30 Temmuz 2013 Salı

BUGÜN DOĞAYI KORUMAK İÇİN NE YAPTIN DİYE SORMAYI UNUTMADIM KENDİME

Bu gün doğayı korumak için ne yaptın sorusuyla kendinizi sorgular mısınız hiç? Sizi bilmem ama ben son yıllarda bireysel olarak ne yaptığımı çok sorar oldum içten içe. Her gün okuduğum doğa talanı, çevre korumaya saygısızlık ve doğanın yeşilini inanılmaz bir açgözlülükle yok etme hırsı kendimce ne çaba gösterebilirim sorusunu daha çok anımsatır oldu.

Arada bir ' bulduğu deniz yıldızını yeniden denize atanlardan' gibi hissetsem de çabalamaktan asla ödün vermeyeceğim bu konuda. Neler yapıyorsun derseniz ya da demezseniz; yine de yazayım.

*Öğretmenliğe başladığım ilk yıllarda her sınıfımızda topladığımız harçlıklardan TEMA'ya yollar ve ağaç dikimine katkıda bulunurduk.

*DEÜ'de çalışırken DEVAK İlköğretim Okulu'nun kuruluşunda gönüllü çalışan üyelerden biriydim. Ve ne güzeldir ki okulun inşaatı bitmeden o zamanki rektörümüz Fethi İdiman hocamızın öncülüğünde bir fidan dikme bayramı düzenlemiştik. O fidanlar çocuklarla birlikte büyüdüler.   

*Beş yıl önce oğlumun düğününde konuklarımıza ÇEKÜL'e yaptığımız bağış sonrası dikilen 300 ağaç için verilen belgeleri verdik şeker yerine. 

*Son günlerde en anlamlı uğraşlarımdan biri iki buçuk yaşına gelen biricik torunuma ağaçları ve çiçekleri sevdiriyorum. Birlikte dokunuyoruz dallara ve yapraklara. En kadim ağaçlardan zeytini öğrendi. Birlikte kokluyoruz. Koparmıyoruz. Çünkü nasıl düştüğünde canı acıyorsa, onların da canının acıyacağını anlatıyorum ona. 

*Atıkları sınıflandırıp geri dönüşüme yardımcı oluyorum. Evet, belki her yerde yerel yönetimler bu konuda desteklemiyor, ama her gece kağıt, cam gibi atıkları toplayanlara yardımcı olduğumu biliyorum. 

*Alışverişe giderken yanımda bez torba götürmeyi unutmuyorum genellikle. Böylece naylon ya da polietilen üretimi ve tüketimini kendimce azaltıyorum.Hani çevre dostu denilen yeni torbaların bile kansere neden olduğunu unutmayalım. 

* Bir de su içmeyi çok önemsediğim için çantamda bir küçük şişe su bulunduruyorum. Her gün yeni bir şişe alıp çöpe atmaktansa aynı şişeyi evden dolduruyorum belli bir süre.

*Çevre koruma vakıflarına üyeyim ve etkinliklerini izleyip doğaya zarar verilmemesi için açılan kampanyalara imza veriyorum.

* GSÜ'den birlikte emekli olduğumuz, sevgili arkadaşım, kocaman yüreğini ve tüm enerjisini hayvan dostlarına adayan  Ferruh'u elimden geldiğince desteklemeye çalışıyorum. Onu görünce çevresine toplanan kedi ve köpekler minnettarlığın en saf sunumunu gösteriyor her kezinde.

* Meyve sebze alırken küçük bahçelerinde yetiştirdikleri ürünleri satanlardan almaya özen gösteriyorum. Her hafta semt pazarına gidemesem de en azından yakın çevremdeki manavlardan almaya öncelik veriyorum.Mevsiminde yemeyi yeğliyorum sebze ve meyveleri. Kurutulmuş ya da evde kış için hazırlanmış yiyecekler de tercihim. 

*Doğal sabun ve sirke temizlikte hep elimin altında. 

*Babaannemin küçükken tabağınızdaki yemeği yarım bırakmayın öğüdü nasıl derinde yer ettiyse hala tutuyor ve bir pirinç tanesini bile ağlatmıyorum,onun deyişiyle.

*Ufak tefek ekmek artığı olursa, papara şeklinde kahvaltıda sunuluyor bizde.
  
*Araba kullanmayı sevdiğimi yadsıyamam en azından kurşunsuz yakıtla. Yürümeyi hep daha çok sevdiğimi ve toplu taşımayı kullandığımı da (özellikle İstanbul'dayken) belirtmeden geçemem doğrusu.

*Fotoğraflarını çekiyorum doğanın güzelliklerinin. Ve her geçen yıl onların azaldığını belgelemek üzüyor beni. Betonlaşan ülkemiz nasıl içimi karartıyor anlatamam.

*LED ışıklandırmayı seçiyorum ve enerji tüketimini azaltıyorum.Işıklandırma demişken;çalışma yıllarımda ders bitiminde yalnızca kendi sınıflarımda değil, tüm boş dersliklerdeki ışıkları kapatır sonra ayrılırdım bulunduğum yapıdan.    

Kendimce yapabildiklerim bunlar, bir anda düşününce. Bir Kızılderili gibi yaşadığım ve tükettiğimin torunlarımın dünyasından çalıntı olduğunu hiç unutmuyorum. 

Ve siyasal erk ne hata yaparsa yapsın hiç durmadan 'Diren Doğa'  diyorum  çocukluğumun güzel kokularını ve yapılarını anımsayarak.

Son söz olarak her hafta 'Sürdürülebilir Yaşam' ve 'Bilim Teknik' eki veren Cumhuriyet gazetesi emekçilerine içtenlikle teşekkür ediyorum gönülden, aydınlattıkları için, verdikleri bilgilerle dağarcığımı genişlettikleri için.    

29 Temmuz 2013 Pazartesi

ÇOCUKLAR POLİS OLMAK İSTİYOR

Çeşme'de geçiyor günlerim bu yaz. Yeni bir eve taşınmanın ve denizle iç içe olmanın rehaveti bir yandan sarıyor bedenimi, öte yandan beynim, okuduklarım ve sosyal medyadan izlediklerimle ya da çevreden gözlemlediklerimle karmakarışık,yaşanan akıl tutulmalarından.  

İki gün önce Çeşme merkezde bir kuaföre gittim artık takvim yaşımı gösteren saçlarımı eski rengine döndürmek için. Çarşı içinde bir dükkandı, haydi gireyim bir deneyeyim dediğim türden. Şansıma kırk üç yıldır mesleğini yapan bir hanım ve birlikte çalıştığı genç dükkan sahibi çıktı. En güzeli de sürekli Simon & Garfunkel çalmalarıydı fonda. Tam dinlediğim müziğin etkisiyle, yaş on yedilere dönmüşken, içeriye gerçekten on yedi yaşlarında ceylan gözlü bir genç kız girdi. Saçlarını düzleştirmek istediğini söyledi. Güzel gözlü kız yalnız değildi. Onu beklemek için yanında annesi ve üç kardeşi de gelmişti.. 

Saçlarını düzleştiren genç kızın annesinin, otururken sürekli gözleri kapanıyordu; öylesine yorgundu ve incecik bedeni nasıl bitkindi anlatmak zor. 

Eğitimcilik içimize işlemiş bir kez. O sürekli birbiriyle uğraşan çocukların ilgisini çekmek için hani ilk derslerde klasik sorumuz olan ' Ne olmak istiyorsun?' sorusunu yönelttim hepsine. 

Tek erkek çocuk ki iki numaraydı, hiç duraksamadan 'polis' dedi. üç ve dört numara da aynı yanıtı verince inanın çok umarsız hissettim kendimi o an. Tamam iki ve dört numaranın hareketleri,çocuksu yaramazlıkları ile yanıtları belki uyumluydu. Ama evin üçüncü çocuğu, yani iki numaralı kızı öylesine saf, tertemiz bir ilgiyle bakıyordu ki dünyaya, onun da o güç gösterili mesleği seçmesi içimi acıttı.

Biliyorum, duygularımda hiç nesnel değilim son aylarda yaşadıklarımızdan. Ve her mesleğin iyileri ve kötüleri her zaman vardır. Bize dayatılan yasalarla ya da verilen kararlarla son zamanlarda çok yandığımız için yaşamdaki yansımasını ve çocuklardaki etkisini böylesine açıkça yaşamak beni o anda mahvetti. 

Acaba o anne eğitilmiş olsa, çağdaş donanımlardan yararlansa bu yanıtları alır mıydım?Yoksa çocuklar kendilerine daha bilimsel ve sosyal meslekler düşlerler miydi?

O tertemiz bakışlı ikinci kızla, Elif kızla konuşmaya başladım, diğerleri birbiriyle uğraşırken oturdukları yerde sıkıntıdan. ''Ben öğretmenim, biliyor musun, öğretmek çok güzel. Senin de öğrencilerin olsa, onlara her gün yeni bir şeyler öğretmek istemez misin?'' dedim. O güzel çocuk gözleri parladı. ''İsterim'' dedi. Ve söz verdi bana istekle. Benim yüreğimde de onun parlayan gözleri yeniden umut çiçekleri açtırdı. 

Elif, sakın sözünden vazgeçme olur mu?        
   

6 Temmuz 2013 Cumartesi

MÜZİGİN BÜYÜSÜNDEN SATIRLI SALDIRININ VAHŞETİNE

Ne güzel başlamıştı bu akşam. Çeşme Aya Haralambos Kilisesi'nde  'Misafir Odası Konserleri' mevsimin ilk dinletisini gerçekleştirecekti. Misafir Odası adını kilisenin ilk sahiplerinin biz olmadığına dayanarak alıyordu.'Diren Gezi' başladığından beri müzik bile dinlemeyi unutan ben, geçen hafta İKSEV sayesinde ' Harlem Dans Tiyatrosu' izleyerek yeniden sanatın güzelliğine dönmüş ve otuz yıl aradan sonra kavuştuğum Çeşme'nin yazlarına bir de müzik nefesini eklemekten mutlu çıkmıştım evden. 

Çeşme insanları yani gerçek Çeşme halkı uygar ve güler yüzlüdür büyük çoğunlukla. Eğer bir kentin sokaklarında rahat yürüyorsanız bu ne büyük şanstır ülkemizde. Çocukluğumdan bu yana çok sevdiğim Çeşme çarşısı özgünlüğünü, global markaların kuşatmasına büyük ölçüde feda etse de aralarda rastlayabildiğiniz eski Çeşmeyi yansıtan dükkanlarıyla hala bir şekilde özünü anımsatır herkese. 

İşte tüm değişimin farkında, ama dinleyeceğim müziğin düşünde yürüdüm çarşı boyu eski bir dostuma kavuşmuş gibi duyumsayarak. 
Kilise restore edilip açılmıştı geçen yaz. Evet, belki yeni yüzü pek başarılı sayılmazdı ama işlevselliğiyle çok şey katıyordu kültürel etkinliklere doğrusu. 


Sokaktakiler adeta panayır havasında, kapısı açık yapıya uğruyorlar ve genelde müziğe kapılıp ayrılamıyorlardı. Hele küçük Bir çocuğun o güzelim meraklı çocuk gözleriyle bir dinleyişi vardı ki unutulmaz. Sahnede Leyla Çolakoğlu, Rüya Taner, Bilgehan Erten, Dinçer Özer gibi değerli sanatçılar, en ön sırada onların da hocası Erol Erdinç ve eşi olunca unutulmaz bir gece yaşandı tüm içtenliğiyle. Tüm sanatçılar olanca alçak gönüllükleri ve müzik aşklarıyla ne güzel paylaştılar MÜZİKLERİNİ. Kısacası insan olmanın kıvancına vardığımız saatler geçirip bir de üstüne eski arkadaşlarla buluşmayı ekleyince gülümseyerek döndüm eve.

İşte yine 'diren Gezi' Cumartesilerinden biriydi ve Mutlu vali Gezi Parkı'nın ertesi gün açılacağını duyurmuştu. Ve ben haberin ilk satırlarında kalmıştım. Halbuki yürüyüş sonrası parka girilemeyeceğini de  eklemişti sonrasında. Sosyal medyada ben tüm iyi niyetimle dinlediğim müziğin güzelliğini paylaşırken, biber gazını  ve TOMAlarını tüm cömertliğiyle bizlere sunmayı görev bilen polisler mutluluktan uçuyorlarmış. 

Bir tweetde okuduğum gibi, 'Twitter haberlerini okumazsanız, her şey yolunda sanırsınız. Oysa iletileri gördüğünüzde her şey kararır birdenbire.
Bu gecenin akıl almayan görüntüleri eli satırlı yaratığın serbest dolaşımı, kimliğinin Redhack tarafından AÇIĞA ÇIKARILMASI  ve buna karşın su tabancalı direnişçinin gözaltına alınmasıydı. Bunun üzerine söylenecek söz kaldı mı artık?


1 Temmuz 2013 Pazartesi

YÜREĞİ YORGUN GÖNLÜ ENGİN RAUF DEDEM

İki maviş dedemden birini yazdım, ama ikincisini hep daha çok bilgi edineyim diye bugüne dek benimle taşıdım fikrimin bir köşesinde.

Çocukluğun en güzel anılarındandır dede evinde yaşananlar. Anneanne ve dedemin ilk torunu olarak çok düşkündük birbirimize. Hele dedemin salondaki kare masasının başında oturup gazete okumasını ve benim de o masanın altında kurduğum oyun dünyamda nasıl bir mutluluk ve güvenle oynadığımı unutamam. Eh, ne de olsa evde artık minik bir kardeş varken orada hala bir numara olmanın tadı vardı.

Dedemi henüz yedi yaşındayken yitirdim. Ama onun o güzel bakışları ve bana olan sevgisi hep canlı kaldı. Hep ağırbaşlı ve sakin anımsadığım Rauf dedemin ne denli hareketli bir yaşamı olduğunu öğrendiğimde de, öyküsünü yazmak bir sevgi borcu oldu.

Karaferye yakınlarındaki Ulumara Çiftliğinde doğar Rauf Dedem. Soyağacında büyük dede Hayruş Bey ve Melek Hanım, dede Mahmut Bey ve Rukiye Hanım, baba Şevket Bey ve annemin güzelliğini ve iyiliğini anımsadığı Libabe Hanım vardır. Dedem dört kardeşin en küçüğüdür ve Cevdet Ağabeyi, Fatma ve Rukiye Ablalarından farklıdır her zaman. Sürekli maddi konuların ön planda olmasından sıkılır. Belki de o yüzden daha henüz on yedi yaşındayken gönüllü katılır 1. Dünya Savaşı'na. Ve esir düşer Bağdat'da. 

Savaş biter. Dönmek istediğinde sınırlar kapatılmıştır. Ve aslında esaretle geçen zamanda büyük bir aşk öyküsü yaşanmıştır. Çünkü şehrin sevilen ailelerinden birinin kızıyla evlenmiş ve bir oğlu olmuştur. Mutludur, varlıklıdır ancak vatan hasreti çekmektedir. Tam yedi yıl sonra sınırlar açıldığında, çok sevdiği eşine yalvarır birlikte dönmeleri için. Ne yazık ki eşi de kopamaz doğduğu diyardan.

Dedem, tek başına döner Karaferye'ye. Eve ulaştığında ruhuna mevlit okutulmaktadır. Yedi yıl boyunca dönüşünü bekledikleri oğullarının dönmemesi, sınırlar açılmasına karşın kapıyı çalmaması son umutları da tüketmiştir. Ve mevlit bir mucize gibi dedemin gelişiyle şölene dönüşür,çekilen acılar büyük bir sevince. 

Aradan geçen aylarda, dedemin eşine ve çocuğuna çektiği hasreti gören aile büyükleri onu İsmet Hanım'la evlendirirler. İsmet Hanım, yalnızca kardeşiyle kalmıştır yaşamda. Anne ve babasını erken yaşta kaybetmiştir. Dedem yeniden mutluluğu yakalamıştır. Vatan toprağındaki son bir kaç yıl böyle geçerken 'mübadele' kararı çıkar. Zorlu bir gemi yolculuğundan sonra ki gemide doğan amca kızına 'Hicriye' adı verilir, göç sırasında doğduğu için,tüm aile İstanbul'a iskan edilirler önce, Bakırköy Sakızağacı'ndaki evlerine. Ablalar orada kalırken Cevdet Ağabeyleri Giresun'un methedildiğini duyar ve oraya gider. Güzel bir taş konak alır ve ailesiyle birlikte oraya yerleşir.

Özgürlüğüne düşkün dedem, ablalarıyla yaşamaktansa, akrabalarından ismini duyduğu Tire'ye gider eşi ve kayın biraderiyle.  Mübadillerin yerleştirilme süreci çok sancılı geçmekte, bırakılanların karşılığı alınamamaktadır. O yüzden dedem de önce 'Domuzlu Bahçe' diye bilinen toprağın işlemesini alır üstüne. Bir süre geçtikten sonra Tirelilerin yıllarca lezzetini unutmadıkları meyve ve sebzelerin yetiştirildiği elli dönümlük bahçe verilir kendine. Tam rahatladıkları anda İsmet Hanım'ın biricik kardeşi vereme tutulur ve ona bakan İsmet Hanım'a da geçer o dönemin çaresiz hastalığı. iki kardeş ardı ardına ayrılırlar dünyadan.

Dedem için yine yas vardır. Kendini biraz toparlamak için Giresun'a, ağabeyinin yanına gider. Cevdet Bey oğlunu evlendirmek için kız aramaktadır. Benim menekşe gözlü anneannem yatmaktadır gönüllerinde. Yaşam yine bildiğini okur ve dedemle anneannem yolda karşılaşırlar. Dedem bir anda vurulur gencecik Fatma Hanım'a. 

Anneannem henüz 19 yaşındadır. bir türlü beğendirememişlerdir gelen talipleri. Ne olduysa, o da kendinden tam on yedi yaş büyük dedeme 'evet' der istemeye geldiklerinde. Ve anneannemin özenle hazırlanmış çeyizi, zarif porselenleri sandıklarla gemiye yüklenir. Gemi yolculuğunda dedem anneanneme müthiş sözler verir. ''Tire'de oturacak, İzmir'de yaşayacak, İstanbul'da gezeceksin.'' diyerek. Ama gemiden indirilirken çeyiz sandıkları adeta yere atılır ve tüm porselenler kırılır. Anneanneme göre şanssızlığı orada başlar. Tire'de ilk yıllar Kurtuluş Mahallesi'ndeki evde geçer. Sırayla annem, teyzem ve dayım dünyaya gelir. Güzelliği Tire'de ünlenen anneannem 2. Dünya Savaşının zor yıllarında üç çocuk annesidir artık. Dedem bahçede kuleli bir ev yaptırır ve oraya taşınırlar. 

Giresun'lu bey kızı anneannem bahçede çalışan amelelerin 'hanım yengesi' olmuştur. Çocuklarını büyütmeye çalışırken, dedem Mesnevi okur, derinleşir kendi içinde günden güne. Anneannem dedem yokken yastığının altında silahla yatar kuleli evdeki ıssız gecelerde. Daha sonra yeni yaptırdıkları ulu çınar ağacının gölgesindeki modern eve geçerler. Altında fırın ve büyük bir kahvehane vardır. Bir de Tire'ye Sefaradlardan geldiği söylenen karambol oyununa ayrılmış alan.
Günümüzde bile 'Rauf Bey'in Kahvesi' diye bilinir o kahvehane.

Şuşut soyadını almıştır aile. Şuşut Farsça'da 'bilgili' anlamına gelirmiş. Dedeme çok yakışırdı soyadı aynen 'yücelten, esirgeyen' anlamına gelen ismi gibi.

Annemi çok sevdiği ve güvendiği akraba oğluyla evlendiren dedemin önsezisi ne yazık ki gerçekleşir. Onca ayrılık ve göçle yorulur yüreği. Bir Kasım sabahı, filesi dolu döner çarşıdan. Alt kattaki kahvedekilere, 'Kahvemi yapın, geliyorum.' der ve anneannemin begonyalarının karşıladığı basamakları çıkıp yatağına atar kendini ve bir anda uçup gider son nefesi. Mutfaktaki anneannem kapının açıldığını duyup gelene dek sonsuz yolculuğuna çıkmıştır benim maviş, güngörmüş, ağırbaşlı, sevgisi, öfkesi bakışlarında gizli dedem.

Bir mübadil yaşam böylece daha 64 yaşında solmuş, Tire'de sevgili annesinin kabriyle yan yana sonsuz uykusuna dalmıştır.