7 Aralık 2013 Cumartesi

BİR MÜZİKSEVERİN HAYIRLI İKİ CUMASI

Müzik, yaşamıma değer katan en önemli öğelerden biri olunca, doğanın mucizeleri gibi müziğe de inanınca, müzikle,özellikle canlı dinletilerle geçen saatler de bana bir tür ibadet gibi geliyor. O yüzden son iki Cuma akşamının da hayrına inanmak gerek.

Ağustos'da alınan Andre Rieu biletlerinden sonra 29 Kasımı iple çekmeye başlamıştım doğrusu. Ne de olsa sanatçı Türkiye'ye ilk kez geliyor ve olimpiyat statlarında klasik müzik konserleri vermesiyle tanınıyordu. İzlediğim DVD'lerinde yarattığı atmosfer de büyüleyiciydi.

Böylece,ağır bir nezle dönemini atlatıp her zamanki İzmir İstanbul seferlerimden birini daha gerçekleştirdim. Benden de fazla dinleti bağımlısı olan Şadan Ablamla Sinan Erdem Spor Salonu'nun yolunu İstanbul trafiğinin dehşetiyle üç saat önceden tuttuk. Neyse, hükümetimizin kültür ve eğlence dünyasına olağanüstü katkılarından dolayı eski hafta sonu kalabalığının yerinde bayağı bir yeller estiğinden mekana rahat ulaştık...

Saat dokuzdan sonra kapıların kapatılacağı tüm bilet sahiplerine telefon mesajıyla ulaştırıldığı için gerek müzisyenlere gerekse müzikseverlere saygılı bir dinleti olacağına güvenmiştik. Konser, on dakika kadar geç başladı. Yanımızda oturanların Karadeniz Ereğlisinde yaşayan 86 yaşındaki bir tıp doktoru ve onun aile bireyleri olduklarını ve onca yolu bu konser için katettiklerini öğrenince daha bir etkilendik. 

İlk kez çevirmen eşliğinde bir konser dinledik. Bu yüzden bol konuşmalı bir dinleti oldu ve bana biraz da Sezen Aksu'nun bol sohbetli konserlerini anımsattı. Johann Strauss Orkestrasının tüm elemanları işlerini severek yaptıklarını baştan sona gülümseyen yüzleriyle yansıttılar. Andre Rieu da hemen her üyeye solo performans şansı vererek hepsinin ayrı ayrı değerleri olduğunu çok açık bir şekilde belirtti.

Ancak organizasyon şirketi, şef, orkestra ve izleyici arasında kurulan saygılı bağı, ilk yarı süresince geç gelen tüm izleyicileri salonun metal gürültülü basamaklarından indirerek yok etti. Sistemin sistemsizliğine hayran kalmamak elde değildi... Aldırmasızlığımız artık her alanda kendini gösteriyor. Dayanamayıp dışarı çıktım ve kimin yetkili olduğunu sordum yer gösteren gençlere. Meğer tüm sorumlular mekan dışına çıkmamış mı?   
   
Andre Rieu, orkestrasına Johann Strauss adını vermesine karşın doğduğu yer Massricht'in adını defalarca yineledi ve bizde yok edilmeye çalışılan kimlik politikasının tam tersine bir tavır sergiledi. Bir çalgının üzerinde durduğu masanın ayakları sallanınca 'bu Türk masası' diyerek soğuk bir espri de yaptıysa da müzisyenler performanslarıyla tüm olumsuzlukları unutturdular. 

Çan ve ksilifon düzenlemeleri harikaydı. Üç Rus sanatçının geleneksel çalgılarıyla çaldıkları parçalar ve her birinin vatan özlemi gözlerinden okunuyordu. Latin tenorlar aryalarıyla, geçen yıl orkestraya katılan Güney Afrikalı, siyah elmas sopranoları lirik sesiyle unutulmaz anılar bıraktılar.

İkinci yarının sonuna doğru dokuz bin kişilik salon tek yürek olmuş, VİP bölümün bir parçasını adeta esir alan yapay karın aşırılığı bile yüzlerdeki gülümsemeyi azaltmamıştı. Konserin son bölümünde üç Türk sanatçının da katılımıyla seslendirilen üç Türkçe parça hepimizin gönlünü fethetmişti tam anlamıyla.    

Tüm giz Andre Rieu'nun şu sözlerinde saklıydı. ''Biz dünyanın en güzel işini çok severek yapıyoruz''.    

İkinci hayırlı Cumadan söz etmeden önce konser öncesi gezdiğim Yıldız Moran sergisini anlatmadan geçemeyeceğim. Türkiye'nin akademik eğitim almış ilk kadın fotoğraf sanatçısı olan Yıldız Moran, sadece 12 yıl sürdürdüğü ve Özdemir Asaf'la evlendikten sonra bıraktığı sanatında, çektiği tüm fotoğraflarda, güçlü tekniğinin yanı sıra yüreğini ve duygularını da eklemiş tüm yalın güzelliğiyle. Altmışların başında çıktığı yurt gezisinde çektiği tüm fotoğraflar derinden etkiledi beni. Pera Müzesinde 19 Ocak tarihine dek açık kalacak sergiyi  fotoğrafseverlere önermek bir gönül borcu gibi. Ayrıca müzenin diğer iki katında Yunanlı sanatçı Sophia Vari'nin heykel ve resimleri zamansızlığı vurguluyor, Yıldız Moran'ın 'Zamansız Fotoğraflar' sergisi gibi.

Ülkemizde kadının adı devlet politikasıyla günden güne silikleştirilmeye çalışılırken, Pera Müzesindeki bu iki kadın sergisi gerçekten  çok değerli. 

Pera'nın sanat gündeminde Amos Gitai'nın Vatan ve Sürgün temalı filmleri de vardı 20 Kasım- 1 Aralık arası.  Roses A Credit'sini izledim. Yönetmenin tümüyle Fransa'da çektiği ve Fransızların İkinci Dünya Savaşı sonrası materyalist bakışını genç bir çiftin giderek değişen yaşamları aracılığıyla ve özellikle genç kadının nasıl korkunç bir tüketiciye dönüştüğünü çarpıcı bir dille veren film tam bir olgunluk çağı yapıtı. Kaçırmadığıma çok sevindim gerçekten.

Gelelim ikinci Cumaya. Dün akşam İzmir devlet Senfoni Orkestrasının Antonio Pirolli'nin şefliğinde, solist olarak Alexander Rudin'in sahne aldığı haftalık konserindeydim. Otuz yıllık izleyicisi olduğum orkestrayı bu sezon ilk kez dinledim. Sinan Erdem'in kötü akustiğinden ve geçen hafta sonu beş buçuk yıldır kapkaranlık bırakılan, artık kaldırımından bile yürüyemediğimiz kuşatılmış hazin İstanbul AKM görüntüsünden sonra her tınıyı tüm berraklığıyla duyduğumuz salonda, usta çellistten Dvorak ikinci konçertoyu dinlemek yine umut çiçeklerini açtırdı ruhumda. Belki bizim sanatçılarımızın yüzleri pek gülmüyor, Kürşat And da uğurladıklarımıza karıştı, kıdemli üyelerle birlikte yaş aldık ama yine de müziğin kalitesi, inanın pek çok yabancı topluluktan üstündü. Ve bir İzmirli olarak şunu da ekleyeyim; seyirciler bölüm aralarında alkışlasalar da coşkuları ve sanatçıyı yüceltmeleriyle İzmir farkını belli ediyorlardı canım...

Eh, ne diyeyim, tüm sanatseverlerle nice hayırlı Cumalara...     


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder