Dün 'Menekşe'den Önce' filmini izledim ve 2 Temmuz 1993 Sivas Madımak Otelinde kaldı yüreğim.Sakın dayanamam, gidemem demeyin. Çünkü insan olan, vicdanı olan herkesin MUTLAKA izleyip unutmaması gereken bir belgesel. Çünkü o görüntüler ve otelde o kapkara saatleri yaşayıp sağ kalanların tanıklığında yapılmış bir film.
Önce Menekşe ve annesi Hüsne Kaya'yı tanıyın, sonra Serdar Doğan'ı, o güzel gözlerindeki acıyla herşeyi anlatan Neval Balkız'ı, 'Gri Gül' öykülerinin yazarı Lütfiye Aydın'ı ve sadece dinleyin. Görüntülere dayanamam derseniz, yalnızca oradan gelen her sesi ve sözü ve Fazıl Say'ın piyanosunu dinleyin...
Menekşe, filmin kahramanı. 14 yaşındaki ablası Menekşe'nin ve 12 yaşındaki abisi Koray Kaya'nın yanarak uçmasından üç yıl sonra doğmuş, babasının terk ettiği, annesinin kol kanat gerdiği, bugün Sivas Cumhuriyet Üniversitesi öğrencisi olan hepimizden güçlü Menekşe.Mor menekşelerin naifliğinde,ama bir çınar ağacı kadar güçlü gencecik bir kız.
Annesi Hüsne'nin, Menekşe'nin saçını taradığı sahneyi unutmak zor. Üç yavrulu Hüsne Ana tüm derdini Menekşe'nin saçlarını durmaksızın tararken anlatır, tarar anlatır, tarar, tarar... Bir de yıllar sonra Madımak'da yapılan anmadaki haykırışına kulak verin olur mu?
Hüsne Ana, haberi nasıl almıştır biliyor musunuz? Hacdan dönen komşularını ziyarette. İşte böyleydi birbirlerinin inancına saygı, eğer kışkırtıcılar olmasaydı.
Serdar Doğan, kardeşi Serkan'ı yitirmiş, elektrikler yangından ötürü kesik olduğundan morgda donmamış ve dayısı kimlik saptaması yaparken nefesini farkedince yaşama en kıyısından tutunmuş kara yağız Serdar. Sesinin acısı apaçık Serdar. Dayısı demiş ki: ''Ah, keşke babanın kardeşini kaybettiği acısının, senin yaşadığını öğrendiğindeki sevincinin yüzünde aynı anda yansımasını belgeleseydik, başka hiç bir yapıta gerek olmazdı bu katliam için.''
Lütfiye Aydın, herkesin altın kalpli annesi, eşinin Latif'i, gerçek bir öğretmen ufacık bir hava kırıntısına karanlıkta koşup atlayan, üzerine düşen onca cam ve çerçeve yanığından sonra hayata yeni doğmuş bir bebek gibi dönen Lütfiye öğretmen. Eşinin özeni ve sevgisiyle kendini anımsayan o güzel insan.
Neval Balkız, tam bir bilim insanı olarak tüm olanları en öznel şekliyle bize aktaran ve kavratan o acı yeşil gözlü ve güçlü kadın.
Unutamayacağım görüntülerden biri de, tüm aydınların ve sanatçıların iyi niyetli bekleyişi, devlete duydukları güven, nasıl olsa kurtarırlar bizi düşüncesi ilk saatlerde. Saldırılar başlayınca kendilerini korumak için tek silahları olan süpürge sopaları nasıl da eğri durmuş o ozanların elinde.
Beklerken çalınan mızıkanın notaları nasıl da ağır gelmiş yüreklerine. Susamışlar, korkmuşlar, birbirlerine sarılmışlar ve sekiz umarsız saatin sonunda ateşin içinden geçmişler. o güzel insanlar, tam otuz beş can ki içlerinde dostlarının şenliğine katılmış Carina'da var,otelin iki görevlisi de ve Nesimi Usta, Asım Bezirci, Metin Altıok, Hasret Gültekin, Behçet Aysan, Muhlis ve Muhibe Akarsu, Asaf Koçak gibi beyinleri ve yürekleri parıldayanlar sonsuzluğun yüceliğine tüm saflıklarıyla geçmişler arkalarında bize en güzel eserlerini ve sevgilerini bırakarak...
Yakanlar mı? Zamanla aşındılar ya, hiç bir zaman ARINAMASALAR DA...
Ve tam yirmi yıl sonra 15 Haziran 2013'de Gezi Parkı'nın o kocaman coşkusundan, müziğinden, halayından, horonundan ayrılıp Taksim Meydanı'na inerken bizi 35 canın anma fotoğrafları vardı ve karşılarında Atatürk Kültür Merkezi'nin önünde konuşlanmış tam korumalı bir polis topluluğu, on dakika sonra gerçekleşecek olan saldırının hazırlığındaymışlar meğer.
O gün oradaki herkesin gözleri ve yürekleri yanarken gazdan, Sivas'da yiten canların anıları da bir kez daha yandı ve o yangına onlar gibi yiten gencecik kurbanlar da eklendi...
UNUTMAYALIM...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder