Tam on bir yıldır hepimizin bir şekilde içinde olduğu oyunun kaçıncı perdesindeyiz artık bilen var mı? Doğrusu ya aralanan bu son perde çok heyecanlı. O denli çok ki macera öğeleri, seyretmekten yorulduk derken, her an bir yeni parça daha ekleniyor.
Parçaların aktörleri de pek bir telaşlı oynamaya başladılar. Mimikleri, jestleri onca yılın ustalığına pek yaraşmaz oldu. Bir bakıyorsunuz, '' Ah, yıldız oyuncunun bu halini de mi görecektik, rol paylaşımı çok yordu onu'' diyorsunuz. Sonra yine o prima haline dönmeye uğraşıyor bir an, '' Çok lirik oynamaya başladı ama yakışmadı'' derken buluyorsunuz kendinizi.
Öylesine dev bir prodüksiyon ki oyuncuların sayısı belli değil; her gün yeni katılımlar, yeni bir dekor. Dekor gerçekten çok ilgi çekti. Hemen her birey, bir ayakkabı kutusunu farklı özlemlerle kullanıyor artık. 31 Mayıs akşamından beri değişmeyen, hatta gözden düşmüş görünen bir iç oyuncunun kimyasal formülünü verdiği TOMA suları hep popüler bir takım popülasyona karşı yaz demeden, kış demeden.
Bu perdenin mekanları arasında Vatan Caddesi şu anda dış güçlere kapalı ki o güçler nasıl da uymuşlardı yıllardır baş oyuncunun kurallarına. Değil beşinci güç, mikro güç bile olamamışlardı. Yine de hora geçemediler. Şu son sekiz gündür eski etki alanlarını kazanmak isteseler de; sanki başka bir balyozla vurulur gibi kafalarına, çıkmaya çalıştıkça gün yüzüne, bir anda dönüyorlar eski alanlarına.
Başkent tepeleri pek bir sisli. Altıncı gün bir ses duyar gibi olduk, bir de sekizinci gün bir haber aldık o kadar.
Oyunun görünen kurbanları pek bir duygusal replikler sıralıyorlar. Ama bu kez seyircilerin empati kurmaya hiç niyetleri yok o sözlere. Herkesin canı çok yanmış önceki sahnelerden.
Bir de yıllardır okyanus ötesi katılımıyla oyuna yön veren oyuncu bu perdede pek bir bedduacı oldu. Halbuki yıllardır ağlamaklı dualarıyla ne çok etkilemişti kendi seyircisini. Yeni bir oyunculuk çalıştayından çıkmış herhalde.
Yurdum insanı eski perdeleri unutmama mücadelesinde. Çok değer verdikleri bir çok oyuncu sahnenin gerisinde kaldı bilim insanlarından tutun öğrencilerine, komuta kademesinden tutun şehit Mehmetçiklerine...
Son perdenin en değişken öğelerinden biri de göz altına alınma anlarıydı. Ne kelepçe gördük, ne zorlama ne de kaba güç kullanma. Bir şirinlik, bir kibarlık. O eski dağıtılan mekanları arattılar bize. Eski perdelerde ne kanserli hastalar umurlarındaydı ne de yaşa ve hizmete saygı. Ama unutmayalım yine sabahın beşinde kapılar çalındı aynı şekilde. Nasıl da etkilendi yakınları bu durumdan, pek bir üzüldük!
Bir izleyici olarak her şeyin ötesinde beni çarpan aynı devletin resmi görevlileri arasındaki yaşamsal düello oldu. Sanki iki düşman gücün çarpışmasını izliyoruz. Sürekli bir meydan savaşı var ve henüz yenen ortada görünmüyor. On oyuncu değişikliğiyle izleyici sakinleştirilmeye çalışılıyor. Beşinci gücün yerine görev yapan sosyal medya halkı sahneye çağırıyor. Bizim seyirci yıllardır öyle çok oyun izledi ki sabrediyor, sahneye koyulacak sandıkları bekler gibi.
Sorgulayan izleyicinin artması çok önemli bu perdede. Kimi hala umutlu mavi gözlü yeni bir dev gelecekmişcesine, kimi hala dürüst kalan var mı arayışında, kiminin gözü tam kapalı hiç bir bataklığı görmemecesine. Genç izleyici bilinçli izliyor genelde. Kadınlar daha bir cesur izleyiciler. Onlar her yerde sorulara yanıt bulmaya çalışıyorlar, bir bölümü kurban edilse de...
Oyunun eski perdelerinden beri hukuk, adalet, eğitim, sanat, kültür, kısacası insanlık ve demokrasi bölümleri karanlık tarafında sahnenin; bir türlü sahne ışığına kavuşamıyorlar.
Ama durun sanki izleyici tarafından bir ışık geliyor, hani şu çılgın genlerden...
26 Aralık 2013 Perşembe
12 Aralık 2013 Perşembe
MASALCI TEYZEMİZ
Sizin ailenizde 'masalcı teyzeniz' var mıydı? Babaannem çok güzel masallar anlatırdı.Ama bir de tüm ailenin masalcı teyzesi vardı ki gelip de masallarını anlatsın diye dört gözle beklerdik çocuk gönlümüzle.
Aslında çileli bir mübadil öyküsüydü onun yaşamı, ancak o acıların olgunlaştırdığı kişiliğiyle hiç belli etmezdi üzüntülerini. Güler yüzüyle öyle tatlı anlatırdı ki tüm masallarını yalnızca aile bireyleri değil, komşularımız da toplanırdı çevresine, dinlemek için.
Babam ve diğer yeğenleri 'büyük teyze' diye çağırırlardı, altı kız kardeşin en büyüğü olduğu için. İsterseniz, önce mübadele öncesine dönelim ve masalcı teyzemizi ya da asıl ismiyle Necmiye Teyzemizi anlatalım.
Necmiye, İbrahim Bey'in ilk evliliğinden olan tek çocuğudur. Eşini kaybeden İbrahim Bey, babaannemin annesi Leyla Hanım'la evlenir. Leyla Hanım, henüz bir buçuk yaşındayken öksüz kalan küçük kızı daha ilk gördüğü anda çok sever ve beş kız ve bir erkek çocuk sahibi olsa da Necmiyeyi ilk göz ağrısı bilir.
Necmiye, babasının isteğiyle bir polisle evlenir. Ve bir kızı olur. Kısa bir süre sonra babasını sonsuzluğa uğurlarlar. Ne yazık ki eşi de çok geçmeden bir kavgayı ayırmak isterken arada kalır ve hayatını kaybeder. Gencecik,fidan boylu,o narin elli Necmiye Hanım, küçücük çocuğuyla Leyla Annesinin evine döner. Üstelik eşinden geçen bir hastalığı da vardır.
Bir Rum doktor hastalığını tedavi eder. Ancak hazırlanan ilacın buharı öylesine güçlüdür ki, içine çekerken burnu etkilenir ve sesinin tınısı değişir. Ve tek evladı da hastalanıp ölür.
Yaşam devam etmekte, koşullar günden güne zorlaşmaktadır. Babaannem, Leyla Hanım'ın dünyaya getirdiği ilk kızı evlenmiştir. Diğer dört kız ve henüz bebek olan tek erkek kardeş, çok çekingen, narin bir annenin eline kalmışlardır. Karaferye'de çok büyük, içinde bir çok meyve ağacı olan sebzelerini yetiştirdikleri bahçeli evin sakinleri yeni düzene alışmakta zorlanırlar. Babasız evin tüm sorumluluğunu, geçirdiği onca acıya karşın Necmiye Hanım alır.
Artık gelinlik diken iyi bir terzidir. Kumaş alışverişi için Selanik'e gider. Kardeşlerine adamıştır kendini. Hele kaybettiği kızıyla hemen hemen aynı yaşta olan en küçük kız kardeşi Rukiye'ye düşkünlüğü bambaşkadır. Selanik'e giderken bazen yalnızdır, bazı zamanlar da tedavisi süresince hep yanında olan Atiye'yi götürür. Alışveriş sonrası sahilde oturur, kahvelerini içerler. Son güzel günlerdir bunlar.
Kısa bir süre sonra karışıklık başlar. Artık çeteler evleri basmaya başlamışlardır. Ellerinde kalan altın ve nakit parayı belindeki kuşağa bağlar ve nöbet tutar geceleri. Lozan Antlaşması imzalandıktan sonra mübadil Rumlar evlerine yerleşir. Bir süre sonra onlara da mübadele kararı iletilir.
Çok zor koşullarda gelirler ana vatana. Selanik' de beklerler, gemiye bindirilirler, Bursa ya da İzmir'e yerleşmeyi düşünürlerken, Tire'ye gelirler bir akrabalarının beğenisiyle.
Necmiye Hanım, Leyla Hanım'la el verir ve yeni düzenlerini kurar. Tüm kız kardeşler evlenir zamanla. Yeni kuşaklar dünyaya geldikçe büyük teyzeleri daha ilk günden yanlarındadır. Hele tek erkek kardeş de büyüyüp evlenince, görev yaptığı Milas'a giderler. Leyla Hanım'ın yaşamı orada sona erer ve toprağa da orada verilir.
Büyük Teyzemiz, biricik erkek kardeşi ve ailesiyle geçirir yıllarını. Üsküdar'a yerleşince Behçet Dayımız, o da Üsküdarlı olur. Kız kardeşlerine konuk olur özlem gidermek için.
İşte benim anımsadığım Büyük Teyze, o konukluk günlerinin Necmiye Hanım'ıdır. İnce bedeni, uzun boyu, yuvarlak tel gözlüğü ve elinde kahve fincanıyla, Atiye Teyzemizin kuzineli odasında oturmuş bize birbirinden güzel, dinlemeye doyamadığımız masalları fın fın sesiyle anlatan en büyük masalcımız.
Belki bir gün, büyük ailemizin en küçük bireyleri de okur da, çok farklı olan bugünün ya da geleceğin dünyasından bizim çocukluğumuzun masallarına kısacık yolculuklar yaparlar... Ve masalcı teyzemiz yaşamaya devam eder anıların belleğinde...
Necmiye, İbrahim Bey'in ilk evliliğinden olan tek çocuğudur. Eşini kaybeden İbrahim Bey, babaannemin annesi Leyla Hanım'la evlenir. Leyla Hanım, henüz bir buçuk yaşındayken öksüz kalan küçük kızı daha ilk gördüğü anda çok sever ve beş kız ve bir erkek çocuk sahibi olsa da Necmiyeyi ilk göz ağrısı bilir.
Necmiye, babasının isteğiyle bir polisle evlenir. Ve bir kızı olur. Kısa bir süre sonra babasını sonsuzluğa uğurlarlar. Ne yazık ki eşi de çok geçmeden bir kavgayı ayırmak isterken arada kalır ve hayatını kaybeder. Gencecik,fidan boylu,o narin elli Necmiye Hanım, küçücük çocuğuyla Leyla Annesinin evine döner. Üstelik eşinden geçen bir hastalığı da vardır.
Bir Rum doktor hastalığını tedavi eder. Ancak hazırlanan ilacın buharı öylesine güçlüdür ki, içine çekerken burnu etkilenir ve sesinin tınısı değişir. Ve tek evladı da hastalanıp ölür.
Yaşam devam etmekte, koşullar günden güne zorlaşmaktadır. Babaannem, Leyla Hanım'ın dünyaya getirdiği ilk kızı evlenmiştir. Diğer dört kız ve henüz bebek olan tek erkek kardeş, çok çekingen, narin bir annenin eline kalmışlardır. Karaferye'de çok büyük, içinde bir çok meyve ağacı olan sebzelerini yetiştirdikleri bahçeli evin sakinleri yeni düzene alışmakta zorlanırlar. Babasız evin tüm sorumluluğunu, geçirdiği onca acıya karşın Necmiye Hanım alır.
Artık gelinlik diken iyi bir terzidir. Kumaş alışverişi için Selanik'e gider. Kardeşlerine adamıştır kendini. Hele kaybettiği kızıyla hemen hemen aynı yaşta olan en küçük kız kardeşi Rukiye'ye düşkünlüğü bambaşkadır. Selanik'e giderken bazen yalnızdır, bazı zamanlar da tedavisi süresince hep yanında olan Atiye'yi götürür. Alışveriş sonrası sahilde oturur, kahvelerini içerler. Son güzel günlerdir bunlar.
Kısa bir süre sonra karışıklık başlar. Artık çeteler evleri basmaya başlamışlardır. Ellerinde kalan altın ve nakit parayı belindeki kuşağa bağlar ve nöbet tutar geceleri. Lozan Antlaşması imzalandıktan sonra mübadil Rumlar evlerine yerleşir. Bir süre sonra onlara da mübadele kararı iletilir.
Çok zor koşullarda gelirler ana vatana. Selanik' de beklerler, gemiye bindirilirler, Bursa ya da İzmir'e yerleşmeyi düşünürlerken, Tire'ye gelirler bir akrabalarının beğenisiyle.
Necmiye Hanım, Leyla Hanım'la el verir ve yeni düzenlerini kurar. Tüm kız kardeşler evlenir zamanla. Yeni kuşaklar dünyaya geldikçe büyük teyzeleri daha ilk günden yanlarındadır. Hele tek erkek kardeş de büyüyüp evlenince, görev yaptığı Milas'a giderler. Leyla Hanım'ın yaşamı orada sona erer ve toprağa da orada verilir.
Büyük Teyzemiz, biricik erkek kardeşi ve ailesiyle geçirir yıllarını. Üsküdar'a yerleşince Behçet Dayımız, o da Üsküdarlı olur. Kız kardeşlerine konuk olur özlem gidermek için.
İşte benim anımsadığım Büyük Teyze, o konukluk günlerinin Necmiye Hanım'ıdır. İnce bedeni, uzun boyu, yuvarlak tel gözlüğü ve elinde kahve fincanıyla, Atiye Teyzemizin kuzineli odasında oturmuş bize birbirinden güzel, dinlemeye doyamadığımız masalları fın fın sesiyle anlatan en büyük masalcımız.
Belki bir gün, büyük ailemizin en küçük bireyleri de okur da, çok farklı olan bugünün ya da geleceğin dünyasından bizim çocukluğumuzun masallarına kısacık yolculuklar yaparlar... Ve masalcı teyzemiz yaşamaya devam eder anıların belleğinde...
7 Aralık 2013 Cumartesi
BİR MÜZİKSEVERİN HAYIRLI İKİ CUMASI
Müzik, yaşamıma değer katan en önemli öğelerden biri olunca, doğanın mucizeleri gibi müziğe de inanınca, müzikle,özellikle canlı dinletilerle geçen saatler de bana bir tür ibadet gibi geliyor. O yüzden son iki Cuma akşamının da hayrına inanmak gerek.
Ağustos'da alınan Andre Rieu biletlerinden sonra 29 Kasımı iple çekmeye başlamıştım doğrusu. Ne de olsa sanatçı Türkiye'ye ilk kez geliyor ve olimpiyat statlarında klasik müzik konserleri vermesiyle tanınıyordu. İzlediğim DVD'lerinde yarattığı atmosfer de büyüleyiciydi.
Böylece,ağır bir nezle dönemini atlatıp her zamanki İzmir İstanbul seferlerimden birini daha gerçekleştirdim. Benden de fazla dinleti bağımlısı olan Şadan Ablamla Sinan Erdem Spor Salonu'nun yolunu İstanbul trafiğinin dehşetiyle üç saat önceden tuttuk. Neyse, hükümetimizin kültür ve eğlence dünyasına olağanüstü katkılarından dolayı eski hafta sonu kalabalığının yerinde bayağı bir yeller estiğinden mekana rahat ulaştık...
Saat dokuzdan sonra kapıların kapatılacağı tüm bilet sahiplerine telefon mesajıyla ulaştırıldığı için gerek müzisyenlere gerekse müzikseverlere saygılı bir dinleti olacağına güvenmiştik. Konser, on dakika kadar geç başladı. Yanımızda oturanların Karadeniz Ereğlisinde yaşayan 86 yaşındaki bir tıp doktoru ve onun aile bireyleri olduklarını ve onca yolu bu konser için katettiklerini öğrenince daha bir etkilendik.
İlk kez çevirmen eşliğinde bir konser dinledik. Bu yüzden bol konuşmalı bir dinleti oldu ve bana biraz da Sezen Aksu'nun bol sohbetli konserlerini anımsattı. Johann Strauss Orkestrasının tüm elemanları işlerini severek yaptıklarını baştan sona gülümseyen yüzleriyle yansıttılar. Andre Rieu da hemen her üyeye solo performans şansı vererek hepsinin ayrı ayrı değerleri olduğunu çok açık bir şekilde belirtti.
Ancak organizasyon şirketi, şef, orkestra ve izleyici arasında kurulan saygılı bağı, ilk yarı süresince geç gelen tüm izleyicileri salonun metal gürültülü basamaklarından indirerek yok etti. Sistemin sistemsizliğine hayran kalmamak elde değildi... Aldırmasızlığımız artık her alanda kendini gösteriyor. Dayanamayıp dışarı çıktım ve kimin yetkili olduğunu sordum yer gösteren gençlere. Meğer tüm sorumlular mekan dışına çıkmamış mı?
Andre Rieu, orkestrasına Johann Strauss adını vermesine karşın doğduğu yer Massricht'in adını defalarca yineledi ve bizde yok edilmeye çalışılan kimlik politikasının tam tersine bir tavır sergiledi. Bir çalgının üzerinde durduğu masanın ayakları sallanınca 'bu Türk masası' diyerek soğuk bir espri de yaptıysa da müzisyenler performanslarıyla tüm olumsuzlukları unutturdular.
Çan ve ksilifon düzenlemeleri harikaydı. Üç Rus sanatçının geleneksel çalgılarıyla çaldıkları parçalar ve her birinin vatan özlemi gözlerinden okunuyordu. Latin tenorlar aryalarıyla, geçen yıl orkestraya katılan Güney Afrikalı, siyah elmas sopranoları lirik sesiyle unutulmaz anılar bıraktılar.
İkinci yarının sonuna doğru dokuz bin kişilik salon tek yürek olmuş, VİP bölümün bir parçasını adeta esir alan yapay karın aşırılığı bile yüzlerdeki gülümsemeyi azaltmamıştı. Konserin son bölümünde üç Türk sanatçının da katılımıyla seslendirilen üç Türkçe parça hepimizin gönlünü fethetmişti tam anlamıyla.
Tüm giz Andre Rieu'nun şu sözlerinde saklıydı. ''Biz dünyanın en güzel işini çok severek yapıyoruz''.
İkinci hayırlı Cumadan söz etmeden önce konser öncesi gezdiğim Yıldız Moran sergisini anlatmadan geçemeyeceğim. Türkiye'nin akademik eğitim almış ilk kadın fotoğraf sanatçısı olan Yıldız Moran, sadece 12 yıl sürdürdüğü ve Özdemir Asaf'la evlendikten sonra bıraktığı sanatında, çektiği tüm fotoğraflarda, güçlü tekniğinin yanı sıra yüreğini ve duygularını da eklemiş tüm yalın güzelliğiyle. Altmışların başında çıktığı yurt gezisinde çektiği tüm fotoğraflar derinden etkiledi beni. Pera Müzesinde 19 Ocak tarihine dek açık kalacak sergiyi fotoğrafseverlere önermek bir gönül borcu gibi. Ayrıca müzenin diğer iki katında Yunanlı sanatçı Sophia Vari'nin heykel ve resimleri zamansızlığı vurguluyor, Yıldız Moran'ın 'Zamansız Fotoğraflar' sergisi gibi.
Ülkemizde kadının adı devlet politikasıyla günden güne silikleştirilmeye çalışılırken, Pera Müzesindeki bu iki kadın sergisi gerçekten çok değerli.
Pera'nın sanat gündeminde Amos Gitai'nın Vatan ve Sürgün temalı filmleri de vardı 20 Kasım- 1 Aralık arası. Roses A Credit'sini izledim. Yönetmenin tümüyle Fransa'da çektiği ve Fransızların İkinci Dünya Savaşı sonrası materyalist bakışını genç bir çiftin giderek değişen yaşamları aracılığıyla ve özellikle genç kadının nasıl korkunç bir tüketiciye dönüştüğünü çarpıcı bir dille veren film tam bir olgunluk çağı yapıtı. Kaçırmadığıma çok sevindim gerçekten.
Gelelim ikinci Cumaya. Dün akşam İzmir devlet Senfoni Orkestrasının Antonio Pirolli'nin şefliğinde, solist olarak Alexander Rudin'in sahne aldığı haftalık konserindeydim. Otuz yıllık izleyicisi olduğum orkestrayı bu sezon ilk kez dinledim. Sinan Erdem'in kötü akustiğinden ve geçen hafta sonu beş buçuk yıldır kapkaranlık bırakılan, artık kaldırımından bile yürüyemediğimiz kuşatılmış hazin İstanbul AKM görüntüsünden sonra her tınıyı tüm berraklığıyla duyduğumuz salonda, usta çellistten Dvorak ikinci konçertoyu dinlemek yine umut çiçeklerini açtırdı ruhumda. Belki bizim sanatçılarımızın yüzleri pek gülmüyor, Kürşat And da uğurladıklarımıza karıştı, kıdemli üyelerle birlikte yaş aldık ama yine de müziğin kalitesi, inanın pek çok yabancı topluluktan üstündü. Ve bir İzmirli olarak şunu da ekleyeyim; seyirciler bölüm aralarında alkışlasalar da coşkuları ve sanatçıyı yüceltmeleriyle İzmir farkını belli ediyorlardı canım...
Eh, ne diyeyim, tüm sanatseverlerle nice hayırlı Cumalara...
Çan ve ksilifon düzenlemeleri harikaydı. Üç Rus sanatçının geleneksel çalgılarıyla çaldıkları parçalar ve her birinin vatan özlemi gözlerinden okunuyordu. Latin tenorlar aryalarıyla, geçen yıl orkestraya katılan Güney Afrikalı, siyah elmas sopranoları lirik sesiyle unutulmaz anılar bıraktılar.
İkinci yarının sonuna doğru dokuz bin kişilik salon tek yürek olmuş, VİP bölümün bir parçasını adeta esir alan yapay karın aşırılığı bile yüzlerdeki gülümsemeyi azaltmamıştı. Konserin son bölümünde üç Türk sanatçının da katılımıyla seslendirilen üç Türkçe parça hepimizin gönlünü fethetmişti tam anlamıyla.
Tüm giz Andre Rieu'nun şu sözlerinde saklıydı. ''Biz dünyanın en güzel işini çok severek yapıyoruz''.
İkinci hayırlı Cumadan söz etmeden önce konser öncesi gezdiğim Yıldız Moran sergisini anlatmadan geçemeyeceğim. Türkiye'nin akademik eğitim almış ilk kadın fotoğraf sanatçısı olan Yıldız Moran, sadece 12 yıl sürdürdüğü ve Özdemir Asaf'la evlendikten sonra bıraktığı sanatında, çektiği tüm fotoğraflarda, güçlü tekniğinin yanı sıra yüreğini ve duygularını da eklemiş tüm yalın güzelliğiyle. Altmışların başında çıktığı yurt gezisinde çektiği tüm fotoğraflar derinden etkiledi beni. Pera Müzesinde 19 Ocak tarihine dek açık kalacak sergiyi fotoğrafseverlere önermek bir gönül borcu gibi. Ayrıca müzenin diğer iki katında Yunanlı sanatçı Sophia Vari'nin heykel ve resimleri zamansızlığı vurguluyor, Yıldız Moran'ın 'Zamansız Fotoğraflar' sergisi gibi.
Ülkemizde kadının adı devlet politikasıyla günden güne silikleştirilmeye çalışılırken, Pera Müzesindeki bu iki kadın sergisi gerçekten çok değerli.
Pera'nın sanat gündeminde Amos Gitai'nın Vatan ve Sürgün temalı filmleri de vardı 20 Kasım- 1 Aralık arası. Roses A Credit'sini izledim. Yönetmenin tümüyle Fransa'da çektiği ve Fransızların İkinci Dünya Savaşı sonrası materyalist bakışını genç bir çiftin giderek değişen yaşamları aracılığıyla ve özellikle genç kadının nasıl korkunç bir tüketiciye dönüştüğünü çarpıcı bir dille veren film tam bir olgunluk çağı yapıtı. Kaçırmadığıma çok sevindim gerçekten.
Gelelim ikinci Cumaya. Dün akşam İzmir devlet Senfoni Orkestrasının Antonio Pirolli'nin şefliğinde, solist olarak Alexander Rudin'in sahne aldığı haftalık konserindeydim. Otuz yıllık izleyicisi olduğum orkestrayı bu sezon ilk kez dinledim. Sinan Erdem'in kötü akustiğinden ve geçen hafta sonu beş buçuk yıldır kapkaranlık bırakılan, artık kaldırımından bile yürüyemediğimiz kuşatılmış hazin İstanbul AKM görüntüsünden sonra her tınıyı tüm berraklığıyla duyduğumuz salonda, usta çellistten Dvorak ikinci konçertoyu dinlemek yine umut çiçeklerini açtırdı ruhumda. Belki bizim sanatçılarımızın yüzleri pek gülmüyor, Kürşat And da uğurladıklarımıza karıştı, kıdemli üyelerle birlikte yaş aldık ama yine de müziğin kalitesi, inanın pek çok yabancı topluluktan üstündü. Ve bir İzmirli olarak şunu da ekleyeyim; seyirciler bölüm aralarında alkışlasalar da coşkuları ve sanatçıyı yüceltmeleriyle İzmir farkını belli ediyorlardı canım...
Eh, ne diyeyim, tüm sanatseverlerle nice hayırlı Cumalara...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)