24 Temmuz 2014 Perşembe

YİTİRDİĞİMİZ GERÇEK SANATÇILAR VE BİR HEYKEL

Son günlerde sanat ve bilim dünyasından ne çok değerli insanı yitirdik. Aslında değerlerinin farkında mıydık? Ne dersiniz?  Ah, Bir de kolu kırılan Akdeniz heykeli... 

Temmuz ayında önce Türk dostu, kendini bizden hisseden Andrew Mango'nun ölümü. O artık yazdığı ölümsüz 'Atatürk' kitabıyla anımsanacak ülkemizde.

Ve büyük sanatçı İlhan Koman'ın 1980 yılında yaptığı kucaklaşmayı anlatan, kendi de bir deniz aşığı olduğu için 'Akdeniz' adını koyduğu kadın figürüyle dalga şeklinde 112 metal levhayı birleştirerek oluşturduğu o güzelim heykel 17 Temmuz 2014'de İsrail'in Gazze'ye kara saldırısını protesto eden bir grup tarafından kolu kırıldı. 

O heykel, benim İşsanat'a her gidişimde önünden geçtiğim ve her kezinde hayranlıkla izlediğim yol arkadaşımdı. İnanın, kolu kırılana dek metal levhalardan yapıldığını bilmiyordum, öylesine zarif ama bir o kadar da görkemliydi. Çok yalnız dururdu akşam saatlerinde. Zaten sanatçının oğlu da heykelin deniz kenarında bir yere daha çok yakışacağını dile getirmiş bir söyleşide. Evet, belki Ferit Özşen tarafından onarılacak ama onun yaralı görüntüsü tıpkı Kars İnsanlık Anıtı'nın yıkılışı gibi belleklerimizden silinmeyecek. Taliban ruhu taşıyanlar çoğaldıkça bu güzel ülkede, bizler daha bir yalnızlaşacağız...

21 Temmuz'da ülkemizin harika çocuklarından Verda Erman iki ay önce yakalandığı kan kanserinden yaşamını yitirdi. İyi ki dinleme şansına sahip oldum. Gerçek bir sanatçıydı. 

Verda Erman'ın benim klasik müziğe bağlanmamda çok büyük payı vardır. On yaşındayken teyzemin evinde yaz tatilimin iki ayını geçirdiğim Ankara'da sık sık babamın çok sevdiğim kuzenlerine de giderdim. Ve açık pencerelerin birinden gelen piyanonun sesi büyülerdi beni. Bir gün İnci Ablamdan öğrendim bu piyanoyu çalanın adını. Verda Erman. on yaşındaki küçük kıza çok büyük katkısı oldu büyük sanatçının. Notaları, çok severek çaldığı Chopin'in 'Ninni'si' gibi eşlik etsin ona sonsuzlukta.

Ve aynı gün Klaus Schmidt de öldü. Dünya'nın en eski tapınağı olarak bilinen Göbeklitepe'nin 1995 yılından beri kazı çalışmalarını ve tanıtımını yürüten bu bilim insanı bizi on iki bin yıl öncesine götürdü ve bu büyük çalışmasıyla tapınağın Dünya Mirasları listesine aday olmasını sağladı. Her geçen yıl tarihi yok edilmeye çalışılan ya da kötü kopyalarla doldurulan betonlaşan vatanımızda bize bir insanlık anısı ve armağanı bıraktı. Ne mutlu böyle anılanlara.. Ne anlamlı olurdu son durağı da Göbeklitepe toprağında kalsaydı ve onu da aynen Kenan Erim'in Afrodisyas'daki o yalın gömütü gibi her Göbeklitepe konuğu da anımsasaydı...

Sonra Sevda Şener'i toprağa verdik. Tiyatro Eleştirmenlerinin en yetkin ismiydi. Ve İngiliz Filolojisi mezunu olarak başladığı tiyatro kariyeri Ankara DTCF'de Tiyatro Bölüm Başkanı olarak son bulmuş ve bu alanda Türkiye'de hocaların hocası olarak adlandırılmıştır. Sevgili öğrencileri onun yolunda yürümeyi sürdüreceklerdir tüm engellemelere karşın.  

Ve bu gece Ayhan Baran'ın ölüm haberi. 'Türk operası en derin sesini kaybetti' diye duyurmuş Andante dergisi. Ahmet Adnan Saygun'un halk şarkılarını yorumladığı plaklarıyla 1985 yılında Fransız Plak Akademisi ödülünü kazanmış desek bir örnek olur mu acaba? Yıllarca AKM'de solist sanatçı olarak sahneye çıktıktan sonra 2008'den beri kapalı kalışı da yüreğini kim bilir ne çok yormuştur bu unutulmaz bas sesi...

Ne çok isterdim tüm bu insan gibi insan sanatçıların son yıllarını daha mutlu ve daha özgür bir ortamda yaşamalarını...


   

  




22 Temmuz 2014 Salı

GAZZE'NİN BULUT ÇOCUKLARINA

KAPILARI ÇALAN BENİM
KAPILARI BİRER BİRER
GÖZÜNÜZE GÖRÜNEMEM 
GÖZE GÖRÜNMEZ ÖLÜLER
**
**
SAÇLARIM TUTUŞTU ÖNCE
GÖZLERİM YANDI KAVRULDU
BİR AVUÇ KÜL OLUVERDİM
KÜLÜM HAVAYA SAVRULDU


 
Nazım Hikmet Ran'ın Hiroşima'dan sonra yazdığı unutulmaz 'Kız Çocuğu' şiirinin birinci  ve üçüncü dörtlüklerini alarak başlamak geldi yüreğimin en derininden...  

Gazze'de çocuklar ölüyor birer birer. 121 çocuk öldü ve bu saldırılar sürdükçe bulut çocuklar çoğalacak. Ortadoğu'nun yüzyıllardır değişmeyen kaderi son yıllarda yine alevlendi. Çirkin politikalar ve politikacıların insanlıktan nasibini almayan temsilcileri yine işbaşında. 
Tüm medya organları sürekli haber yapmakla yetiniyorlar. Bizler de izlemek ve üzülmekle. Bu fotoğraflar hepimizin içini acıtıyor. Ve rahat evlerimizde UZAKTAN üzülüyoruz.


Biz sıradan insanlar nasıl daha etkili olabiliriz? Neden tüm yaşamımız bu haksız savaşlara, saldırılara katlanmakla geçiyor.





Güç hep böyle kötüye mi kullanılacak? Nice masum insan, çocuk ve doğanın tüm varlıkları hep böyle öldürülecek mi?


Darbelerle geçen ömrümüz barış görmeden mi sonsuzluğa göçüp gidecek? 





Ve barış umutlarımız yalnızca çocuklarımızın isimlerinde mi kalacak?  


12 Temmuz 2014 Cumartesi

KIŞ UYKUSU'NDAN YAZ UYKUSU'NA

Kış Uykusu'nu izleyip kendimce yaz uykusuna geçmenin rahatlığı/rahatsızlığıyla geçen dört hafta. Yazmamanın ya da yazmaya bir türlü fırsat bulamamanın rahatsızlığıyla geçen dört hafta... 

Torun sevgisi ve onun her yaptığını, her sözcüğünü izlemenin doyumuyla geçen bir hafta. Ve sonra onu özlemekle geçen üç hafta... 

Denize girerken, rüzgarı dinlerken, gökyüzünde tek uçan martıyı izlerken, kumda yiyecek arayan serçeleri, ufuktaki yelkenliyi seyrederken, sabahın ilk ışıklarının ya da gün batımının fotoğraflarını çekerken, yazlıktaki komşulara kavuşmanın ve kahve sohbetlerinin sevinciyle, yüzmeyle, sporla rahatlamanın, denizin maviliğinde rahatlamanın, denizden gökyüzünü izlemenin coşkusuyla geçen dört hafta... 

Konukları karşılamanın, mutfakta yeni tatlar yaratma, yeni kitaplar okuma, Çeşme ve Alaçatı'nın ara sokaklarını keşfedip yeni renkler bulmanın, semt pazarlarından Ovacık sebzeleri ve meyvelerini bulmanın lezzetiyle ve iyi ki yaşıyorum diyebilmenin dingin nefesleriyle geçen dört hafta...

Evde istediğim müziği seçip dinlemenin, İKSEV'in Çeşme'deki tek konserini izlemenin yanında  İstanbul'un Boğaz'nı, tarihsel dokusunu, sanatsal etkinliklerini LMV'deki ve diğer dostları, özlemekle geçen dört hafta...

 Ve insan olmanın paradokslarını duyumsadığım dört haftada her gün incelemeye çalıştığım gazete başlıklarının rahatsızlığında bu güzel ülke nasıl bu denli uyutuluyor, nasıl bir güç uygulamasıyla bu denli her anti demokratik uygulamaya rıza gösteriliyor, ilkesizlik, etik dışı davranışlar nasıl bu denli yaygınlaşıyor, para bilginin önüne nasıl bu denli geçiyor, kavramlar ve söylemler  nasıl bu denli kabalaşıyor, konsolosluk rehineleri, IŞID zulmü ve tedirginliği Soma için toplanan yardımlar, yolsuzluklar nasıl bu denli hızla unutturuluyor, sanata, bilime ve eğitime nasıl her geçen gün bu denli keskin darbeler indiriliyor, Gezi'nin gencecik kurbanları, Madımak katliamının yıldönümleri nasıl bu denli sıradanlaştırılıyor, RES'ler, HES'ler ve gökkazıyan yapılar nasıl bu denli çoğaltılıyor,  zeytinlikler, güzelim Gökova, Kazdağları ve nice doğal alanlar eksiltilsin savıyla nasıl bu denli hızlı kararnameler çıkartılıyor diye düşünmenin ürküntüsü, korkusu, üzüntüsüyle geçen dört hafta...

Ve bu yazıdaki duygular paylaşılır umuduyla  yine yeniden inadına bu ülkenin değerini bilip yaşamaya devam demenin kararıyla geçen bir an, bir saat...