17 Kasım 2014 Pazartesi

TARİH NASIL DEĞİŞTİRİLİR

Gündemin değişmesi üzerine yazmak istemiyorum derken tarihin değiştiğini okuyunca tüm kararlığımdan vazgeçtim. Eh, her faniye nasip olmazdı böylesine önemli olayları yaşamak. 

Günümüz Türkiyesi'nde aklı tutulan vatandaşlar olarak, sürekli biber pardon haber gazlarına alışmıştık kendi toprağımızda. İnsanlar, ağaçlar, eğitim, ekonomi, hukuk, sanat,kültür ardı ardına devrilen kağıt desteleri gibiydi. Ama sıra tarihin değişmesine ve neredeyse vahiy yoluyla yeni cami yakıştırmaları, gitmesek de görmesek de, düşlerimizdeki son kalenin içine yapılsa iyi olur denince şaşırmamaya and içmiştik ama yine ağzımız açık kaldı.

Halbuki ne güzel bir hafta geçirmiştim. Kendi dramamda, Kitap Fuarı, Çağdaş Sanat Fuarı koridorlarında geziyor, ruhumu arındırıyordum. 

Üç haftada Kerbela, Kalp Düğümü ve Bir Delinin Hatıra Defteri gibi nitelikli oyunlar izlemiş, güzel dinletilerin notalarında dolaşmıştım. Bu ruh dinginliği umutsuzluğumu umuda döndürmüş, güneşin sofralarına ne olursa olsun ulaşacağız düşlerime kavuşmuştum. 

Haberleri bağzı seslerin konuşmasına dayanamayıp dinlemediğimden okumakta da geç kalabiliyordum. O akşam Interstellar- Yıldızlar Arası filminin geleceğe yönelik kaygılarına ve çocukluğumun Jules Verne romanlarından gelen bilim kurgu sempatisiyle dalmış ve gözümü kırpmadan izlemiştim. 

Uykudan önce alışkanlığım olan sosyal medya iletilerine bakınca Gezi kuşağının orantısız zeka yüklü tümceleri beni günümüze ışık hızında döndürdü. Haydi bir kaç tanesini yazayım da blogumda da bulunsun:

_Küba'ya cami yapmaya git de direniş nasıl olurmuş görürsün.
_Ha ha ha, Fidel'e de takke.
_Che Guevera da Küba'daki Havana İmam Hatip lisesi'nden mezunmuş.
_ Türkiye'de camiye ayakkabıyla gienler out, Küba'da camiye puroyla girenler in.

Bizim çocuklar Küba'da cami hayalini trend topic yapmışlardı. Ancak ertesi sabah İspanya'dan gelen kınama haberlerini ve akademisyen görüşlerini okuduğumda asıl haberin Amerika'nın keşfi olduğu kocaman bir kaya gibi çarptı başıma. 

Ülkemizde tarih kitaplarının ilk sayfaları daha 10 Ağustos seçimlerinden önce değiştirilip basılmıştı. Amerika kıtasının keşfi de rahatça değiştirilirdi. Eğitimci benliğim hemen yurt dışı sınavlara girecek öğrencilerin derdine düştü. Sonra teselli nedeni buldum. Onca sorunun içinde bir geçersiz yanıt da verilse bir şey değişmezdi canım.

Zaten biz seksenlerden beri 'Alışırsınız' denilerek nelere alıştırılmıştık. Bu söylem de tarihsel bir eklentiydi, o kadar. 

Unutmayalım ki zararlı alışkanlıklarımızdan kurtulmak da mümkün. Reçetesi de çok basit: SORGULAMAK.

Sorgulamayı öğrenirsek, bizler bu masallarla uyutulurken arka planda neler satılmış anında anlarız. 



   

16 Kasım 2014 Pazar

GÜMÜLCİNELİ KÜÇÜK ALİ AİLESİNİ BİR DAHA HİÇ GÖRMEDİ

Ali tren istasyonlarını hiç sevmezdi. İstasyonlar ayrılık ve kavuşmadır aslında. Ali içinse yalnızca ayrılık.Maviş gözlü küçücük çocuk Tuzla tren istasyonunda bırakıldı ve o anda bedeni minik olsa da ruhu birden yaşlandı. 

Bu bir mübadele öyküsü. Hani Lozan Mübadilleri Vakfı'nın temeli olan ''Çekilen acılar bir daha yaşanmasın'' ilkesinin en acı örneklerinden. 

1924 yılında Tuzla İstasyonu'nda mübadil kafilelerinin kalabalığındayız. Gümülcine'den gelen Zehra Hanım, genç yaşta eşi Hüseyin'i kaybetmesinin üzerine bir de mübadele kararının çıkmasıyla sinirleri yıpranmış, yorucu yolculuğun sonucunda perişan düşmüştür. Yanında henüz 17 yaşındaki yeni evli kızı, damadı, 13 yaşlarındaki büyük oğlu ve henüz okula başlamamış altı- yedi yaşlarındaki küçük oğlu Ali ile öyle çaresizdir ki halini gören istasyon şefinin ''İsterseniz bu küçücük çocuğu da peşinizden sürüklemeyin. Benim hali vakti yerinde  akrabalarım var. Onlar Ali'ye iyi bakarlar.'', önerisini bir anda kabul eder ve bırakır oğulcuğunu. 

Ali tutar, istasyon şefinin elinden, İstanbul'da eskiden sarayın saraç başı olan yeni ailesine giderler. Ve bir daha kendi ailesini hiç göremez, hiç haber alamaz.

Ali'nin yeni ailesi ona iyi bakar. Evin babasının  Mercan , Uzun Çarşı'da işliği vardır. Ali'nin ustası olur ve onu iyi yetiştirir. Ali durumunu kabulenmiştir. Tek üzüntüsü evin çocukları okula giderken onun gönderilmeyişidir. Kendi kendine öğrenir okuma yazmayı. Ustasıyla en güzel zamanları, tatil günlerinde, sabahın erken saatlerinde, birlikte Belgrad Ormanları'na gidip bülbüllerin seslerini dinlemeleridir. 

Yıllar geçer. Ali iyi bir saraç olmuş, atlarına koşum takımları yaptıranlar onu aramaya başlamışlardır. Ekonomik durumu zora giren, oturdukları konağı elinden çıkaran ustasına daha fazla yük olmak istemez. Kendi kanatlarıyla uçmak ister. Uzunçarşı'nın ufak tefek, maviş Ali'sini sevmeyen yoktur. Zaten soyadı yasası çıktığında da o yüzden'Küçük' olur isteği. Daha önce başkaları aldığı için seçimini 'Çokküçük' olarak yapar. 

Tanıdıklarının araya girmesiyle İstanbullu Muazzez Hanımla evlenir. Muazzez Hanımın daha önceki evliliğinden iki yaşlarında Olcay isimli bir kızı vardır. Çiftin Mete, Mine ve Hüseyin adını koydukları üç çocukları olur. Muazzez  Hanım eşi gibi mavi gözlü ancak uzun boylu bir hanımdır. Öyle ki eşiyle ayakkabı numaraları aynıdır. 

Ali Usta çok iyi kalpli, acıların olgunlaştırdığı bir insan olarak, hiç kimse hakkında tek kötü söz söylemeden yaşadı 96 yaşına dek. Geleneksel babalardandı.Çocuklarını çok sevdi ama sevgisini ulu orta göstermeyi sevmezdi.   Ustasını hiç unutmadı. Büyükçekmece'ye taşınmışlar orada da yakın olmuşlardı. Ziyaretlerini hiç aksatmadı. 

Yaşamının son bir yılında artık pek bir şeyin farkında değildi. Hep doğduğu toprakları özledi ama bir kez daha göremeden ayrıldı bu dünyadan.

Çocuklarından, Mete'nin Tünel'deki iş yerine yıllar sonra bir gün bir müşteri gelir. Uzun bir süre önce Türkiye'den göç etmiş Musevi ailelerden birinin oğludur. Sohbet ederlerken, babasının eskiden Uzun Çarşı'da çalıştığını ve çocukluğunda babasının yanına gittiğinde, orada Ali Amca diye birinin onu çok sevdiğini ve Ali Amcasını çok özlediğini söyler. Ve anlar ki Ali Amcasını göremese de oğluyla sohbet etmektedir. 

Işıklar içinde yat Ali Amca. Belki bu yazıyı okuyan bir akraban çıkar da yıllar sonra çocuklarınız, torunlarınız kavuşur. 

Öykünü bana anlatan, seni çok seven ve özleyen lise arkadaşım sevgili Necla Çokküçük'e çok teşekkürler. 

10 Kasım 2014 Pazartesi

10 KASIM 2014 TÜRKİYE'NİN HAL VE GİDİŞ NOTLARINDAN

Bu başlığı atmak doğaçlama oldu ama yazmaya gelince... Aslında hiç düşünmeme gerek yok. Yalnızca okuduğum haberlerden örnekler vereceğim; son günlerin ya da diyelim bir iki haftanın gidişinden.

İlk haber Genelkurmay Başkanlığından geliyor: 10 Kasım'da bu yıl ilk kez ''Asaletini, zarafetini, bilgeliğini... Seni Özledik'' ifadesine yer verildi. Halbuki şimdiye dek ya ''Özlemle anıyoruz'' ya da ''Emanetini daima taşıyacağız'' tümceleri yer alıyordu. Dikkatimi çeken yazım kurallarımızda okuyucunun hayaline bırakılan veya anlamı güçlendirmek için kullanılan üç noktanın (...) -bilgeliğinden sonra cümleciğine eklenmesiydi. Diğer afişlerinde de ilk kez bu yıl '' Mustafa Kemal, Sizsiniz, Hepinizsiniz'' ve ''Bizimle Bizde Yaşıyorsun''diye yazıldı...  

Atamızı anarken bir haber daha okuduk. Atatürk Orman Çiftliği bundan böyle kentsel dönüşüm içine alınmış. Daha rahat davranıp 1000 odalının yanına diğer çok odalıları da eklerler.

Son haftalarda içimizi yakan Ermenek'te karanın içine dolan suyun içinde kalan maden işçileri, gündeliğe giden tarım işçilerinin acı sonları, canlarına verilmeyen değerdi. İşçi ölümleri bu denli hızla artınca artık TMMOB'nin vize ve onay yetkilerinin Gezi olaylarından hemen sonra ellerinden alınması geliyor. Bir yılı aşkın bir süredir bu yetkiler Çevre ve Şehircilik Bakanlığında.

Soma Yırcalı'da termik santral bahanesiyle 6000 zeytin ağacı bir çırpıda çırpı oldu. Köy halkının tüm direnişi hiç dikkate alınmadı aynen Validebağ Korusu direnişinde olduğu gibi. Ama işte halkın dayanışmasıyla tazecik fidanlar dikildi bile kesilenlerin yerine.

III. Boğaz Köprüsü ve yeni hava alanı için kesilen milyonlarca ağacın yerini ne alacak peki?  

Her zaman dini referanslarla örnekleme yapan hükümet, 
nasıl oluyor da Kuran'da yer alan ağaç kesimine karşı ayetleri hiç önemsemiyor? Almanya, İngiltere gibi görece soğuk ülkeler durmaksızın güneş enerjisi panelleri kurarken bizde niye ruhsat almak için sırada bekleyen işletmelere izin vermiyor?  HESler, RESler, barajlar ve hatta yalnızca termik santral  değil nükleer santral kurarak doğayı korkunç şekilde mahvedeceğini düşünmek istemiyor. 12 yıldır soruyoruz, sorguluyoruz ve soracağız.

Suruç-Kobani hattı alevler içinde 50 gündür. Gençler en çok kurban oluyor Gezi'deki gibi. 

Ve Gezi kurbanı gençlerin katilleri için açılan davalarda ya  savcı uyuyor ya da yargıç, bin üç yüz  kilometrelik yoldan gelen ailelerin yüzlerine karşı...

YÖK başkanı Çetinsaya görevden alınıyor ''YÖK buharlaştırılmalıdır'' dediği için. Öte yandan 4+4+4 modelinin sonucu first lady modeli küçük çocuklar üç kişilik sıralarda oturuyor. TEOG din sorularının farklı inançtaki öğrenciler tarafından yanıtlanmaması gerektiği beş ay sonra anımsanıyor, sonuçlar değişiyor.

Alevi vatandaşlar bu yıl Aşure gününde nedense çok fazla anımsanıyor. Bir kase aşureyle tüm yapılanlar unutturulurmuş gibi. Hatta cumhurbaşkanlığı forsu süsleme olarak kullanılıyor kazanlarda...

Başkentin kaç yıllık Akün ve Şinasi sahneleri de satılıyor bir anda, toplumsal kültür belleğimiz biraz daha boşalsın, otel yatak sayıları artsın diyerek...

Bonzai kullanımı bir yılda % 25 artıyor ama çözüm üretilemiyor. 

Çevre katliamı ve iklim dengesi öylesine büyük boyutlara ulaşıyor ki İstanbul'da Hem Bebek hem de Kuzguncuk'ta yaban domuzu görülüyor. 

Yapılan anketler sonucunda Türkiye'de birey başına günlük TV seyretme süresi 6 saat, kitap okuma ise bir yılda bir sayfa diye açıklama yapılıyor.

Hemen tüm ürünlerin ve hizmetlerin fiyatları ve vergileri artıyor ortalama %10 oranında, maaşlar ise %3. küçük ve ora ölçekli işletmeler büyük hızla kepenk indiriyor, kısacası hızla bir dibe vuruş eylemindeyiz sanki.

Ve her geçen yıl artan büyük bir çoğunlukla Atamızı anıyoruz derken çok ama çok ARIYORUZ.


  




5 Kasım 2014 Çarşamba

PIEMONTE BAĞLARI YA DA TORİNONUN AYRANI

İşte bir gezi yazısı daha. İnsan, ruhunu yeniler ilk kez gördüğü yerlerde,hani hep sığındığı sevdiği mekanlar gibi.
Torino ya da bölgesel konumuyla Piemonte de benim için öyle oldu.

Başlangıçta sevgili arkadaşlarımız Tülay ve Adnan'ın zorlamasıyla gider gibiydim. Ancak dört kişilik ve dört günlük  turumuz öyle güzel geçti ki yazmasam olmaz dedim. Biz,dört kişi çıktık ama Koptur grubu olarak çok değerli, bilgisine hayran olduğum Murat Yankı rehberimizle 25 kişiydik unutulmaz gurme ve kültür gezimizde.

Millenyumu karşıladığımız klasik Roma-Floransa-Venedik turumuzdan sonra düşümde Toscana'ya gitmek vardı. Torino bana hep FIAT 'ı yani otomotiv endrüstrisini çağrıştırırdı. Gezince ne denli farklı olduğunu anladım.'FABBRICCA ITALIANA AUTOMOBILI TORINO'nun baş harfleri bildiğimiz FIATmış. 1889 yılında 150 kişiyle üretime başlayan eski fabrika bugün bomboş. Neyse bir de ünlü futbol takımı Juventus'u da anımsayıp gezimize dönelim.

Torino, Keltçe dağlar anlamındaki 'tau'dan gelse de İtalyanca'da küçük boğa anlamında olduğu için flamasında  boğa figürünü bugün de taşıyor. Ayrıca İtalya Krallığı'nın 1861-1865 arası Roma'dan önceki ilk başkenti olmuş. Torino 1563den itibaren Savoya Dükalığı'nın da başkenti olduğu için yapılarıyla o yılların görkemini çok iyi korumuş. 2006 yılında şehirde gerçekleştirilen Kış Olimpiyatları için yapılan harcamalar kenti daha da güzelleştirmiş. Uçaktan inip otelimize yerleştiğimizde akşam yemeği için hazırlanmaya başladık hemen. Tarihi bir otel olan Sieta'nın özel salonunda yemeğe başlamadan önce hoşgeldiniz içkilerimizi aldık ve Murat bey, bize Fransa'nın Champagne bölgesinde 1688'de  Ober Villie Manastırı rahiplerinden Pierre Perignon'yun yaptığı şarapların tam fermente olmadan soğukta patlaması üzerine şeker ekleyerek ilk kez mantarla kapatmasıyla içinde kalan karbondioksitle köpüklenmesi sayesinde baharda havalar ısınınca bir kez daha mayalanmasıyla şampanyayı elde ettiğini de açıkladı.Ancak biz Champagne'de olmadığımız için bölgenin muskat/misket üzümlerinden yapılmış köpüklü şaraplarımızı çok beğendik. Piemonte'nin çok iyi korunan mutfağından oluşan ilk menümüzde servis yapan şefin 'Life is Beatiful' filminin aktörü Roberto Beningni'ye tıpatıp benzerliği çok sevdiğim filmi bir kez daha anımsattı bana.     


Ertesi sabah Langhe ve Roero bölgelerine gitmek üzere erkende yola çıktık.Günümüz şarap tadımlarıyla doluydu. Şaraplar demişken; ülkemizde artık ikramı bile yasaklanan kadim içkinin kral ve kraliçesiyle tanıştırdı bizi tam bir uzman olan rehberimiz. Bir günde iki tadım iki yemekten sonra hepimiz mide fesadına uğramış gibiydik. Barolo adını yetiştirildiği Barola'dan alan kral ve Barbaresco- kraliçe şaraplarıyla ünlü  ) ve oranın en eski şarap üreticilerinden Cordero di Montezemola ailesinin mahzenlerini ziyaretimizde sabahın onunda şaraplarımızı içmeye başlamıştık bile. Bu tümceyi yazarken sanki 1000 odalı biri bizi azarlıyormuş gibi korku içindeyim:))) Mahzenlerde bir çok bilgi edindim, MSA'daki şarap kursumuzdan altı yıl sonra. ilk şarap fıçıları M. Ö. 1. yüzyılda kullanılmaya başlanmış, anforalardan sonra. Piemonte'ye meşe fıçılar 1990 yılında gelmiş ve böylece yıllandırma işlemi daha kolaylaşmış. Yalnızca  dağların sisi anlamına gelen Nebbiolo üzümlerinin yetiştiği tek yer olan yörede üzümler gerçekten de sisli bir görünümde olurmuş. Unutmadan şarap şişelerinin neden 75 cc yapıldığını da anlatayım. İlk zamanlar şişeler üfleme tekniğiyle yapılırken ortalama akciğer kapasitesi bir insanda bu ölçüdeki bir şişe için yeterli olduğundan dolayı geçerli olmuş. İçtiğimiz her şarap farklı aromalar taşıyordu. Nedeni fermantasyona bağlıymış.Bir de bağ bozumu sürecinde üzümlerin  birazı dallarında kuşların payı olarak bırakılırmış. Bu bilgileri aldıktan ama kral ve kraliçe şarapları kırarız korkusuyla taşıyamadıktan sonra rehberimiz bizi önce çok farklı turbişonların sergilendiği Barola turbişon müzesine  sonra dağların zirvesine yakın bir restorana götürdü. 

Orada fındıklı ton balıklı püreli hamsi sunumunda Trabzonlu yol arkadaşımız 'fındığı da hamsiyi de mahvetmişler' diyerek bir yandan yakınıp öte yandan iştahla yemeğini yerken, bölgenin italya'nın tek fındık üreticisi konumunda olduğunu ve Nutella markasının çıkış yeri olduğunu öğrendik. nedeni de Torino'nun Fransa'dan sonra çikolata üretilen ilk yer olduğu, Ferrero Roche'nin fabrikasını orada kurduğunu belleğimize kaydettik. 1830larda III. Napolyon Torino'ya gelen kakao  satışını kesince fındık kreması kullanmaya başlıyorlar. günümüzde fındıklı çikolataları en çok satılan ürünlerinden. Neyseki şaraplar gibi olmadı bir kaç kutu ünlü Torino çik0latacısı ve pastanesi Baratti&Milano'dan alabildik. 


Bakın yine öykülere daldım. Öğle yemeğini yediğimiz aile restoranının menüsündeki beyaz trüflü makarnanın tadı eşssizdi. daha sonra gittiğimiz Alba'da 4 Ekim-6 Kasım arası her hafta sonu Tartufo Bianco toplama turları yapılıyormuş. 

Gün bitmeden Pollenzo'da sıra. Po nehrinin276 kmlik kolu olan Panoro nehri kıyısında kurulmuş olan bu tarihi şehir günümüzde kalesinin içinde yer alan Gastronomi bilimleri fakültesiyle de ünlü. Kalede İtalya'nın tüm şarap türlerini saklayan Banco del Vino da var. Çok ilginç bir banka gerçekten. Dehlizlerin içinde kalenin kalıntıları ve 100.000 şişeden fazla şarap.              

Güz yapraklarının yarı yeşil yarı kırmızı renkleriyle çevrelenmiş yolu izlemeye doyamadım her anıyla. Masallardan fırlamışcasına yapıları ve sakinliğiyle bizim ülkemizin karmaşasından öylesine uzaktık ki...

Sakinlik deyince;Torino ya da Piemonte bölgesi 1989'da 'slow food' hareketinin başladığı yer. Slow food hızlı yemeğe karşı olmanın çok ötesinde 'iyi, temiz ve adil üretim ve tüketimi savunuyor. Carlo Petrini adlı gazetecinin başlattığı eylem günümüzde tüm dünyaya yayılmış durumda. Salyangoz sembolleri. 1990'da 'citta slow', doksanların sonunda 'slow wine' ortaya çıkıyor ve en son olarak da 'slow money'. Amaçları giderek kapitalist sistemin pençesine düşen ve kirlenen gezegenimizde kirlilikten uzak, küçük yerel üreticilerin adaletle yer aldığı bir sistemi yaymak. Acı tebessümlerle yeni Türkiye'nin hedeflerine ne denli aykırı olduğunu düşündürüyor bize.

Ertesi gün İtalyan rehberimizin eşliğinde kültür turumuza başlıyoruz. .  Teatro Regio Puccini'nin ünlü La Boheme operasını 1896'da ilk sahnelendiği yer. İsa'nın çarmıha gerildikten sonra sarıldığı kefenin saklandığı Duomo di san Giovanni Katedrali'ne gidiyoruz. Herkes Milano'da 2015'de yapılacak EXPO'nun Torino'ya çekeceği turist artışında bu mucizevi kefenin rolü olacağına inanıyor. Eh, kolay mı 1997'de düşen yıldırım büyük bir yangına neden olmuş ama kefen yanmamış.

Sıra benim favorim Plazzo Madama'da Prag'da gotik mimarisine, meydandaki duruşuna hayran olduğum Elizabeth kilisesi gibi sıcaklık duydum bu zarif yapıya. Müze salonlarında RAI TV kanalında eğlence programlarında yıllar boyunca giyilen kostümler de sergileniyordu. Benim gibi Rafaella Carra showlarıyla büyüyen kuşaklar için o günlere dönüş oldu. Müzede en tanınmış yapıtlardan biri Messini'nin Flaman etkisinde yaptığı tablosu. Gözlerde her yeri kontrol eden Mafya bakışı varmış. Bu arada Mimar Sinan'ın çok etkilendiği çağdaşı mimar Palladio'nun eseri, Meryem'e adanmış bir kilisenin olduğunu da öğreniyoruz. 

Otomobil Müzesi'nde 200 civarında en eskisinden, üretilmesi planlanan modellere dek 200 araba sergileniyor. İlginç olansa eski modellerin içinde yer aldığı filmlerden görüntülerle sergileniyor olması. Daha sonra Torino Eataly'yi geziyor ve İstanbul şubesinin küçüleceği haberini alıyoruz.  

Benim için sinema müzesi çok daha ilginçti. Herkesin öğle yemeği yediği saatlerde müzeyi gezdim. Yalnızca İtalyan sineması değil tüm unutulmaz filmlerin de olduğu müze binası da çok ilginçti. Mole Antonelliana adlı eski bir sinagogun içinde kurulan müze  galerilerle çevrili beş katta milyonlarca belge, poster ve görüntüyü koruyor. Torino Film Festivali'nin ana mekanı ayrıca. 

Del Cambio restoranda yine lezzetli bir akşam yemeği yemeden önce yalnızca Piemonte'ye özgü süt kremalı kahve 'Biccolino' içimini de gerçekleştiriyoruz. .  

Ve son gün Venaria Reale gezimiz var. Bir av köşkü olduğuna inanmak zor. UNESCO'nun korunması altında. Cardio planda ve Barok tarzda inşa edilmiş. Ayrıca çok mükemmel sergilenen Savoy hanedanın tabloları da çok etkileyici. Av tanrıçası da olan Diana'nın burada tapınağı olduğuna inanılıyor. Ve sarayın tam ortasındaki salon onun adını taşıyor. Her yıl 3 Kasım'da saraydaki antik çalgılarla burada konser veriliyor. ve köpeklerde içeri alınıp onların da sesleri dinleniyor. Sarayda yalnızca geçiş olarak kullanılan görkemli koridorların zarafeti, bembeyaz sadeliğiyle büyüleyici. 

Sarayın Michelin yıldızlı şefinin yemekleri de saray gibi sade ve bir o kadar da lezzetli. Versaille Sarayını anımsatan bahçelere bakarak yediğimiz yemek ve avludaki havuzda klasik müzik eşliğinde izlediğimiz suların dansı unutulmazlar listemizde yerini aldı bile.

Daha yazacak çok şey olsa da içindeki güzellikleri gizli tutan Torino'ya veda zamanı. Haydi biz güzel ama yalnız vatanımıza geri dönüyoruz. En büyükler tarafından azarlanmayı, kötü ve taraflı haberleri özlemiştik
desem yalan olur.
Piemonte bağlarının şaraplarına elveda, milli içkimiz ayrana, merhaba.