18 Aralık 2014 Perşembe

BABAANNEM

Babaannemi yazmak ailenin en güçlü kadının anlatmak, mübadeleyi anımsamak, çocukluğumu çağırmak ve zor zamanlarda onu düşünüp güç almaktır. 

Karaferye'de doğmuş babaannem. Bir ablası ve dört kızkardeşi ve ailenin en küçüğü bir erkek kardeşiyle,anneleri Leyla Hanım ve babaları İbrahim Bey'le büyük bir aileymişler. Behçet Dayımız Kozacı soy adını aldığına göre ailenin ipekçilikle uğraştığını varsayalım. Ne yazık ki babaları genç yaşta vefat eder. Büyük abla Necmiye hanım, (benim 'Masalcı Teyzemiz' yazımda anlattığım) yardımcı olur Leyla Hanım'a. Kızkardeşler, Fatma, Atiye, Faika, Emine, Rukiye dikiş nakışla uğraşmayı severler. Necmiye Hanımın evlenmiştir. Sıra babaannem Fatma Hanıma gelir. Karaferye'nin Çermen mahallesinin varlıklı ailelerinden Edip Ağa'nın oğlu Şükrü Bey'e isterler. Babanın sağlığında onay çıkmaz. Edip ağa çevresinde geçimsizliğiyle bilinir çünkü. İbrahim bey'in vefatından sonra yeniden isterler Şükrü dedeme babaannemi. Bu kez razı olur Leyla Hanım.


Sevgili  Osman Amcam 1920 doğumlu olduğuna göre yıl 1918- 1919 olmalı. Edip Ağa'nın durumu gayet iyi. Saat kulesinin yanındaki konağına gelin gider Fatma Hanım. Dedem Şükrü Bey, çok narin yapılıdır. Babaannemi çok sever aile. İlk bir iki yıl rahat geçer. Osman Amcam ve ardından ikinci oğulları İbrahim doğar. Ne yazık ki zor zamanlar başlamış, iyi komşuluklar geride kalmıştır. Üstüne Bulgar çetelerinin baskını da ortaya çıkmıştır. 

Mübadele kararından sonra konaklarını paylaşmak zorunda kalırlar ve Edip Ağa bu eziyete dayanamaz, Konağı terk etmelerinden hemen önce babaannemden süt getirmesini ister ve sütünü içip daldığı uykudan uyanamaz. İsteği olmuş, bedeni doğduğu topraklarda kalmıştır. Dedem ve babaannem daha güvenli diye mübadele yoluna çıkmadan son haftaları Leyla Hanım'ın evinde geçirirler. Trenle Selanik Limanı'na gelirler. Babaannem yola çıkış sıralarını beklerken ailenin ilk kızı Muzaffer dünyaya gelir. 

Gemi yolculuğunda, kaptan lohusa babaanneme kamara verir. Ve  yeni vatanlarına ayak basınca Karaferyeye çok benzediğini duydukları Tireyi seçerler. 


Tire'de ellerindeki onca tapuya karşın yerleşmeleri çok uzun süre alır. Bir ay Kaptanoğlu Mağazası diye bilinen tüm mübadillerin bekletildiği soğuk ve nemli yerde kalırlar. O sürede hem iki yaşındaki İbrahim hem de bebek Muzaffer'i hastalıktan kurtaramaz, kaybederler. 


Onca üzüntüden sonra evlerine kavuşurlar. Konakları, hizmetkarları, çiftlikleri  uzak ve güzel bir hayaldir artık. Ellerine 'Koca Han'ın sekizde yedi tapusu verilir sadece. 

Babaannem güçlü olmak zorundadır. Dedem hiç bir şekilde alışamamıştır yeni durumlarına. eski günlerin özlemiyle yaşamaktadır. 'Hancı Fatmanım' olmuştur Tire'de Edip Bey'in çok sevdiği ve güvendiği gelini. Ah, bir de kasabanın yerli halkının ilk yıllardaki küçümseyen bakışları daha da arttırır hasretlerini. 

Aradan tam dokuz yıl geçer ve babannemin yitirdiği çocuklarının acısı biraz olsun küllendikten sonra sırasıyla, Necdet Amcam, canım babam, Hikmet Amcam ve halam dünyaya gelir. Benim becerikli ve güçlü babaannem, ciddiyeti ve disipliniyle herkesin saygısını kazanmıştır. çocuklarına bakacak yardımcıları da vardır. 


Yüzünde gülümsemesi azalmış, herkesin sorumluluğunu üstüne almıştır. Ailenin en büyük çocuğu Osman Amcam okumayı aklına koymuştur. Ama babaannem işleri ona bırakmayı planladığı için izin vermez. Bir at arabasına atladığı gibi Buca Ortaokulu'na gider,amcacığım. Ve Atatürk Lisesi'ni de üstün dereceyle bitirip, parlak matematik zekasıyla İTÜ İnşaat Fakültesinden mezun olur.


Sıra Necdet Amcam'da ve babamdadır. Babacığım Tire Ortaokulu'nu üç yıl üstüste iftiharla geçip Maarif Vekaleti'nin hazırladığı İftihar Kitabında yer almasına karşın, okuma hakkını Necdet Amcama verir. Ve handa babaannemin daha fazla çalışmasını istemez. En küçük amcam küçüklüğünde ağır bir böbrek ameliyatı geçirdiği için babaannem onu kaybetme korkusunu yaşar sürekli. ve Necdet Amcam Çapa Tıp fakültesi'ne Hikmet Amcam da onun koruması altında Diş Hekimliğini seçer. 


Babam, babaannem ve dedem, Osman Amcamın planını çizdiği Tire'nin en modern otelinin ve hemen yanındaki evin sahibidirler 50'li yılların başında. Halam dört ağabeyin baskısıyla Tire'de lise olmadığı için evde babaanneme yardımcı olur. Necdet ve Hikmet Amcam uzmanlıkları için bir süre İkinci Dünya Savaşı sonrası Almanyasında, Hamburg'da eğitimlerine devam ederler.


O yıllarda babamın askerlik görevi gelmiş ve aynı yıllarda Türkiye Cumhuriyet'i Kore'ye asker göndermeye başlamıştır. Babamı çok seven komutanı, onu yazıcısı olarak tutmuş ve belki de Kunuri Faciasından kurtarmıştır. 


Evin en yakışıklı oğlu askerden dönüp kurduğu otelde işlerine devam eder, boş zaman buldukça da futbol oynar ve motorsikletine biner. Babaannem ve dedem, Osman Amcamı nerdeyse on yıl önce,Kavalalı Köseoğlu ailesinin güzel ve alımlı kızı Nihal yengemle evlendirmiş hatta ilk iki erkek torunları Edip ve Zafer'e kavuşmuşlardır. Halam da babamın arkadaşlarından Ispartalı Keresteci ailesinden Süleyman Eniştemle evlenmiştir. Sıra babama gelmiştir. Babaannem  ve dedem bu kez Karaferye'den uzak akrabaları olan Şuşut ailesinin büyük kızı, güzeller güzeli anneciğimi isterler gelin olarak. Annem için yazdığım blog yazımda anlattığım gibi anneciğim, İzmir Kız Lisesindeki öğrenciliğini babasının dileğiyle bırakır ve babamla nişanlanır. Genç çift, annemin amcasının deyişiyle '' Ancak yedi yılda bir sizin gibi uyumlu bir çift bir araya gelir.'' sözlerine yakışan bir yuva kurar ve tam 55 yıl boyunca aynen ilk günlerindeki gibi bir aşk ve anlayışla sürdürürler, babacığımın son nefesine dek.Bu arada unutmamakta yarar var. Annemle babamın düğünü Tire'nin bugün Kent Müzesi olan Belediye Salonunda yapılan ilk düğündür. bir hafta sonra da babamın ömür boyu sevgili arkadaşı Ayhan Gülcüoğlu evlenir Güler Uğurbil'le aynı salonda.


Babaannem ve dedem halamın ilk bebeği İbrahim'le üçüncü erkek torunlarına da sahip olmuşlardır bu arada. Eh, sıra bendedir şimdi. Ailenin ilk kız torunu gelince herkes çok sevinir. Özellikle Şükrü dedem hep Yançister'deki  çiftliğinin özlemini gidermek istercesine 'Çiftliğim geldi.' diye severmiş.

Ne yazık ki yalnızca yedi ay sonra dedem vefat etmiş. 

Belleğimde  kalan bu çiftlik sözcüğü ve yedi yaşındayken kaybettiğim anne dedemin çocukluk anılarımın en güzellerinden olan o kocaman, bereketli ve tüm Tirenin bildiği sebze- meyve bahçesi yüreğimde müthiş bir toprak ve doğa sevgisi yeşertmiş herhalde. Umarım bir gün küçük de olsa birkaç zeytin, bir kaç meyve ağacı ve biraz da sebze yetiştirebileceğim bir bahçem olur.


Neyse, artık benim babaanneli yıllarımı anlatabilirim. Gezmeyi, sinemayı çok seven babaanneciğim. Her zaman tertemiz, düzenli giyinen babaannem. Gardırobunda iki türlü sıralardı elbiselerini, dikiliş yıllarına göre. Evin içinde de hep ipekli ve yünlü giyerdi. En yeniler gezmeye,diğerleri evdeyken. Düğmeler bile özenle seçilirdi o yıllarda. Saçını hep enseden küçük bir simit topuz yapardı. Ancak son yıllarında iğne oyalı bir yemeni takar onu da Balkan usulü bağlardı. Gezmeye giderken ipek eşarbını takardı. 


Benim görevimdi yakında oturan kız kardeşleri Atiye ve Rukiye Teyzelere gideceği zaman haber vermek. Kapıyı çalar, seslenirdim. ''Atiye Teyze, Bir maniniz yoksa, babaannem size gelecek.'' Bu kız kardeş buluşmalarından başımda bir yara izi de kalmıştır, eh, sohbetler koyulaşınca,olur böyle kazalar. 


Masalcı Teyzemiz, İstanbul'dan gelecekti. Parka gitmiştik otobüsü beklemek için. Söke'den gelen Emine kardeşleri, Atiye Teyzem ve babaannem konuşmaya dalmışlar, annemin işlediği keten boy önlüğü ve altındaki mavi elbisemle üç- dört yaşlarındaki bendeniz parkın bankının tahtaları arasından kayıp başımı betondan çite vurunca akan kandan telaşlanıp tütün basmışlardı yaraya ilk müdahale. Sonra da en yakın eczanede bandaj. Tütün basmak bugün pek anımsanmaz. O yıllarda saf memleket tütünü kullanıldığı için ilk yardımda malzemesiymiş demek. 


Dört yaşım biterken ailemize çok zor bir doğumla dünyaya gelen biricik kız kardeşim katıldı. Babaannem ve anneannemin adı Fatma verildi. Ama, o bizim Fatoşumuz oldu resmi kullanımı dışında. Zaten Fatma değil Fatoş yakıştı hep ona hiç değişmeyen o bebek yüzüne. Babaannemse adı konduğundan mı, yaşama zor tutunduğundan mu bilemem, başka türlü bağlandı üçüncü kız torununa. Hiç kimseyi nazlamadığı kadar nazladı. Bu benim abla görüşüm değil, tüm ailenin dile getirdiği görüştür ayrıca. 


İşte burada, Fatoşcuğumla dinlediğimiz babaanne masallarını anımsarım. Babaanneyle aynı evde yaşamanın en güzel yanıydı her akşam uykudan önce masal dinlemek. ne güzel anlatırdı tüm masalları. Sonra da öğrettiği kısacık duaları yineler, saf çocuk uykularımıza dalardık.


Babaannemden öğrenmiştik, 'Ankara'nın taşına bak, gözlerimin yaşına bak' marşını ve Selanik türkülerini. Keyifli olduğunda söyler ve Atatürk'e çok şey borçlu olduğumuzu, özgürlüğe onun sayesinde kavuştuklarını sürekli yinelerdi. Doğdukları topraklardan kopsalar da esaretin acısını bildiği için çok değerliydi Atatürk'ümüz.


Babaannem her yıl bir kaç ay İstanbul'a gider, Necdet ve Hikmet Amcamlarda kalırdı. Hiç unutmam, Migros'u ilk kez ondan duymuştuk. ''Bilir misiniz, İstanbul'da kapımızın önüne gelir gezici bakkal arabası. Her şeyimizi oradan alırız.'' diye farkında olmadan Türkiye'nin ilk süpermarketinin reklamını yapardı.


Mübadil olmasına karşın Rumca bilmezdi. Yalnızca geniş zamanı bolca kullanırdı. Bir kaç özel sesletimi vardı ama çok fark edilmezdi.Yıllar sonra Lozan Mübadilleri Vakfının araştırmalarında ya da konuşmalarında bunun nedeninin Karaferye'nin Türk nüfusunun çoğunlukta olmasından kaynaklandığını anladım. Çünkü evimizin mutfağından hanın avlularına çıktığımda hemen yanımızdaki iki odanın sakinleri Giritli Nine ve kızı Zehra Nine hep Rumca konuşurlardı aralarında. 'Kopela' ve 'Okso' diye seslenirlerdi diğer çocuklara. Ah, öğrensem ne güzel olurmuş onlardan bir dil daha.


Babaannem ve annemin mutfağı tümüyle Rumeli lezzetiydi. önceleri babaannemin daha sonra annemin daha büyük bir incelikte açtığı patlıcanlı, kıymalı kol böreklerinin,etli yaprak sarmalarının, Elbasan tavanın,kadayıf sarmanın,içi muhallebili muska böreklerin tadı damağımdadır. Ama yetmişli yaşlarından sonra babaannem akşam yemeklerinde sadece çorba içerek sağlığını korudu.Yine de sevgili Fatoşuyla ikili olarak bol bol ayçiçeği çekirdeği yerlerdi.    


Çocukluğumda kuskus, tarhana,erişte, salça yapılır, saklanırdı. Salça, şimdi antika diye satılan o büyük memleketten getirilmiş seramik tabaklarda güneşe çıkarılırdı. Karaferye anısı büyük deri sandık çocukluk evimin tavan arasındaydı. Bir de kırmızı renkli memleketten gelen yün battaniye, lacivert çini soba, pirinç mangal,incecik dokunmuş halılar,yeşil billur camdan reçel takımları bugün bile gözümün önünde.


 O yıllarda her evde pek bulunmayan buzdolabı bizde vardı. Babaannem bir gün aceleyle su yerine rakı şişesini alınca ve içince nasıl söylenmişse, ben de onun etkisinde kalıp elli yaşına gelene dek yalnızca şarap içtim içki olarak. Neyse ki son yıllarda bu hatadan kurtuldum.


 Yetmişli yılların ortalarında Çeşme Boyalık Sitesinde yazlık evimiz olmuştu. Aynı sitede Hikmet Amcam da ev almıştı. Oğlumun doğumundan altı yaşına dek yazları o büyük aile ortamında geçti. Babaannem hem yeğenlerimin sorumluluğunu alır hem de Barış'ı da görmenin tadını çıkarırdı. 


Kızım Başak doğduğunda, babaannem doksan yaşına gelmişti. '' kızın becerikli olacak, yaptığını yakıştıracak.'' demişti ilk kucağına aldığında. Hep dualarında tekrarladığı  ''Akıl sağlığımı bozmadan al emanetini.'' tümcesine uygun pırıl pırıl belleğiyle yaşadı doksan altı yaşına dek. 


Bir gün kemikleri ona ihanet etti ve düştü. Kalça kemiği kırıldı ve yatağa bağlandı. Tüm yaşamı boyunca geçirdiği hafif bir cilt kanseri dışında hiç ameliyat geçirmeden ve hep çocuklarından,kardeşlerinden saygı görerek yaşadı.


Yatağa bağlanmak onun güçlü duruşuna hiç yakışmadı ve ilk kez, yaratana, ''Al artık emanetini'' diye yakardı ve sonsuzluğa kavuştu çok geçmeden. O gidince sanki koca bir çınar devrildi, çocukluğumun anılarının büyük bir bölümünü de götürse de yanında,hepimize genetik olarak bıraktığı disiplini, azmi ve yaşama bağlılığının izleriyle güç veriyor her an.         






17 Aralık 2014 Çarşamba

DAYANMAK MASUM ÇOCUKLAR İÇİN

Merhaba, sevgili blogum,

Bugün tam bir ay olmuş sana içimi dökmeyeli. Ne zaman böylesine uzun ara versem, şu artık tanıyamadığım, yabancılaştığım ülkede sürekli eksilen ve yerine konanlarla ilgili dertlenmişimdir. Kutular, şura, çArşı, kriz, cemaat, çocuk katliamı,ağaçlar ve insanlar  diye başlasam...

Şura, sözcüğü Arapça kökenli ve Kuran'da da geçiyor. aslında ilk kez 15 Temmuz 1921'de TBMM hükümetinin kuruluşundan sonra Mustafa Kemal'in başkanlığında   Maarif Kongresi olarak toplanıyor ve ilköğretimle orta öğretimin düzenlenmesi konusunda kararlar alınıyor. Daha sonraları da 1926'ya dek Heyet-i İlmiye adıyla bu toplantılar sürüyor. Atatürk'ün vefatından sonra 'eğitim Şurası' adıyla toplantılar yapılıyor.Ve bildiğimiz gibi Milli Eğitim burada alınan kararlara göre düzenleniyor. 

Bu yılki şura kadar geriye dönük ve laiklikten uzak, bilimden uzak yoğunlaştırılmiş sonuçlar hiç bir zaman çıkmadı ortaya. Eğitime, bilime ve çağdaş bilgiye gönül vermiş biri olarak etkilenmemek olanaksız. Tek umudum, yetiştirdiğimiz pırıl pırıl öğrencilerimizin ve mesleğimizi devralmış çocuklarımızın her tür karanlığa karşın çağdaşlıktan vazgeçmeyeceklerine ve çocuklarını yetiştiren genç annelerin babaların sessizce de olsa bilimin yolundan ayrılmayacakları yolundaki inancım. 

Kutuların birinci yıl dönümü bugün. Artık onların toplumsal belleğimizde farklı bir algısı var. Belki bugün tarihin derinliklerine yollanmış gibi görünüyor. bir yılda zaman aşımıyla her şey sonlandırılıyor da, bazı zamanlar gelecek günler geçmişini de sorar, unutmayalım.

Cemaat, Zaman ve erk ortaklığı da unutuldu ve yeni duvarlar yapılandırıldı. Onlar uğraşadursun; bizim çArşı'mız var. Adliye saray'larının çevresini bile renklendiren kalabalığımız var. 82 yaşındaki nineden 15 yaşındaki gence dek, herkesn birlikte umut türküleri söylediği, hukuk tarihine geçen, bir taraftar grubunun ömür boyu tutsaklıkla yargılandığı davalarımız var.

Bu nice uygarlığın yeşerdiği kadim topraklardaki beton çılgınlığına artık hiç bir uzman meslek odasının karışamadığı yeni yönergelerimiz de var. Ekonominin yalnızca beton bloklarla canlandığı, her gün yeni işçi ölümlerini kanıksattıkları bloklarlarla tarihe geçmek de var.

Basın özgürlüğüne kocaman bir kilit vurulmuş, imalarla, sezgilerle, satır aralarını okuyarak bilgilendiğimiz haberler, yazılar, gün ve gece rahat uyuyalım diye her televizyon kanalında izlediğimiz bol dizili, bol eğlenceli programlarımız da var.

Devlet tiyatrosu sanatçılarımız bulabildikleri salonlarda izin verilen oyunlarda ya da oyunlarının giysileriyle karşılama törenlerinde...

Bizim topraklar böyle de diğer benzer topraklar sakin mi derseniz; dün insanlıktan bir zerre almamış yaratıklar resmi verilere göre 141 çocuğu ve öğretmenlerini katlettiler  okulda, Pakistan'da.

Tüm bu acılara, kin güdücülüğe, sevgisizliğe, bağnazlığa karşı daha güçlü olmak gerek. İnadına dayanmak, inadına insanım diyebilmek her geçen gün çok daha değerli. Dünyaya gözlerini yeni açan masum çocuklara bırakacağız her şeyimizi...