31 Temmuz 2012 Salı

TAŞINMA ÖYKÜLERİMDEN BİRİ

Doğduğumdan beri tam onsekiz kez eve taşındım ya da taşıdım. Eh bu da yaşamımda ortalama üç yılda bir taşıma olayı gerçekleşmiş gibi oluyor kabaca bir hesapla. O yüzden doğdukları evde yaşayan ya da yaşadıkları evde uzun süre kalanlara bir özenme duygusu yaşarım bazı zamanlar. 


 Bu yaz kendi rekorumu kendim kırdım, bir ay içinde bir evin içini boşaltarak ve bir evin içini doldurarak ki sonuncusu gerçekten çok farklı bir taşıma oldu, karar verip uygulamaya geçirme şekliyle.


Tam bir hafta önce kızım yurt dışından tatile geldi. İlk iki gün kendi programıyla yoğundu. Çarşamba akşamı oturmuş, gelecek planları yaparken; birden artık İstanbul'a dönüp yeni bir düzen kurmak istediğini söyledi. Kızım üniversiteye başladığından beri kendi evinde oturdu biraz da zorunluluktan. Çünkü okulunun yurdu yoktu. Biz de küçücük bir çatı katı bulmuştuk okuluna yakın. 


Yurt dışında geçirdiği üç yıl boyunca yurtta kalmış ve kendi evini özlemişti. Çünkü o da benim gibi kendi adasını yaratmayı seven ve bir  şekilde bunu gerçekleştirenlerden...


Hemen o gece internet sayesinde ilanlara bakarak bir kaç evi gözümüze kestirdik. Ertesi sabah, nem ve sıcağa karşın hedeflediğimiz emlakçıda bulduk kendimizi. İki daire gösterdiler. Yine bir çatı katını çok sevdik. Bir kaç emlakçıyı daha dolaştık,onlar da bizi dolaştırdılar. Sonuçta ilk beğendiğimiz çatı katındaki daireye bir kez daha baktık ve kararımızı kesinleştirdik. Ben anne gözüyle işlek bir yerde oluşundan ve dairenin bakımlı olmasından hoşlandım, kızımsa tam gönlüne göre olmasından.


Aslında o gün yorulduk ama taşınma sürecinin en rahat evresinde olduğumuzun farkında değildik, İstanbul gibi bir şehirde bir günde ev bulma şansının haklı gurururnu yaşıyorduk... 


Yeni güne yine emlakçının ofisinde başladık. Ailenin diğer bireyleri hızımız karşısında biraz şaşırmış olsalar da isteğimize olur verdiler. Emekli devlet memuru olmanın dayanılmaz hafifliğindeki(!) bendenizin kefil de olmasıyla sözleşme imzalanmış oldu kahvesiz , çaysız bir hızda ki sonradan bu emlakçı beylere bir Egeli olarak anımsatıldı. ve özürleri Ramazan ayına denk geldiği için tarafımızdan kabul edildi. Neyseki hemen yandaki İzmir'li İdilika'nın taze çaylarıyla  ve pişileriyle bu kriz de geçiştirildi. 


Sıra organizasyona gelmişti. Yılların deneyimli ve gönüllü ve bir zamanlar da idari koordinatörü olarak duruma el koydum o aşamada. Çünkü sevgili kızım U.K. sisteminden T.C. sistemsizliğine geçiş şokundaydı o ara. İlk önce emlakçının tanıdığı boyacıyla sıkı bir pazarlık yapılarak hemen gereken yerlerin boyasına başlandı. O arada Kuşadası evinden kalan bazı eşyaların transferi için de baba güç devreye girdi. Küçük bir kamyon kiralandı ve öykünün en eğlenceli bölümü de başladı.


Kamyon şoförü her konuşmasında farklı bir geliş saati vererek sabrımızın sınırlarını zorladığı gibi taşımacıların da ayarlanmasını olanaksız kıldı. Cumartesi akşam üzeri saat beşbuçuk suları durum şöyleydi: Ben, kızımın evinde boyacıların son kontrolünü yapıyor, merdiven duvarında daha önceden aşınmış bir yeri boyattığım için memnun olacağı yerde, neden apartmanı boya kokuttuğumuz için huysuzlanıp boyacıya çıkışan sevimli komşu beyi(!) sakinleştirmeye çalışıyor, kızım benim evimde Havva ile gidecek eşyaların düzenlemesini yapıyorken, kararsız şoförümüz son anda karar değiştirip köprü girişinde olduğunu ve yarım saat sonra kapıda olacağını bildiriyordu. 


Sorunun büyüğü, kızımın öğrencilik yıllarında çalışırken, emeğiyle aldığı çizimini de kendi yaptığı dev boyutlu, benim evimde özenle koruduğum koltuğun taşınmasıydı. Aslında ilk planda ben kızımın evinde kalıyor ve eşyaları bekliyordum. Sevimli şoförümüz yine sözünden dönüp koltuğu taşımaktan vazgeçince ben çaresiz karşıdaki taksi durağına koştum ve hemen taşımacı bulmam gerektiğini anlattım. 


Rotamız Tophane'ye döndü bir anda. Semtin ülkemizin en neşeli ve müziksever vatandaşlarının kahvesinde, taksicinin unutulmaz yardımıyla iki kardeş, bir kankadan oluşan muhteşem üçlü bir anda taksiye dahil olmuştu bile. Ben öğretmenlik alışkanlığımla önce isimlerini öğrenmiş böylece daha etkili bir iletişime geçmenin rahatlığına kavuşmuş, koltuğun taşınmasının biraz zor olduğundan söz etmeye kalkışmıştım ki sözümü balla kesip Bülent Ersoy'un  koltuklarını bile taşıdıklarını söyleyerek abartmamam konusunda son noktayı koydular.


Ve gerçekten de koltuğu ve bir kaç eşyayı hemen kamyona taşıdılar. Beni sessizleştirdikleri gibi sevimli şoförümüzü de susturdular. Kızımın evine gelince tek bir ricaları oldu. Daha etkin ve hızlı beşinci kata taşıma yöntemleri için dördüncüyü de almalıymışlar. Böylece muhteşem üçlüye Doğubank'da temizlik şefi olduğunu belirten enişte de katıldı. Bizim taşınma serüvenimiz iki saat içinde de sona erdi.


Bana bir taşınma öyküsünü yazıp paylaşma kaldı. tüm taşınanlara ve taşıyanlara kolay gelsin:)))     
          


      

İSTANBUL'DA TEMMUZUN SON AKŞAMI

Temmuzun son günü de bitiyor. Aylar ne çabuk geçiyor, yaşadığımız çağa koşut. Son iki haftadır İstanbul'dayım. İstanbul'da uyanmak tüm ülkeye uyanmak gibi. Her şey daha bir yakın geliyor insana, iyisiyle, kötüsüyle. 


İlk bir hafta müzik, sergiler, dostlarla buluşmalarla dopdolu geçti. Caz yorumcularını dinledim IKSV Caz Festivali'ni izleyerek. Grup Yorum'un türküleriyle çok farklı bir kalabalığın içindeydim. Cem Yılmaz'la işlek bir zekanın canlılığında. Bir de Barbara filmini izledim, unutulmazlar listeme ekleyerek. 


Türkiye'de sanatsal etkinlikleri izlemek nasıl umut çiçekleri gibiyse, haberler de o denli karartıyor yürekleri. Yalnızca okuyorum ve görsel haberleri pek çok tanıdığım gibi izlemiyorum uzun bir süredir; çünkü o kaba seslenişlere, olumsuz ve çağ dışı söylemlere katlanamıyorum artık.


Az önce şöyle bir film şeridi gibi gözümün önünden geçti Türkiye'nin siyasal dönemleri. Biz 78 kuşağı olarak tek farklı siyaseti 73 yılında CHP'nin tek başına iktidar olduğu o kısa dönemde yaşadık. Gerçekten umut olmuştu Ecevit, 71 darbesinin karanlığından sonra. İsmail Cem'in TRT'yi yönettiği bir yıla yakın bir zamanda kaliteli yayın nasıl oluru yaşamıştık. Sonra Kıbrıs Barış Harekatı'yla  nasıl da yalnız bırakılmıştık bir anda. Ambargolar devri başlamıştı . 
Evet, çok zor günler geçirmiştik, ancak birlik beraberliğin ve haklılığın gücü vardı hepimizde. 


Sonra sıra koalisyonlara gelmiş, MC hükümetleri, ayrılıkçı politikalarıyla umut çiçeklerini kan çiçeklerine döndürmüştü.
80 darbesi, zorlama seçimler, liberaller ve yağdanlıklar, derken 90lar. Teknolojik çağ atlamalar yaşanırken, beyinlerin çağ dışı kalmaya başlaması ve bilimselliği halktan giderek koparan çeşitli yavru partilerin durmaksızın yeni yavrularıyla ortaya çıkışı... Derken, son yavrunun birden iri kıyım, ham bir gence dönüşümü ve bizim kuşağımızın orta yaşlara gelişi...


Düşünüyorum da, her şeye ve tüm dayatmalara, baskılara karşın temelimiz sağlam ve tarih okumayı bildiğimiz için ayakta kalmak zorundayız tüm gücümüzle.


İzmir'e dönüşe az kalmışken, karşımda Kadıköy'ün ve Kız Kulesi'nin ışıkları ' Dayan İstanbul, Dayan Türkiye' diyorum tüm benliğimle.Tüm aydınlık beyinlere bir kez daha 'merhaba' diyerekten...    

22 Temmuz 2012 Pazar

BABAM

Baba diye seslenemiyorum tam iki yıldır. Ama bu yazı hüzün lenmek için değil,yüreğimden seslendiklerimi yazarak paylaşmak için,bir gün  torunum belki de torunlarım da okur diye...


Babam hep okuyan, düşünen, gülümseyen yüzüyle  hep yakışıklı, iyl insan, olgun insan. Özlem sonsuz olsa da, Haldun Taner'in yazdığı gibi 'Ölürse tenler ölür,canlar ölesi değil'. 


Çok sevdiğim bir fotoğrafımız var. Babacığım beni parka gezmeye götürmüş, üç yaşlarında olmalıyım. Babamın kucağında; bir de minik çiçek uzatmış babam bana. Bende de bir şımarık, bir nazlı bakış fotoğrafçı amcaya, tepemde bukleli saçlarımla. Yıllar sonra babamı sonsuzluğa uğurlamamızın ardından sevgili dostum Nurhan'ın dediği gibi ''Babasını yitiren kızlar, arkalarındaki karlı yüce dağı yitirirler''. O nazlı,şımarık bakan Belgin bir daha geri gelmez artık.


Evin büyük kızı olmayı, sorumluluk almayı babam öğretti bana. Daha ilkokul öğrencisiyken bankaya da giderdim, alışverişe de. Ve çok özenli yapmaya çalışırdım tüm görevlerimi. Son yıllarda, babam şikayetçi oluyordu bazen. ''Sana bir şey söylemeye gelmiyor, hemen yapmaya çalışıyorsun.'' diyerek.


İki otelimiz vardı Tire'de. Salı günleri babam çok yoğun olurdu. Kardeşimle birlikte otelin girişinde, babamın kayıt masasında biz görevli olurduk okul dönüşü. Ama nasıl bir keyifti  o saatler, babamızın işinden sorumlu olmak, otel defterlerini gereğinde temize çekmek.


Otel deyince anılar çok. O günlerin Türkiye'sinde tiyatrolar her yaz turnede. Ve ulaşım bugünkü gibi olmadığı için gelen tüm topluluklar bizim otelde kalırdı. Biz de onları hem izleyip hem de tanışmanın mutluluğunu yaşardık. 


Köy öğretmenleri de otelin sürekli konuklarıydılar. Babamı çok severlerdi. Genellikle yuvalarını kurduklarında otelden ayrılırlar ama uğrayıp hatır sormayı hiç unutmazlardı.


Babam, iyi dosttu, hep güvenilen insandı. Otelimizin emektar katibi Ahmet Ağa, Ünye'den kan davasından kaçmıştı daha ben doğmadan. kan davasının ne onulmaz bir şey olduğunu ben onun hep acılı yüzünde görürdüm. Babama nasıl da bağlıydı ve ölümüne dek babam için çalıştı. Son günlerinde de yanında oğlu yerine koyduğu babam vardı.


Arkadaşlarına hep yardımcıydı. işleri bozulan çocukluk arkadaşı evindeki piyanoyu otelin girişine getirmiş,yıllarca orada kalmıştı. Önündeki mavi mineli işlemeleriyle, pirinç şamdanlarıyla bugün bile gözümün önündedir. Çok yalvarmıştım mandolin öğrencisi olarak ''Baba, ne olur bu piyanoyu biz alalım, ben çalmak istiyorum'', diyerek. Arkadaşına ayıp olur diye kabul etmemişti.


Babamın yazıhanesi hiç boş kalmazdı. Tüm dostlarının dinlenme ve sohbet mekanıydı. ve tüm dostlukları ömür boyu sürdü. Hastalanana dek her gün gider, yarım gününü orada geçirirdi. Son yıllarında bir gün, ''Artık yazıhaneye gitmenin pek tadı kalmadı;uğrayan arkadaş kalmadı, ya kaybettim ya da hastalar gelemiyorlar'' diye yakınınca içim burkulmuştu. Sevgili Ayhan Amcayla buluşmaları hiç eksik olmadı. Hatta kendini iyi hissetmediğini de bir tek ona söylemiş,tanı konmadan, bizi üzmek istemediği için. Tüm gençlik günleri birlikte geçmiş, nice sofralarda buluşmuşlardı. İkisi bir arada oldu mu gözleri gülerdi.


Dört erkek, bir kız kardeşin üçüncüsüydü babam. En büyük amcam, Osman Amcacığım'ı hem çok sayar hem de çok severdi. Haftada bir gün geleneksel öğle yemeği buluşmaları vardı iki kardeşin İzmir'de. Menüleri hiç değişmez, rakı balık olurdu. Artık biz kuzenciğim Gonca'yla buluşuyoruz İstanbul'da iki kardeşin geleneğini sürdürüp. Her ne kadar bizim menü daha çok kahve ve atıştırmalık olsa da keyfi aynı.


Çok sadık bir 'Cumhuriyet' okuruydu babam. Yalnızca Uğur Mumcu ve arkadaşlarının bıraktığı dönemde bıraktı gazetesini bir süre. Yetmişlerin Türkiye'si karanlık ve aydınlığı ardı ardına yaşadı.Kitapların yasaklandığı günlerde Nazım şiirleri kitaplığımızın arka raflarında saklanır, 12 Mart'ın karanlığında 'Ortam', 'Yeni Ortam' dergileri alınırdı. İnönü sevgisine karşın Ecevit'in 73 Basmane mitingine ailece gittiğimizi anımsıyorum. CHP'li  olmaktan hiç bir zaman vazgeçmedi babacığım. Zaman zaman hatalı politikalarına üzülür ama desteklemekten hiç vazgeçmezdi. 2010 Mayıs'ındaki CHP kurultayında tedavi süreci başladığı için bizde kalıyorlardı. Nasıl da umutla izlemiştik, bir şeyler değişecek diye. 


Çocukluğumuzda İzmir Fuar'ı için program yapar,mutlaka bir oyun izlenir ve ünlü ses sanatçıları dinlenirdi. Akdeniz Oyunları 71'de İzmir'de yapılmış, eniştemle birlikte biletleri almışlar ve iki aile yüzme yarışların, basketbol ve voleybol karşılaşmalarını izlemiştik. Her yıl bir gezi planı yapar, Ankara'ya teyzeme, İstanbul'a amcamlara veya Osman amcamla yazlığa gidilirdi.   


Baba-kız unutamadığım bir alışveriş anımız var. Ben Eğitim Fakültesi'ne başlayacaktım. İzmir'de okuyacağım için çok mutluydu babam. Zaten Hacettepe Sosyolojiye gitmemi de hiç istememişti, terör nedeniyle. Okula başlamadan iki kişi alışverişe çıkmış, üniversiteli oluyorum diye gerekli giysiler ve ayakkabılarla gardrobumu tamamlamıştık. Ben de daha bir büyüdüğümü hissetmiştim o gün.


Genç yaşta dede oldu babam. Oğlumla arkadaş oldu, evin koridorunda birlikte futbol oynadılar,büyüdüğünde birlikte rakı içtiler ve hep birbirlerine güvendiler. Kızım, tek kız torunuydu, ona da çok düşkündü ve halinden çok iyi anlar, hiç üstüne düşmezdi.


Babam benim mesleğime ve çalışmama hep saygı duydu, ama 2007de o onulmaz hastalığını ameliyatla atlattığında emekli olmamı çok istedi .Ben de hatırını kırmadım ve o yüzden emekliliğimi istedim. Bugün geriye dönüp baktığımda iyi ki yapmışım diyorum. Çünkü yaşamının son üç yılında biz baba-kız dostluğunun tam tadına vardık. Kitaplar seçer, ben de alır getirirdim. Son aldığım kitabı, ''Bunu önce sen oku'', diyerek bana vermişti. Birlikte geziler yaptık. Çektiğim fotoğrafları sever, bazılarını çerçeveletip asardı. İstanbul'a son kez yeni evime geldiler bir bayram tatilinde. Dört kişi çok güzel gezdik. Ama terasta bir sofra kuramadım, yaz günlerinde bir kez daha gelemediği için.


Kuşadası günlerimiz, yürüyüşlerimiz, güneşi batırmalarımız, şezlongunda oturup kitap okumaları ve ömrünün son üç haftasını orada, canı gibi sevdiği annemle, iki kızıyla, üç sevgili torunu ve onu hep sayan seven damatlarıyla geçirmesi ve tüm sevdiklerinin yanında sonsuzluğa doğru o hep temiz, hep gülen yüzüyle yola çıkışı...


Canım babam, sen hep beyefendi, hep olgundun. Ben senin öğütlerini çok özlüyorum. Hani bana derdin ya; ''Sevginin tamamını çocuklarına bile gösterme, içinde sakla'', diye. Hep anımsıyor, ama galiba pek tutamıyorum. Son yıllarında eskisinden farklı olarak telefon sohbetlerini sevmeni, ''Annen yine gezmede'' demeni, bana şarap ikram etmeni ( yanında hiç içmediğim rakıyı, şimdi arada bir senin yerine içiyorum),çok özlüyorum babam.


Şimdi, gülüşün oğlumda, bir bakışın kızımda, aydınlık yüzün torunumda ve diğer yarın da gücünü senden alan anneciğimde yaşıyor canım babam... Bizi hiç merak etme, iki kardeş senin kızların olmayı, seni hep   yanımızda hissetmeyi yaşadıkça sürdüreceğiz ve seninle hep gurur duyacağız ...                         









   









7 Temmuz 2012 Cumartesi

ARTIK IŞIKLARINI SÖNDÜREMEDİĞİM KUŞADASI EVİ İÇİN

 Siz hiç dört saat içinde yaşamınızda en uzun yıl kaldığınız evi boşalttınız mı? Boşaltırken tüm anılarınızın birdenbire solduğunu fark ettiniz mi? Hele o ev sizin için bir ada gibi özgürlük ve kalabalıkta tek bir çınar gibi olmanın temsiliyse, birdenbire kocaman bir boşluğa düştüğünüzü hissettiniz mi?Ben son yirmi dört saatte birdenbire eski bir dostu yitirmişim gibi tüm bu duyguları yaşıyorum.


Kuşadası'nı hemen herkes bilir. Eski yılların gözde tatil merkezi, günümüzün çirkin yapılaşmasının örneği, genelde bir beton ormanı... Ancak insanın olduğu her yer gibi oranın   da sürpriz köşeleri vardır. Benim güzel evim de o gizli köşelerden birindeydi on sekiz yaz mevsiminden beri.Kuşadası, ada olmasa da evim benim gerçek adamdı,  bahçesinin dört bir yanını saran yemyeşil limon çamlarının içinde. Dışına adım attığımda da dost yüzleriyle,sevgili komşularımla. Ve en güzeli de sevgili baba evim elli metre uzağımdaydı sadece.  


Biz İzmirliler, yaz keyfini severiz, hatta biraz da şımarık davranırız deniz mevsimi gelince. Eh, kolay mı,Çeşme yanı başımızda, Kuşadası az uzağımızda, Karaburun, Seferihisar, Foça, iki saatte ulaşılan Ayvalık,Bodrum. Çalışanı hafta sonlarında, emeklisi, ev hanımı, çoluk çocuğu tüm yaz boyu kaçar bu birbirinden güzel yaz kentlerine.Ben aslında Çeşme delisiydim. İlk yazlık baba evi de Çeşme'nin Boyalık Koyundaydı. Ancak iş durumu, eş durumu derken annem ve babam gibi biz de sonradan Kuşadası'nı sevdik, Kendi emeğimizle toprağını alıp inşaatını izlediğimiz, o zamanlar ilkokulda olan kızımın yapıda kullanılan kum tepeciğinin üzerinde zıplayarak poz verdiği,planını akademili mimar arkadaşımızın çizdiği, merdiveninin her basamağının bir bilezik gibi tek tek yerleştirildiği benim ilk amatör dekoratör titizliğiyle çalıştığım, bahçesine sevgili babacığımla her yaz başı yeni çiçekler diktiğimiz güzel evim. Ah, bu arada Kuşadası'nın pek sakin ve temiz kalmayan denizine güvenemeyip bahçemize keyif katan havuzumuz. 


İzmir'in Mithatpaşa caddesinin beton sıcağından kaçıp sığındığımız ilk yaz evimiz cennet gibi gelmişti bize. Şehir merkezinden beş kilometre kadar uzak olduğu için de yazı tüm güzelliğiyle yaşama şansına sahiptik. Yaz tatili biz okutmanlar için her ay birer haftalık görevler dışında uzun bir tatili kapsadığı için tam bir kitap kurdu olmanın tadın aldığım yerdi.


Evle ilgili o denli çok anım var ki hangi birini yazacağımı şaşırıyorum. Evdeki ilk bayram tatilinde, kızımın anneannesinin yaptığı tadına doyulmaz lor kurabiyelerini bahçedeki çimlerde keyif yapan sokak köpeğine birer birer götürüp yedirmesi ve hayvancağızın mide fesadına uğramış halde yerinden saatlerce kıpırdayamayışı... Oğlumu yurt dışına üniversite öğrenimi için ilk kez uğurladıktan sonra,özlemimi dindirmek için saatlerce çimlerdeki otları ayıklamam... Babamın sabahları uğrayıp elimle pişirdiğim az şekerli kahvesini içmesi, annemle birlikte yaptıkları yürüyüş sonrası gelip iyi geceler dilemeleri ve evlerinin kapısına girene dek gözlerimle onları uğurlayışım... Akşamları eşimin gelişini beklemek ve arabasını görünce rahatlamak... Gecenin sakinliği ve serinliğinde suladığım çiçeklerim, kitap okumaya daldığımda babamın telefon edip çaya çağırması, annemin hazırladığı birbirinden lezzetli öğle yemeklerini hep birlikte yemek ve en büyük ritüelimiz denizden güneş batışını izlemeye gitmek. Hele bir de biricik kardeşim de gelmişse hep birlikte yapabilmek tüm bunları...


Her yazlık evde olduğu gibi bitmeyen onarım işleri,arada bir taşıp bozulan havuz, çocuklarımın arkadaşlarının gelip bizde kalmaları, geçen her yılda uzayan gece çıkma izinleri ve uykusuz kalan anneler kervanına katılma, yaz aşklarını izleme..


Her geçen yaz daha da güçlenen komşuluk ilişkileri ve son yıllarda yaşlıların eksilmesiyle aranan ve anılan sevgili yüzler... Değişen evler ve sahipleri. Kısacası hayat. 


İki yaz önce babacığımı sonsuzluğa da yazlık evlerinden uğurlayınca artan hüzün,bir yandan annemin yakınında olma isteği, öte yandan Çeşme'de başlanan ev projesi derken son beş yıldan beri ertelenen evi satış isteği, bir mühendis olarak her zaman mantıklı olmayı kendine ilke edinen eşimin en sonunda hedefine kavuşmasına neden oldu. Ve evimiz satıldı. 


Geçen yaz aramıza katılıp, evdeki en anlamlı ve dolu yazı geçirmemize neden olan sevgili torunum da güç verdi bana anılarımı kutulara saklayıp kaldırırken. Gelecek yıl güzelim Çeşme kumunda birlikte oynamayı diledim.    


Ve ne denli hüzünlensem de 'Yeniden şarkı söylemem gerekli dedim, geleceğe bakarak. 


Hoşçakal güzel evim, yeni sakinleri de benim gibi çok sevsin, emek versin sana... Ben baba evimde anneciğime gelip sana bakarken karşıdan, anılarıma da bakarım arada sırada...