha çok düşünür öğrencilerini. Çünkü yıllarca bugünlerde hep onlara neyi nasıl daha iyi öğretebileceğinin uğraşında olmuştur.  Ve hep sevgilerini saklamıştır en derinde.Bugün denize baktığında nasıl dinlendiriyorsa ruhunu, yıllarca onların gözlerinden almıştır yaşama sevincini.   

Bir gün gelecek anılar kitap olacaktır. Ama ilk olarak bu satırlarda bir kaç anıyla başlamak iyi olacak diye düşünmektedir belgince.

Sona hiç unutamadığım beni çok etkileyen bir öğrencimdi. Ben onda yaşam mücadelesini öylesine açık gördüm ki o yüzden başlarken Sona ilk oldu, anlatmak istediğim. Kapkara gözlüydü Sona. On kardeşin en büyüğüydü. İzmir'e  göç etmişler, o da Anadolu Ticaret Lisesi'ni kazanmıştı. Benim ilk öğrencilerimdendi. Sorulara, alıştırmalara ilk yanıtlar hep ondan gelirdi. Yaşıtlarından çok farklı ve çok ciddiydi çoğu zaman. Bir gün nedenini öğrendim ondan. Okuldan döner dönmez tüm kardeşlerinin sorumluluğu üstüne biniyor, yemelerinden uyumalarına dek annesine yardım ediyor ve çoğunlukla ödev ya da sınav hazırlıklarını ayağında küçük kardeşlerinden birini uyuturken yapıyordu.Daha bir sevdim onu, bunları duyunca.

Sona çalışma azmini hiç yitirmedi. Ve Boğaziçi Üniversitesi İngilizce Öğretmenliğini kazandı. Artık haber alamasam da onun çok iyi bir öğretmen olduğunu biliyorum. Yolu hep açık olsun.

Yıllarca Dokuz Eylül Üniversitesi Yabancı Diller Yüksek Okulunda ders verdim. Çok sevgili arkadaşlarım ve öğrencilerimle acı tatlı anılarım oldu. Tıp fakültesi öğrencilerine kendi yerleşkelerinde ders verdik dört yıl boyunca. Derslerin başlamasından sonra üç dört hafta daha yeni geçmişti. Bir Pazartesi derse girdiğimde öğrencilerimden birinin olmadığını fark ettim. Ne yazık ki Cumartesi günü Konak tarafına gitmiş ve karşıya geçerken bir araba çarpmış, yoğun bakıma kaldırılmıştı. Nasıl saygılı ve sevgi dolu bir delikanlıydı. Ondan sonra, her gün dersim biter bitmez odasına uğruyor ve bitkisel yaşamdaki fidanın yanında, Tunceli'den gelen ailesiyle zaman geçiriyor, umutla bekleyen arkadaşlarıyla gözlerini açmasını bekliyorduk.

Doktorların umutsuz gördüğü, geleceğin doktor adayı aylar sonra gözlerini açtı yeni doğmuş bir bebek gibi. Ailesi Hacettepe'de tedavisini sürdürdü. Belki doktor olamadı ama ailesinin desteğiyle yaşama döndü.

Galatasaray Üniversitesi'nde üç yıl çalıştıktan sonra emekli oldum. Babam çok ağır bir ameliyat geçirmişti ve çok istemişti emekli olup İzmir'e dönmemi. GSÜ öğrencilerinden çok şey öğrendim. Derslerimiz genelde son saatlerde olduğu için benim sınıflarımda huzur duyduklarını söylerler, günün ağır yükünden sonra güler yüzlü derslerde dinlendiklerini sık sık dile getirirlerdi. Hazırlık öğrencileri daha çocuksu ve neşeliydiler. Bir gün konu gereği karakterle ilgili sözcükleri öğretirken bir öğrencim:'' Sizde Kızılderili ruhu var.'' demişti. Çok hoşuma gitti bu analiz doğrusu. İçimdeki beni bundan daha iyi anlatan bir tanımlama olamaz diye hiç unutmadım.

Emekli olup babam iyileşince İTÜ Maçka Yerleşkesinde ders verdim bir dönem. Meslek yaşamımdaki en güzel zamanlardandı. Dört yıl önce hepimiz daha özgürce anlatıyorduk istediğimizi. Öğrencilerimiz de öyleydiler. Hala haberlerini yakından izlediğim,sevgili kız öğrencilerimden birinin aktivist ruhu coşku verirdi bana. Mezun olduktan sonra da hiç yitirmedi heyecanını. Yurt dışında gönüllü çalışmalara katıldı, fotoğraflarıyla da çok şey anlattı, sözleriyle de. Umutları hep sürsün.

Şimdilik bu kadar diyelim, bir gün kitap olsun sevgili öğrencilerimle paylaştıklarımız diyerekten.       


    

27 Eylül 2013 Cuma

MENEKŞELER YANMASIN

Dün 'Menekşe'den Önce' filmini izledim ve 2 Temmuz 1993 Sivas Madımak Otelinde kaldı yüreğim.Sakın dayanamam, gidemem demeyin. Çünkü insan olan, vicdanı olan herkesin MUTLAKA izleyip unutmaması gereken bir belgesel. Çünkü o görüntüler ve otelde o kapkara saatleri yaşayıp sağ kalanların tanıklığında yapılmış bir film.

Önce Menekşe ve annesi Hüsne Kaya'yı tanıyın, sonra Serdar Doğan'ı, o güzel gözlerindeki acıyla herşeyi anlatan Neval Balkız'ı, 'Gri Gül' öykülerinin yazarı Lütfiye Aydın'ı ve sadece dinleyin. Görüntülere dayanamam derseniz, yalnızca oradan gelen her sesi ve sözü ve Fazıl Say'ın piyanosunu dinleyin...

Menekşe, filmin kahramanı. 14 yaşındaki ablası Menekşe'nin ve 12 yaşındaki abisi Koray Kaya'nın yanarak uçmasından üç yıl sonra doğmuş, babasının terk ettiği, annesinin kol kanat gerdiği, bugün Sivas Cumhuriyet Üniversitesi öğrencisi olan hepimizden güçlü Menekşe.Mor menekşelerin naifliğinde,ama bir çınar ağacı kadar güçlü gencecik bir kız.

Annesi Hüsne'nin, Menekşe'nin saçını taradığı sahneyi unutmak zor. Üç yavrulu Hüsne Ana tüm derdini Menekşe'nin saçlarını durmaksızın tararken anlatır, tarar anlatır, tarar, tarar... Bir de yıllar sonra Madımak'da yapılan anmadaki haykırışına kulak verin olur mu? 

Hüsne Ana, haberi nasıl almıştır biliyor musunuz? Hacdan dönen komşularını ziyarette. İşte böyleydi birbirlerinin inancına saygı, eğer kışkırtıcılar olmasaydı. 

Serdar Doğan, kardeşi Serkan'ı yitirmiş, elektrikler yangından ötürü kesik olduğundan morgda donmamış ve dayısı kimlik saptaması yaparken nefesini farkedince yaşama en kıyısından tutunmuş kara yağız  Serdar. Sesinin acısı apaçık Serdar. Dayısı demiş ki: ''Ah, keşke babanın kardeşini kaybettiği acısının, senin yaşadığını öğrendiğindeki sevincinin yüzünde aynı anda yansımasını belgeleseydik, başka hiç bir yapıta gerek olmazdı bu katliam için.''

Lütfiye Aydın, herkesin altın kalpli annesi, eşinin Latif'i, gerçek bir öğretmen ufacık bir hava kırıntısına karanlıkta koşup atlayan, üzerine düşen onca cam ve çerçeve yanığından sonra hayata yeni doğmuş bir bebek gibi dönen Lütfiye öğretmen. Eşinin özeni ve sevgisiyle kendini anımsayan o güzel insan.

Neval Balkız, tam bir bilim insanı olarak tüm olanları en öznel şekliyle bize aktaran ve kavratan o acı yeşil gözlü ve güçlü kadın.

Unutamayacağım görüntülerden biri de, tüm aydınların ve sanatçıların iyi niyetli bekleyişi, devlete duydukları güven, nasıl olsa kurtarırlar bizi düşüncesi ilk saatlerde. Saldırılar başlayınca kendilerini korumak için tek silahları olan süpürge sopaları nasıl da eğri durmuş o ozanların elinde.

Beklerken çalınan mızıkanın notaları nasıl da ağır gelmiş yüreklerine. Susamışlar, korkmuşlar, birbirlerine sarılmışlar ve sekiz umarsız saatin sonunda ateşin içinden geçmişler. o güzel insanlar, tam otuz beş can ki içlerinde dostlarının şenliğine katılmış Carina'da var,otelin iki görevlisi de ve Nesimi Usta, Asım Bezirci, Metin Altıok, Hasret Gültekin, Behçet Aysan, Muhlis ve Muhibe Akarsu, Asaf Koçak gibi beyinleri ve yürekleri parıldayanlar sonsuzluğun yüceliğine tüm saflıklarıyla geçmişler arkalarında bize en güzel eserlerini ve sevgilerini bırakarak...

Yakanlar mı? Zamanla aşındılar ya, hiç bir zaman ARINAMASALAR DA...
   
Ve tam yirmi yıl sonra 15 Haziran 2013'de Gezi Parkı'nın o kocaman coşkusundan, müziğinden, halayından, horonundan ayrılıp Taksim Meydanı'na inerken bizi 35 canın anma fotoğrafları vardı ve karşılarında Atatürk Kültür Merkezi'nin önünde konuşlanmış tam korumalı bir polis topluluğu, on dakika sonra gerçekleşecek olan saldırının hazırlığındaymışlar meğer.

O gün oradaki herkesin gözleri ve yürekleri yanarken gazdan, Sivas'da yiten canların anıları da bir kez daha yandı ve o yangına onlar gibi yiten gencecik kurbanlar da eklendi...

UNUTMAYALIM...