23 Aralık 2012 Pazar

SOĞUK BİR PAZAR GÜNÜ SANATLA ISINMAK

İnsan bazen kalabalıkta yalnız, bazen de yalnızken kalabalık hisseder ya kendini; İstanbul da öyledir. O dev metropol soğuk Pazar günlerinde bazen yalnızlaşır. İşte öyle zamanlarda İstanbul'da gezmenin tadına doyulmaz. Çoğunluğun evine sığındığı günlerde çok severim dolaşmayı kadim kentin sakin sokaklarında.Sergiler, oyunlar, dinletiler kısacası sanat. Ya da yalnızca fotoğraf çekmek...

Bu sabah da hava çok soğuktu. Bir an evin sıcak ve rahat havasına kapılıp evde kalmayı düşündüm. Sonra gözümün önüne incecik çorapları, zarif ayakkabıları ve boyunlarındaki inci kolyeleriyle en soğuk günlerde dahi kültürel etkinliklere giden Londra'nın yaşlı hanımları geldi. Ne zaman gitsem bir müzikal izler ve soğuğa karşın yetmiş seksen yaşlarındaki hanımların hep hayatın içinde yer aldığını görürdüm. Öyleyse aldığım her nefesin değerini bilerek gitmeyi planladığım etkinlikleri kaçırmamalıydım. Gazetem Cumhuriyet'i okumadan sokağa çıkamadığım için öğle saatlerini buldu turuma başlamam. 

Önce Taksim'e yürüdüm. 4 Kasım'dan beri delik deşik olan ve her geçişimde içimi sızlatan terk edilmiş görünen Gezi Parkı yönünde yürümektense Talimhane tarafını seçtim bu kez. Her yer eriyen karın ve kazılan yerlerin çamuruna bulanmıştı. Herhalde büyük şehir belediyesi herkesin atlet olduğunu düşünüyor ve bu denli özensiz  davranıyor yaşayanlara karşı diye düşünerek...!

Tramvaya bindim ve sonra Tünel'den Galata Kulesi'ne yürüdüm. Kule'ye bakan ve beşinci yılına girmesine karşın Anadolu kültüründen oluşturduğu menüyü kalitesinden ödün vermeden sunan Kiva'da bir şeyler atıştırdım. Galata Kulesi benim büyülü kulem, ne zaman gitsem eski bir dosta kavuşmuş gibi huzur verir onu görmek ya da uzaktan bile olsa izlemek.

İlk sergi Scheneidertempel Sanat Merkezi'ndeydi. Yüzyıla yakın bir süre Aşkenaz terzilerinin kurduğu bir sinagog olarak hizmet veren yapı 1996'dan beri cemaatinin azalmasıyla, kültür merkezi olarak günümüze dek 102 sergiye ev sahipliği yapmış. İTÜ Elektrik-Elektronik Fakültesi öğretim üyesi olan ve bir çok karikatür sergisi de açan Prof. Dr.  Tayfun Akgül'ün ilginç objelerle oluşturduğu bu 'Yüzde Yüz Montaj' sergisi yaratıcılığın ilginç noktası yapıtlarıyla hayranlık uyandırıyor.

Sergiden gülümseyerek çıkıp Art Nouveau tarzındaki  ünlü Kamondo merdivenlerinden inip Bankalar Caddesi'ne ulaştım. Merdivenlere adını veren Camondo ailesi Osmanlı Devleti'ne 19. yüzyılda borç veren ünlü banker aile. 1872'de bir gecede İstanbul'u terk etmeleri isteniyor ve Paris'e yerleşiyorlar. Haklarında yazılmış çok ayrıntılı bir kitabı okumuş ve hemen sonrasında gittiğim bir Paris gezisinde,adeta küçük ölçekli bir Dolmabahçe Sarayı görünümünde ve içeriğinde olan müze- köşklerini gezmiştim. Ailenin kalan tüm üyeleri 1942'de Auschwitz kampında can vermişler. Bugün İstanbul'da seksene yakın yapılarıyla hazin sonları zamana direniyor.

Bankalar Caddesi neoklasik ve neorönesans tarzı yapılarıyla tam bir Avrupa şehri örneği. 19. yüzyıl sonlarında yapılan ve Osmanlı Bankası Ve Merkez Bankası'na hizmet veren yapılar Fransız mimar Alexandre Vallury'nin eserleri. Beyoğlu tarafının neoklasik, eski şehre bakan cephesinin oryantalist mimarisi adeta Türkiye'nin çift yönlülüğünü vurguluyor. Artık günümüzde Salt Galata olarak Osmanlı Bankası'nın açık arşivini sürekli sergi kapsamında tutarken, öte yandan da yeni sergilere kapılarını açıyor. 

İki sergi gezdim orada. İlki Türkiye-Hollanda ilişkilerinin 400. yılı nedeniyle adeta iki ülkenin diyaloğunu yansıtan ''Modern Zamanlar''. Eindhoven Van Abbe Müzesi koleksiyonundan tablolar ile Türk sanatçıların 1900-1960 arası ürettikleri yapıtları konu alıyor.

Üçüncü katta ise ''Modernin İcrası: Atatürk Kültür Merkezi'' sergisi. 1946'da İstanbul Operası olarak başlanan yapının mimari Hayati Tabanlıoğlu'nun önerisiyle ve türlü kırılmalarla 1969'da  AKM olarak açılışına dek geçirdiği süreci anlatır gibi görünse de aslında alt okumada Taksim'deki dönüşüme görsel tanıklık yapıyor. Ve 29 Ekim 1969'da açılışı yapılan AKM'nin içerisinde nice yapıtların sunuluşundan sonra gömüldüğü karanlıktan 29 Ekim 2013'de kurtuluşunu beklediğinizi düşünürken hüzünleniyorsunuz.

Evet, üç sergiden sonra sıra  Şehir Tiyatrosu Fatih Sahnesi'ndeki ''Ben Sinema Artisti Olmak İstiyorum'' adlı oyunu izlemeye geldi Oyunun üçüncü sezonu. Neil Simon, oyununda on altı yıl sonra karşılaşan baba-kızın öyküsünü anlatmış. Bilge Koloğlu'nun akıcı çevirisi ve Erhan Yazıcıoğlu'yla Derya Çetinel'in ustaca yorumlarıyla iki saatin nasıl geçtiğini anlamıyorsunuz.

Turun bir sonraki basamağı son günündeki ''Olimpiya'dan Olimpiyatlara'' sergisine yetişmek. İstiklal Caddesi'ndeki Yunan Konsolosluğu salonunda sergi. Edirneli yağ işletmecisi Mehmet Edip Ağaoğulları'nın koleksiyonu. 1990'dan başlayan. Atina'da 1896'daki ilk modern olimpiyatlardan 2012 Londra Olimpiyatları'na kadar tüm oyunların pullarını,zarflarını ve Yunan mitolojisini içeren filateli ağırlıklı. Çok severek gezdim.

Artık Kanyon'un geleneğe dönüşmeye başlayan yılbaşı konserine metroyla on dakikada ulaşırım ve en son çocukluğumun Fuar günlerinde dinlediğim Ajda Pekkan'ı dinleyebilirim. Ben işini tutkuyla yapan insanları seviyorum. Sanatçı ilerleyen yaşına tam zıt görüntüsü ve enerjisiyle coşturuyor tüm kalabalığı.

Ve günün son etkinliği CRR'de. 'Nail Yavuzoğlu ve All Star Jazz Band konseri var. Nail Yavuzoğlu şefliğinde usta müzisyenler unutulmaz bir konser sunuyorlar.  Çıkarken topluluğu daha önce hiç dinlemediğim için hayıflanıyorum.

Eve dönüşte, Abdi İpekçi Caddesi'ndeki, Fındıkkıran Balesi'nin kurşun askerlerinden esinlenerek yapılmış yılbaşı dekorlarının arasından geçerek yürüyorum başka bir ülkedeymişim gibi. Hava soğuk ama bugün gördüklerimin etkisiyle yüreğim sıcacık giriyorum eve.

19 Aralık 2012 Çarşamba

VİCDANI YOK EDİLEMEYENLERDEN MİSİNİZ?

Bir gün daha geçti. Ve son yirmi dört saati yine yoğun yaşadım okuduklarım, gördüklerim ve anımsadıklarımla. Önce ODTÜ'de yaşananlar,Yunus Emre'nin dörtlüğünü kazanımı olmadığı gerekçesiyle yasaklamak, Urfa Siverek'de karlar içinde mavi önlüğü ve ayağında terliğiyle servis aracının onarılmasını bekleyen Melek 19 aralık 1978 ve 2000'i düşünmek,   kuvvetler ayrılığı tartışmaları...  

Orta Doğu Teknik Üniversitesi öğrencilerini kutluyorum içtenlikle, baskıya karşı duruşları için.Çin'den uzaya fırlatılan Göktürk-2 adı verilen keşif uydusunu ODTÜ'deki TÜBİTAK Uzay Yerleşkesi'ne gelen başbakanı protesto etmiş öğrenciler. Bunun üzeine 2000den  fazla polis, öğrencilerin üzerine biber gazı, gaz bombası atıp tazyikli su sıkmışlar. Sonuçta gaz kokan yerleşke, beyin ameliyatı geçiren bir öğrenci ve kızgınlık, öfke.Belki keşif uydusu atıp uzaydan türlü türlü hasar analizi yapabiliyoruz ama karşıt düşüncelere verilen hasarı nasıl onaracağız acaba?

Karşıt düşünce deyince; büyük ozan Yunus Emre'nin hepimizin bildiği ''Cennet cennet dedikleri/Birkaç köşkle bir kaç huri/İsteyene ver onları/ Bana seni gerek seni'' dörtlüğü sekiz kıtalık ilahinin içinden çıkarılmış. Onuncu sınıf öğrencilerine kazanım sağlamayacağını düşünmüşler. Eh, değerlendirmenin sığlığı zaten daha fazla söze gerek bırakmıyor.

21. yüzyılda taşımalı eğitimle 20-30 kilometre ötedeki okullarına giden binlerce çocuk var Türkiye'de. Nedenleri üzerine bir çok araştırma yapılmıştır ve yapılmalıdır. Sonuçta da karşımıza Melek gibi öğrenciler çıkmamalıdır.

Farklı düşünmek, karşı olmak çok tehlikeli oluyor günden güne. Bizler beyinlerimizi yormayalım, bir kişi hepimiz için düşünsün diye başkanlık rejimi sunuluyor önümüze.bir yandan sürekli tek parti yönetimini  eleştiren, öte yandan darbe dönemlerinden bile baskıcı bir dönüşüm hedefleyen yürütme organıyla ters yüz olup duruyoruz işte.

19 Aralık 1978 Maraş kıyımı tek tipleştirmenin o karanlık yüzünün çılgın bir öfkeyle insan vicdanını yok edişi değil mi zaten.Ya 'Hayata Dönüş Operasyonu' diyerek hayatlarından olanları anımsayınca yüzünüz kızarıyorsa ne mutlu size. Hala vicdanınızı koruyorsunuz demek.  


17 Aralık 2012 Pazartesi

BİR DOĞUM GÜNÜ BİR KONSER BİR SERGİ BİR FİLM

Bir yirmi dört saat daha geçti ve ruhumu bir dinleti, bir sergi ve bir filmle beslediğim için mutluyum. İyi ki sanat var diye yineliyorum kendi kendime. 

Aslında Cumartesi akşamı başladı gönülden duygulanmalar. Nesin Vakfı'nın düzenlediği yemekle Aziz Nesin'in 97. doğum gününü kutladık. Her kesimden dostları, sevenleri ve vakfın yetiştirdikleri buluştu yemekte. Tuncel Kurtiz anılarıyla, Vedat Özdemiroğlu yergileriyle, Grup Gündoğarken müziğiyle sahnedeydi. Vakıf çocukları çizdikleri resimleriyle ve vakfın bahçesinde yetiştirdikleri ürünleriyle konuklara armağan sundular yapılan çekilişte. Gecenin sonunda kesilen pastadan sonra Ali Nesin'in sözleri önemliydi, ''Bizler yaşadıkça Aziz Nesin'in doğum gününü kutlayacağız, ancak gelecek kuşakların da onu anımsaması için farklı düzenlemelere gereksinimimiz var ve bu konuda hepinizin önerilerini bekliyorum''.    


Dün akşam yine yeniden Fazıl Say'ı dinledim. Bifo & Fazıl Say Festivali'nin son akşamına gidebildim. Festivalin özelliği yalnızca Say bestelerine yer vermesi ve solist olarak da yer alması. Fazıl Say'ı en son Çağlayandaki adliyedeki duruşmasında desteklemeye gitmiştim. O yüzden müziğiyle buluşmak bu kez çok daha anlamlı geldi.

İlk yarıda ilk yapıtlarından 'İpekyolu' ve 'Anadolu'nun Sessizliği'ni' dinledik. İpekyolu'nu bestelerken Berlin Halkbilim Müzesi'nde beş ay araştırma yapmış İpekyolu'nun geçtiği ülkelerin folklorik müzik öğelerini eserinde daha iyi verebilmek için. Tibet, Hindistan ve Mezopatamya'nın anlatıldığı ilk üç bölümden sonra finalde 'Ankara'nın Taşına Bak' ezgisini duymak 'Toprak Ananın Türküsü' bölümünde daha bir etkiler doğrusu.

'Anadolu'nun Sessizliği' ise Aşık Veysel'i anmaktır bir yönüyle. Arındırır insanı. Son bölüm ise sanatçının insancıl bakışıyla çok etkilendiği 11 Eylül 2001 üzerinedir.

Konserde Fazıl Say'ın  2012 yılı bestesi Senfoni 'Universe'in Türkiye'de ilk kez çalınışına tanık olmak önemliydi bir müziksever olarak. Sanatçımız yapıtını Salzburg  Mozart Orkestrası'nın siparişi üzerine bestelemiş. Ve astronomik verileri inceleyerek yola çıkmış. Tam bir ustalık dönemi yapıtı. Tüm salon ayakta alkışladık Dünya sanatçımızı. 

Bugün başka bir ezgili yüreğin Ruhi Su'nun, 100 doğum yılı etkinlikleri kapsamında açılan karikatür sergisini gezdim.Tam 82 eser yer alıyor sergide. Her sanatçı kendi Ruhi Su'yunu çizmiş. Bağlaması, notaları ve kuşlar özgür yüreği için en sık seçilen temalar olmuş.   

Tophane-i Amire'deki fotoğraf sergisi, Mehtap Meral'in duru sesiyle söylediği Ruhi Su ezgilerinden sonra üçüncü etkinlikti bu sergi  100. yaşını kutlamak için izleyebildiğim, hep böyle anılabilsin dilekleriyle.

Aziz Nesin ve Ruhi Su gibi iki değerli aydını bir çok kez yargıladı, tutsak etti, birini yakmaya çalıştı, diğerinin yurt dışında yapılması gereken tedavisini yasakladı bu ülke. Sıra Fazıl Say'da şimdi onu yargılıyoruz. Yargılıyoruz diyorum. Çünkü bu yapılanlarda hepimizin payı olduğuna inanıyorum, sessizliğimizle ve seyirci kalışımızla....

Yüreklerimizi biraz ışıklandırmak için genç bir sanatçımızın da rol aldığı filme getirmek istiyorum sözcükleri başlıktaki sıralamayla. 'Sen  Dünyaya Gelmeden/Twice Born/ Venuto al Mondo' ve Saadet Işıl Aksoy.  Yönetmen Sergio Castellito'nun eşi Margaret Mazzantini'nin yazdığı  romandan birlikte senaryolaştırdıkları duygu yüklü bir film. Tutkulu bir aşkla başlayıp Bosna katliamının acısını, insanın değişimiyle birlikte yansıtan çok etkileyici bir yapıt izledim. Her savaşın başlangıcında olduğu gibi insanların başlangıçta kendilerini yaklaşan karanlıktan dışlamaları, ancak yüz yüze gelince ve sevdiklerinin en acımasız şekilde katledilmesine tanık olunca nasıl değiştiklerini yönetmen çok açık görüntülemiş. Filmdeki bir tümce çok etkiledi beni.''Önce propaganda oluşur sonra tarih''. Zaten filmde gösterge bilim açısından yararlanacak çok fazla öğe vardı. Örneğin filmin ilk ve son karesi. Fotoğraf olarak da çok etkilendiğim üç renk; bembeyaz  köpükleriyle akıp giden mavi, denizin sonsuzluğu  teknenin bordrosunun yeşilinden özgürlüğü anımsamak ve ikisini yan yana görmek...

Ve gencecik sanatçımız, Saadet  Işıl Aksoy; filmdeki karakteriyle senaryonun can damarlarından biri. Rolünün hakkını büyük bir başarıyla veriyor. Yürekten kutluyor ve ışıl ışıl bakan gözlerinin hiç kararmamasını diliyorum.

13 Aralık 2012 Perşembe

KARDEŞIM BIRICIGIM

Çocukluğumdan ilk anımsadığım nedir diye düşününce, halasının evinde, hep neşeyle oynadığı kuzenleriyle o gün sessizliğinde biriktirdiği merakıyla annesini bekleyen küçük kız gelir aklıma. 

Ve ertesi gün, o küçük kız hem annesine hem de biricik kız kardeşine kavuşur, ablalığın gururu ve ağırlığıyla.

Aslında hiç benzemezler birbirlerine. Minik kardeş kapkara gözleri, upuzun kirpikleriyle sevimli bir Japon bebeğine benzetilir ilk aylarda. Ağır,uslu ablasının yanında,o, çok şirin ve güler yüzlüdür. Ablasıysa  yanından hiç ayrılmayan sevgili oyun arkadaşıyla çok mutludur artık.

Evlerinde terasa çıkan sahanlıkta oyun halılarının üzerinde ne dünyalar kurarlar ikisi. Kağıt bebeklerine kendi tasarımlarıyla yeni elbiseler çizerler, boyarlar, keserler. O zamanların legosu denebilecek özel şekillendirilmiş ve çizilmiş ahşap oyuncaklarıyla evler kurarlar, Ege'nin sıcak yazlarında akşam üzerileri komşu arkadaşlarıyla bisiklet denemelerindedir, mandolin koroları kurarlar. Hep bakımlı ve çok güzel annelerinin sandığından ne buluruz diye araştırmalar yaparlar, o da yetmez annelerinin en beğendikleri giysilerini üstlerinde denerler.

Minik kardeşin en zor yanı yemek ayırmasıdır. Anneciğinin güzelim yemeklerinden yemem diye tutturunca, baba tarafından'masadan uzaklaştırma' cezası verilse de pek aldırış etmez. Aynı adı taşıdığı babaannesi tarafından istediği yiyeceklerin kendisine gizlice sunulacağının ayırdındadır her zaman. Zaten evin peynir sever minik faresidir kendileri. Bir de babaanne- torun ikilisi olarak ayçiçeği çekirdeği yeme tutkunudurlar. Babaanneleri masal anlatırken ve yatacakları zaman okuyacakları çocuk dualarını öğretirkense iki kardeş hep yan yanadır.

Ablasıyla da uğraşmayı pek sever. Hatta ablasının kolunu ısırarak süt dişini atma dönemlerinde bir dişini feda etmişliği de vardır. Anneleri, ablaya arada bir, 'Kızım, sen de onunla uğraş biraz' diyerek eşit davranış telkininde bulunsa da ablacığı kıyamaz sevgili küçüğüne.O da evin küçüğü olarak sözünü dinletir  farklı taktiklerle.

Hele o yarım yarım konuşmasının tatlılığı unutulmaz. Ablasının tersine, neredeyse ilkokula başlayana dek sürmüştür bu dönem. Ve o tatlılığıyla, inadıyla, anne babalarının İstanbul gezisine son anda çıkan ateşiyle(!) katılan minik yolcu olmuştur. 

Doğum günlerinde kitap kurdu abla, kardeşciğine özel oyunlar yazar ve hep birlikte sahnelerler yakın komşu çocuklarıyla. Kim bilir, o yıllarda dinledikleri 'Radyo Çocuk Saati' ve 'Arkası Yarın' programlarının da etkisi vardır belki de.

Küçük kız kardeş, ilkokula başladığı günden itibaren öğretmeninin gözdesi olmuştur, çalışkanlığı ve sorumluluğuyla. O yüzden de beş yıl boyunca sınıfının değişmez başkanıdır. Okulda bu denli sözü geçerken, daha o günlerden gezmeye meraklı ablasının, onu arkadaşlarına götürmemesi çok ağırına gitmektedir doğrusu. Ablanın arada bir merhameti tutar da eğer onun yaşına yakın kardeşi olan bir arkadaşına gidiyorsa yanına alır.

Bir örnek giydirir anneleri kendi diktiği güzelim elbiselerle. O günlerde aslında ikisi de pek hoşlanmaz bu tutumdan ama iki kız kardeş olmanın dayanılmaz anlayışıyla seslerini çıkarmazlar.  

Ve gün gelir, yaşamlarında yeni bir dönem başlar. Artık ana caddede, otellerinin yanındaki evden anneannelerinin yanındaki yeni evlerine taşınırlar.
Odaları yine ortaktır, ancak bu kez onlara yapraklarının rüzgarlı havadaki hışırtısıyla evlerinin yanındaki ulu çınar ağacı da eşlik etmektedir. Ah, bir de duvarlarındaki günün gözde oyuncularının posterleri.

Artık kız kardeş okul dönüşü kendini sokağa atmaktadır. Abla ise genç kızlığının ilk yıllarını yaşama derdine düşmüştür yazdığı toplumsal içerikli şiirler ve kısa denemelerle.  

Gün gelir, abla 17 yaşında üniversiteye gitmek üzere evden ayrılır. En çok da kardeşini özlemektedir. Öğrenciliğin arasında evlenince artık biricik kardeş teyze olmanın da keyfini yaşar lise son öğrencisiyken. Ve teyze-yeğenin bağlılıkları hiç değişmeden süre gelir.

Roller değişmiş, üniversiteli bu kez kardeş olmuştur. Tümüyle kendi emeğiyle Hacettepe Eczacılık öğrencisidir artık.80 öncesinin en karanlık dönemlerinde hiç şikayet etmeden devam eder okuluna. Teyzesinin evinde kaldığı için rahattır tüm aile. En azından akşamları güvenlidir ve yalnız değildir.    Okulunun son sınıfında da biricik oğlunu alır kucağına. Ondan beş hafta sonra da ablası minik kızını.  

Hastalarının 'Eczacı Hanımı'dır artık. Hep sorumlu, hep çalışkan ve çok sabırlı,çok dingindir, işinde de evinde de.

Abla- kardeş ve yeğenlerin en güzel buluşmaları anne ve babalarının Kuşadası'ndaki yazlık evlerindedir. Çocukları büyürken onlar da anne babalarının koruyucu, ve sevgi dolu çatılarının altında olgunlaşırlar yıldan yıla. Hep ayrı şehirlerdedir iki kız kardeş. Yaşadıkları kentlerin uzaklığına inat yürekleri hep yakındır birbirlerine,  tüm zorluklara ve zıtlıklara karşın. 

Yaşamlarının en büyük dayanışmasındadırlar sevgili babalarının onulmaz hastalığı süresince. Hep birbirlerinden güç alırlar, annelerine güç vermeye, babalarına gülümseyerek bakmaya çalışırlar en çaresiz anlarında bile.

Sonra çocuklarıyla birlikte son üç haftayı geçirirler hiç ayrılmaksızın babacıklarının başından. Baba ve sevgili kızları olarak elele paylaşırlar son akşamını.Ve sonsuzluğa uğurlayıştan hemen sonra uzun bir süre kardeş abla olur, ablaysa yaşamlarında ilk kez küçük kardeş. 

Son iki yıldır ise anne ve kızları olarak dayanışma içindedirler, babalarına olanca özlemleriyle...

Kız kardeşim, biriciğim, iyi ki varsın, seni çok seviyorum. 

  

         

10 Aralık 2012 Pazartesi

HANGİ İNSAN HAKLARI

İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi'nin BM'de kabulünün 64. yıldönümü bugün. İkinci Dunya Savaşı'nin bitişinden sonra Birleşmiş Milletler daha insancıl yasam koşullarını özledikleri için belki de 30 maddelik bildirgeyi kaleme almışlar 1946'da ve iki yıl sonra da öneri onaylanmış. Haydi gelin bildirgeyi ve 21. Yüzyıl Türkiye'sindeki durumumuza bir bakalım. 

İlk madde akıl, vicdanda ve kardeşçe yasamda eşitlikten söz eder. Bizse akıl tutulması yaşıyoruz son yıllarda. 

Irk, renk, cins, dil, din, inanç, köken ve varlıklılıkta herkes eşittir ikinci maddeye göre. Ya sizce? 

Yaşamak, özgürlük ve bireysel güvenlikte herkes eşittir üçüncü maddede. Açın gazeteleri ya da televizyonu özgür haber, yurttaş güvenliğini bulun ve haber verin, olur mu?

Kölelik ve kulluk yasaklanmıştır bir sonraki maddede. Doğrudur kölelik yoktur yasalarımızda. Peki kulluk için aynı şeyi söyleyebilir mısınız? 

İşkence yasaktır. Belki son yıllarda fiziksel işkence azalmıştık ama yargılanma süreci tümüyle duygusal işkenceye dönüşmüştür, kim yadsıyabilir bunu. 

Kişiliğin tanınmasında herkes eşittir. Öyleyse Roboski katliamında kimler nasıl  yok edilmiştir?

Yasa önünde herkes eşittir. Ama Deniz Feneri, vb sanıkları daha eşittir!...

Herkes ulusal mahkemelerin etkin koruyucu önlemlerinden eşit olarak yararlanır der 8. Madde. Öylesine etkindir ki bu koruyuculuk. Kendilerince deliller sunarak korur yargılananları. 

Hiç kimse keyfi olarak tutuklanamaz. Ancak tutuklanması istenenlere keyfi suçlar yakıştırılır ve bu duruma herkes zamanla alıştırılır ülkemizde.hatta son zamanlarda çizgi filmler, diziler de tutuklu kapsamına alınmaktadır büyük bir beceriyle.

Herkes kendilerine yöneltilen ceza niteliği taşıyan suçlamanın saptanmasında tarafsız mahkemece eşit ve adil yargılanır. Bizde adil yargıçların görev yeri değiştirilir en hafifinden...

Suç kanıtlanmadıkça suçsuzluk esastır. Ve yöneltilen suçtan daha ağır ceza verilemez. Vermemek için sonuçlandırma yıllarca sürebilir. Hatta bazı davalarda 124 milyon sayfalık dosyalar bile oluşturulabilir.

Hiç kimsenin özel yaşamına saldırıda bulunulamaz. Ancak özellikle vatan savunmasında yıllarca onurla görev yapmış olanlar ve farklı düşünen bireyler için bu madde geçersizdir

Devlet sınırları içinde özgür dolaşım hakkında herkes eşittir. Ancak bazı sanatçıların etkinlikleri için dolaşmaları sakıncalı olabilir.

Zulüm karşısında başka ülkelere sığınma hakkı günümüzde tüm dünyada mültecilerin pek çoğunluğunun suda boğulmalarıyla ya da kamplarda insanlıktan uzak yaşamlarıyla sonuçlanmaktadır.

Herkesin bir yurttaşlığa hakkı vardır. Parası çok olanın da bir kaç yurttaşlığa. Bu arada yıllar önce yurttaşlığı elinden alınanlar son yıllarında ya da öldükten sonra yeniden yurttaş olurlar.

Evlenme ve boşanma herkesin eşit rızasıyla olur. Bizde büyük çoğunlukla erkeğin, babanın ve törenin... Zaten en açık örnek kadın milletvekili bile olsa evlilik süresince kocaya boyun eğer; eğmezse dayak yer. Eski kocaların eski eşlerine öldürmeye dek giden saldırı hakları mahfuzdur!...

Herkesin mal mülk edinme hakkı vardır ve hiç kimse keyfi olarak bundan yoksun bırakılamaz. Eğer kentsel dönüşüm diye bir kolaylık icat edildiyse bu madde işlemez.

Herkesin düşünce, din ve inanç özgürlüğüne hakkı eşittir. Ancak Sünni vatandaşların hakkı diğerlerininkinden daha üstündür.

Herkesin duşun ve anlatım özgürlüğüne hakkı vardır. Vardır ama basın yayın organlarının hakları belirli kurallara uygunsa...

Herkesin barışçıl biçimde toplanma ve dernek kurma özgürlüğü vardır. Ama hak arayanların bu hakları kısıtlanabilir.

Kamu yönetimine herkes katılabilir. Gücü oranında doğal olarak. Secimler adildir. Sonuçlar açıklanmadan her türlü kesinti olmasıdır,elektrik de dahil.

Sosyal güvenlik, ekonomik, toplumsal ve kültürel haklarda herkes eşittir. Eğer bazı yürekli insanlar bu amaçla vakıflar kurmasa ya da paylaşımlarda bulunmasa şanslı azınlık dışında yurttaşların pek azı için bu madde geçerlidir.

Çalışma, is seçme,adil ve elverişli çalışma koşullarında herkes eşittir. Bizde diplomasi işsizler ordusuna katılmada göreceli eşitlik sağlanmış ve özellikle maden işçileri, tersane ve tekstil çalışanlarının her türlü zehri soluması serbest bırakılmıştır.

Çalışmaya saatleri ve izin hakkı adildir. Bu madde yönetimlerin açıklığında ve sendikacıların dürüstlüğüne bağlıdır.

Herkesin sağlık ve esenliğine uygun yasam düzeyi eşit olmalıdır. Taraf olmayı seçenler için evet, karşıt düşünenler için hayır.

Herkesin eğitim hakkı eşittir. Hemen her yıl değişen yasalarla bu eşitliğin ne olduğu fazlasıyla kafa karışıklığına neden olduğundan pek kimse anlayamamıştır bu eşitliği..hele barışçıl eğitim ilkeleri bazı büyüklerin zıt söylemlerinden ötürü gündemin çok dışında kalmaktadır.

Herkes toplumun kültürel etkinliklerinden yararlanma ve bilimsel ilerlemelerden yararlanma hakkına sahiptir. Ülkemiz insanları ise televizyon kanalı değiştirme ve en son cep telefon modellerini ivedilikle izleme yönünde bu haklarını büyük hevesle uygulamaktadır.

Bu bildirgedeki hak ve özgürlüklerden yararlanma herkes için eşittir. Bu bilince sahip olanların oranına bağlı olarak demek doğrudur bizde...

Herkesin kişiliğini özgürce ve tam gelişmesine olanak sağlayan topluma ödevleri vardır. Ülkemizde bireyler tam gelişmedikleri için ödev yapmayı da sevmezler.

Bu bildiri hiç bir unsuru diğerlerinden farklı konuma getirerek uygulanamaz. Artık sözün bittiği yerdeyiz. Sözü olan eklesin.  

Içimden geldi yazdım. Daha aydınlık ve bilinçli 10 Araliklar kutlamak dilegiyle...

Herkesin 




7 Aralık 2012 Cuma

BEYOGLU'NUN INCISI

Inci de kapanmis.Cok kisa bir cümle değil mi? Aslında icinde bir tarih saklı. İstanbul'da doğmadım ama katıksiz bir İstanbulseverim ben. Ve o yüzden özellikle son bes yıldır katledilen bu kadim kent icin canım yanıyor.                                                             İzmir'den İstanbul'u özlüyorum on gündür. Ulaşamadığım sanat, kültür ve toplumsal etkinlikleri okuyor, izliyorum. Annemin rahatsızlığına üzülüyor onunla ilgileniyor, minik torunumun oyunlarıyla besleniyorum. İnsanoğlu ne denli meşgul olsa da sevdiği ve ilgi duyduklarından vazgeçemez ya kolay kolay. Bu aksam eve döndüğümde bir anda televizyonda İnci pastanesinin o tanıdık ve son zamanlarda yüzleri hep hüzünlü çalışanlarının son profiterolleri servis ederken ve müşterilerinin isyan ederken çekilen görüntüleri geldi ekrana. '' İnci de gitti" dedim farkında olmadan. Sanki son kale de düştü dermiscesine. 
Çocukluğumun İstanbul'undan kalan bir mekan, kimliğini koruyan bir mekan daha yok edildi iste.
Son oniki yıldır daha yogun yaşadığım bu kadim kentte özellikle son bes yıldır ne denli korkunç bir kimliksizlestirme kırım girmiscesine...
Önce AKM, Taksim Sahnesi, Marmara Otel'inin pastanesi, Emek Sinemasi, Markiz Pastanesi, Alkazar Sinemasi, Sinepop Sinemasi, Rejans Lokantası, İstiklal Kitapevi, Muammer Karaca tiyatrosu ve şimdi de İnci pastanesi.
İlk anda aklıma gelenler bunlar. Ya TAKSİM Meydanı; o apayrı bir facia. Hele bir de Gezi Parkı yok edilirse...
Öğrencilerime hep yineledigim bir sözüm vardı. "Gidin,gezin ve tarihini koruyan ülkelerde yapıların nasil korunduğunu, sistemlerinin nasil oturmuş olduğunu, insanlar gibi kentlerine de nasil deger verildiğini görün".
Neden sorusunun yanıtı hem çok yalın hem de çok karmaşık; yanıt verene göre demek en dogrusu. Gözümüzün önünde bir kıyım yaşanıyor son yılarda insana, hayvana, ağaca ve mekanlara yönelik. Ve biz insanciklar, uyuşmuş beyinlerimize bakıyor, pek azimiz ekmek kavgasından yorgun o en büyük grubun dısında kalan son yılların otekilestirilmisleri imzadan imzaya, protestodan protestoyakosan bir azınlık duyumsamasinda tüm Türkiye'm nin beton ormanına dönüştürülmesini çaresizlikle görüp tüm ülkenin simgesi ya da kalbi Taksim'e, Beyoğlu'na yapılanlara ARTIK YETER diye yinelemekten yorgunuz.
Ağzımızda kalan son tad İnci de gidince elimizden, yureklerimizdeki anilarla sessiz çığlıklar atıyoruz böyle. 
Atlas Sinemasi, Küçük Sahne siz çok yasayın. Beyoglu Sinemasi, Ses Tiyatrosu dayanın biraz daha diyerekten...










24 Kasım 2012 Cumartesi

ŞÜKRAN HOCAMIN SESİ VE SEVGİLİ MESLEĞİM

Biraz önce Şükran Hocamı aradım, o tatlı sesiyle yanıtladı, uzun uzun konuştuk çok sevdiğimiz mesleğimiz üzerine. 
Dokuz Eylül Üniversitesi Eğitim Fakültesi'nin en kıdemli ve benim için en değerli eğitimcisi Şükran Hanım. Tüm yaşamını öğretmeye adamış ve tam 56 yıl emek vermiş gerçek bir öğretmen.Bana ve sınıf arkadaşlarıma yöntembilim ve dilbilim öğreten sevgili öğretmenim.Yalnızca ders vermekle kalmadı, öğretmenliğimin ilkelerini de oluşturdu yaşamımda. O yüzden yaşadığım sürece hep adı gibi anımsıyorum ve anımsayacağım onu. Söz verdim öğretmenime, buluşacağız yakında.

Dokuz yıllık bir aradan sonra, iki çocuklu bir anne olarak genel afla dönmüştüm öğrenciliğe, öğrenme sevgisi ve öğretme umuduyla. İlk günlerin zorluğu sınıf arkadaşlarımın yakınlığıyla atlatılmış, derslerime vermiştim kendimi olanca gücümle. Üç yıl göz açıp kapatırcasına geçmiş ve İzmir Anadolu Ticaret Lisesinde öğretmeye ve öğrencilerimle öğrenmeye başlamıştım.

Bugün o yıllara baktığımda ne denli umutlu, yaşam dolu ama hep bugünkü gibi duygusal bir öğretmen görüyorum. Her günümüz yorgun ama vicdanımız rahat, çalışma aşkıyla dolu geçerdi.
Tam on yılım geçti orada. Ve çok sevdiğim, unutulmaz, çok değerli insancıl öğrenciler yetiştirdik İngilizce grubumuzla.

Yıllar yılları kovalasa da onlardan aldığım her ses, her ileti benim için o denli önemli ki. mesleğimizin en güzel yönü budur zaten. Öğrencilerimiz bizim yaşamımızdaki en değerli birikimdir.

Sonra Dokuz Eylül Yabancı Diller yüksek Okulu. Çok emek verdiğim ikinci okul. Hocalarımla aynı ortamda ders vermek ayrı bir onurdu. Ve sevgili arkadaşlarım, CAN DOSTLARIM. Acı tatlı bir çok anı ve hep yoğun geçen çalışma yılları.

Sevgili Meral'imizin acı kaybı. Reyhan'ı sonsuzluğa uğurlamak. Ama bu acılara destek olan gencecik beyinlerin enerjisi ve sevgisiyle öğretmek, öğretirken öğrenmek...Koordinatörlük günlerimdeki sevgili müdürüm Mehmet Ali Hocam, Uğur Hocam, şiirleriyle hepimizi besleyen Derya. Şimdi hepsinden uzakta olsam da katkıları yadsınamaz.

Bu öğretmenler gününde İstanbul'dayım. Benim Dokuz Eylüllü can dostlarım bizim çakma doğum günleri(!) yemeklerinin bu yılki ilk toplantısındalar. 
Gönlüm onlarla. 

Gelelim Galatasaray yıllarına. GSU benim için çok farklı. Orada çok güzel iki yıl ve çok sevgili öğrencilerim ve hayat boyu dostluğunu taşıyacağım bir kaç sevgili arkadaşımla geçen İstanbul'un güzelliğini de yaşadığım üniversitem. Babacığımın ağır hastalığı nedeniyle üçüncü yılın sonunda emekli olsam da kopamadığım sevgili okulum.Hala kapıları açık, ne zaman istesem ders verebildiğim okulum.

Kadir Has Üniversitesi; İlk ve herhalde son özel üniversite deneyimim. Çok farklı ama bazıları benim için çok değerli öğretmenler ve öğrencilerim oldu orada da.

Ve bir gün İTÜ Maçka Kampüsünde yazma dersi verirken buldum kendimi. Öğretmek açısından bir ödüldü o aylar. Sevgili öğrencilerim, hepsi saygılı ve sevgi doluydular.

Bu yazı yalnızca bireysel bir öğretme sürecinin belgesi gibi gelmesin sakın. Her satırında sevgili öğrencilerimin yüzleri saklı. Onlarla paylaştığım her ders saati yaşamımın en mutlu ve huzurlu anlarıydı. kapıyı kapatıp derse başladığımız andan sonrası çok farklı bir dünyaydı.

Ben öğrencilerime hiç bağırmadan, kötü söz söylemeden sevgiyle verdim derslerimi.Örneklerle yaşadığımız ülkeyi ve dünyayı öğretmeye,müziğin ve sanatın güzelliğini de vermeye, dillerin tınısını yakalarlarsa daha hızlı öğreneceklerini anlatmaya uğraştım.İngilizce öğretirken Türkçe'nin değerini unutmamalarını öğütledim. Ve öğrencilerimin iç seslerini de duymaya çok çalıştım. Onlar da büyük çoğunlukla hep olumlu dönüşler yaptılar. Anılar  bir gün daha yoğun yazılmalı, biliyorum. Ancak bugün sevgili Şükran Hocamın sesi yazdırdı bu yazıyı.
  
Dünyanın en güzel mesleğini, ülkemizin tüm olumsuz koşullarına karşın yapabildiğim için, yaşamımdaki tüm öğretmenlerime, öğrencilerime ve meslektaşlarıma sonsuz teşekkürlerimle ve çağdaş eğitimi özgürce verebileceğimiz günlerin özleminin tükenmeyecek umuduyla günümüz kutlu olsun.         
                     

16 Kasım 2012 Cuma

TEYZEMLE ANKARA (1)

Teyzem ve Ankara benim için ayrılmaz. Çünkü ben Ankara'ya ilk kez on yaşında gittim ve biricik teyzemin evinde tam iki ay kaldım. Ankarayı teyzemle tanıdım, teyzemi Ankara'da daha çok sevdim. Anıları o yıldan bu yıla anlatmak hiç de kolay değil; elimden geldiğince, gönlümden geçtiğince yazmak işte...

1966 Mayıs sonları, sevgili annem, babam, kardeşim, babaannem ve ben trenle Ankara'ya gelmişiz, öğretmenimden izin almışız,içim rahat. Kolay mı, baş kentteyiz. Mülkiye mezunu gencecik teyzemin evinde konuk olmuşuz. Teyzem OYAK genel müdürlüğünde çalışıyor, anneanneciğim de yanında.Gezimizde önce Anıtkabir olmak üzere Cumhuriyet tarihinin tüm önemli mekanları geziliyor. Bir hafta sonra da Elazığ'a Osman Amcamın evine doğru yeniden yola çıkış planlanmış. Ama çocuk Belgin yol tutmasından çok etkileniyor. O zaman teyzesi ve anneannesiyle kalsın diye karar veriliyor. 

İlk günler yolculuğa katılamamak, aile özlemiyle geçse de,teyzesi ve anneannesi Belgin'i öylesine kucaklıyorlar ki konukluğu teyzesinin yıllık izniyle Ege yolculuğuna çıkışına yani Ağustos başına dek uzuyor.

Sevgili teyzem, benim çocukluk kahramanımdı zaten. Her tatile gelişindeki yoğun ders çalışması, birlikte ettiğimiz dünyanın en lezzetli dede evi kahvaltıları, Ankara'dan her gelişinde taşıdığı oyuncaklar, kitaplar tüm canlılığıyla bugün bile belleğimde.

Ankara günlerim de o yüzden bir başka güzel. 'İki Kova Su', teyzemin beni götürdüğü büyülü çocuk oyunu. Anneannemle birlikte kumanyalarımızı hazırlayıp Anıtkabir bahçesindeki yürüyüşlerimiz, dinlenmelerimiz. Ev Maltepe'de olunca her hafta giderdik Ata'mızın sonsuzluk durağına. 

Kitap kurdu bendenizin bir de komşu kitapçı ziyaretleri hiç eksilmezdi. Adamcağız okumadığım bir kitap bulana dek bayağı uğraşırdı. Bir gün nereden aklına gelmişse, ''Sen şimdi Ankara'da konuksun, bir gün evlenir de burada oturursun.'' demişti. Gerçekten de evlenip de ilk evimizi Ankara'da kurduk on yıla varmadan. 

Teyzeciğim daha Ural eniştemle nişanlıydı benim on yaş tatilimde. Eniştem her gelişinde çukulata getirirdi bana. Eh, çocuk gönlü almak gibisi var mı şu yaşamda. Büyük bir keyifle yerdim çukulatamı. Genellikle Pazar günleri, eniştemlerin Yeni Mahalle'deki bahçeli evlerine gider, sevgili Cevdet Teyzenin hazırladığı birbirinden lezzetli yemekleri yer, eniştemin küçük kardeşi Aydın ağabeyle okuduğumuz kitaplardan konuşur, evin o güzel meyve ağaçlarıyla dolu bahçesinden kopardığımız tazecik meyvelerden tadardık. Eniştemin kuzenleri Çağlayan ve Işık da eşlik ederdi bize çoğunlukla. Gazi Orman Çiftliği piknikleri de unutulmamalı bu arada.

Ankara'da babamın teyzesi, tanıdığım en olgun ve becerikli insanlardan biri Rukiye Teyzem de kızı İnci Ablamla ve Hamdi Ağabeyimle Kavaklıdere'de otururlardı. Arada onlara gider kalırdım. İnci Ablam, o yıllarda Aşağı Öveçler'de ilkokul öğretmeniydi. Beni de okuluna götürürdü. Hafta sonları yurt dışından merkeze atanan diplomat çocuklarına ders verirdi. okumalarını hızlandırmak için dakika tutar, okuduğumuz sözcükleri sayardı. Benim için en güzel yarışmaydı o günlerde. Komşuları Verda Erman Hanım'ın piyanosunu dinlemek kulaklarımı okşardı. Ah bir de  Amerikalı komşu çocuklarından öğrendiğim iki kişi karşılıklı durup, iki üç metre lastiği dizlerimize geçirerek üç aşamalı yükselttiğimiz lastik atlama oyununu çocuk diliyle ne güzel oynardık. Tire'ye dönünce bu oyunu tüm arkadaşlarıma öğretmiştim.
Hamdi Ağabeyim'in bana domates yedirmek için nasıl uğraştığını, benim de sonunda bir kaç dilimi yuttuğumu bugün de gülerek anımsıyorum.  

Bir de 'Daire' konukluğum olurdu ara sıra. O yıllarda iş  yerlerine daire denirdi. Daire'ye giderdim teyzemle. onun masası, daktilolar, kalemler, iş arkadaşları bugünün bilişim dünyasından ne denli farklıydı. Çok güzel arkadaşlıkları vardı teyzemin. Bir akşam sanırım Hamiyet Ablalara gitmiştik. Aniden sağanak başlamış, apartmanın bodrum katını su basmış, biz de su boşaltılana dek beklemiştik.

Gençlik Parkı  o yıllarda Ankara'nın en gözde parkıydı. Ulus'da alışveriş edilir, Kızılay'da Gima binasına hayranlıkla bakılırdı. T.B. M.M.'nin önünden gururla geçilirdi. 

Teyzeciğimle, o yılların Ankara'sı çok güzeldi. İnsanlar olgundu, kibardı, çocuklar çocuktu, insanlar insandı. Anılar o yüzden hep böyle gülümsenerek anılarda kaldı. Sonraki yıllar başka bir yazıya kalsın, olur mu?                   

31 Ekim 2012 Çarşamba

BAYRAMLARI BAYRAM YAPANLAR İCİN

 Bayram kavramı degisti belleklerde son Cumhuriyet Bayramı kutlamasından beri. Çocukluğumuzun ve çoğunluğumuzun alisilagelmis imgeleri ters yüz edildi, karmasiklasti ve tarihin sayfalarına gecti olanca ikilemiyle. Bayrak taşımak, neseyle, gönül  rahatlığıyla kutlamaya katılmak olağandi, birden olagandisi oldu.  Nasıl bu duruma geldik? Bu soruyu sormaya bireysel olarak hakkımız var ama Cumhuriyetin tüm vatandaşları olarak var mı? Bilemiyorum, o bölümü herkes kendi vicdanında sorgulamalı.         Her ne denli gunü yasamaya ve umutsuz olmamaya uğraşsak da çocukluğumun bayramlarını bugün her zamankinden daha çok özlüyorum.                                                                                         Annemin ütüledigi önlüğümle, beyaz kurdeleli sacımla, ezberimdeki siirle ilkokul günlerimi, Atatürk anıtının önünden gururla yürüyüşlerimizi özlüyorum. Bugünden o günlere bakınca hiç de diktatoryal bir hava anımsamıyorum. Yalnızca Cumhuriyet cocuğu olmanın gururunu bugünün yetişkini olarak asla soluyamadigima üzülüyorum.                                                                                        Öğretmenliğe başladığım ilk yıl  İzmir Anadolu Ticaret Lisesi'nde ilk 29 Ekim kutlaması geliyor aklıma. Okulun en yeni öğretmenine veriliyor törende konuşma gorevi. Eh, madem ticaret lisesi, o halde Atamızın iktisat konusundaki görüşlerini yansıtmalıyız diyorum. İlk iktisat kongresi İzmir'de toplandığına göre ben de o konuda araştırıyorum, bilgilerimi kendimce coşkuyla sunuyorum. Üniversitede ders verirken hazırlık sınıflarına İngilizce olarak ulusal bayramlarımızı nasıl anlatacaklarını öğretmeye uğraşıyorum.                                                                                      Bugün,yazılarımı hep geleceğe    bir ufak belge diye yazarken neler yazacağımı hep sorgularken buluyorum kendimi. Tarihe ama nesnel bakabilen tarihçilere ne çok gereksinimimiz var değil mı? Son on yılda önce hafif son dört yılda hızlanan dönüşümü belki tarihçiler çok daha iyi irdeleyebilirler. Birinci Meclis'e yaklaşan  her yaştaki vatandaşı geri puskurtme kavgasını, kararlılıkla yürüyüşlerini sürdürenlerin belleklere kazanan biber gazli , ıslak ama yine de dik duruşlarını, gunün egemenlerinin çok farklı değerlendirmelerini ya da değerlendirememelerini, yazılanları veya satır aralarında kalanları, her televizyon açısta siyasetçilerin çok ama çok yüksek sesle ve hınç dolu konuşmalarını ve her seyden önemlisi çok sesliliğin tek sese doğru yönelişinin en keskin açığa vurumuyla umutların soluk rengini..                                                Çok okuduk, çok izledik ve çok konuştuk 2012nin 29 Ekim kutlamaları icin. Ancak her zamanki gibi coşkumuz, gücümüz bir iki gün sürdü. Az olduğumuzun ayırdına vardık yeni başlayan günde. Onun icin ben bugün Erdal İnönü'yü sonsuzluğa ugurladigimiz bugün diyorum ki ' deger vermemiz gerekenlerin degerini bilemedik ve ogretemedik' . O günleri görebilmek, cagdas egitimin genc yüzlerde yansıdığını görebilmek umuduyla bu ülkeye hizmet edip sonsuzluğa yürüyen tüm sevdiklerimiz ışıklar icinde yatsın dilekleriyle...                              

                              

13 Ekim 2012 Cumartesi

DOSTLAR VE DOSTLUĞUN ANLAMI

Dostlar, dostluk, her bağlamda her anlamda eşsizdir eğer gerçekten yaşamda var olurlarsa. Rehberdirler yüreğinize, beyninize, paylaşımcıdırlar sıkıntınıza, sevincinize ve bekçidirler yalnızlığınıza. Uzağınızda da olsalar, yakınınızda da eğer içselleştirdiyseniz sizden şanslısı yoktur her nefesinizde.

Konumum ve mesleğim gereği çok çok farklı mekanlarda bulundum ve ne şanslıyım ki çok güzel dostlarım var yaşamımda. Düşünüyorum da, ne denli farklı yaradılışta olsalar da hepsinin yüreğimdeki yerleri kocaman. Kimilerini yıllarca görmesem de sevgilerini en derinden duyumsarım. Kimiyle hemen her gün konuşuruz, sesimin tonundan üzüntümü, mutluluğumu anlarlar. Hani 15 yaşımın 'Love Story' filmindeki gibi 'sevgi emektir' deyişinin en anlamlı ürünleridir tümü. Bazıları kardeşimdir, ablam gibidir bazıları ya da çocuğum yaşındadır. Bazıları bir kaç yaş büyük ya da küçük ama hepsinin bana sevgi dolu dokunuşları vardır, omuzumda sıcacık ellerini hissederim her zaman. 

Hani bazı insanlar der ya; benim gerçek dostlarım bir elin parmakları kadardır diye. Bana az gelir o kadarı. Eğer yüreğinizi açmayı bilirseniz, olduğunuz gibi yaklaşırsanız her insanın içindeki dostluğun özüne kolayca ulaşıverirsiniz. Çünkü her insanın ruhunda saf ve küçük bir çocuk gizlidir. O saf ve temiz çocuk, gülümsemeye ve tatlı sözlere özlem duyar yıllandıkça.Yaşamın yükünü üstlendikçe daha derinlere gömer  çocukluğunu ve güçsüzlüğünü. Eğer yanında sıcacık bir yüreği duyumsarsa açar o en pırıltılı insancıllığını.

An gelir, farkında olmadan kırarsınız ya da kırılırsınız. Ama dostluğa verilen emek onarır sizi ya da karşınızdakini.İşte gerçek dost orada kendini belli eder, yeniden gülümseyen gözleriyle.

Anılar dostluğun müziğidir. Anılar, dostlarınızı göremeseniz de daha dün yaşanmış gibi saklanır yüreğinizde. Bir ileti alırsınız hiç beklemediğiniz bir an da ya da karşılaşırsınız rastlantıyla, bir bakarsınız tam siz düşünürken telefon çalar, sesini duyarsınız bir dostunuzun. Nasıl da sevinirsiniz ansızın. Zaten dostlukta sesi özlemek de çok önemlidir. Her dostun sesinin tınısı farklıdır. Her dostun size öğrettiği de farklıdır, eğer yaşamda öğrenci olmanın değerini bilirseniz. 

En büyük acılardan biridir yaşamda dostlarınızdan birini yitirmek. Hele sizin yapacağınız hiç bir şey kalmamışsa, tüm çabalarınıza karşın, umarsız kalırsınız. Anılar solar gider, çektiğiniz buğulu fotoğraflara döner yaşanmışlıklar. Nefes aldığına sevinir, aranızdaki ıssızlığa üzülürsünüz. O yüzden  bir dostu sonsuz yolculuğuna uğurladığınızda, sizi teselli eden tek şey hiç solmayan rengahenk anılarınızdır.

Bir de bitti sandığınız dostluklar vardır. Ancak temeli çok sağlam atılmışsa, güçlü bir bağ kurulmuşsa bir merhabayla yeniden başlarsınız ve o dostla bir daha hiç kopmazsınız, birbirinizin değerini daha çok anladığınız için eksik kalan günlerinizde... 

Yazacaklarım çok birikmişti, dostluk neden hepsinin önüne geçti diye sorarsanız, Kuzeyin  soğuk bir ülkesindeki bir dost iletisinin sıcacık sözcükleri, çoktandır görmediğim bir dosta yeniden merhaba demenin değeri ve çok emek verdiğim çok yakınım, benden yaşça küçüğüm, dost diye yüreğimde tuttuğumla yaşadığım kırılganlık; tüm bu duyguların etkileri diyelim ve dostluğun sıcaklığı hiç eksilmesin yüreklerimizden, yaşamımızda çiçekler açtırsın diye bitirelim bu yazıyı tüm dostlara bir kez daha merhaba diyerekten.     

     

  

2 Ekim 2012 Salı

BENİM MÜZİK TAPINAĞIM

Müzik insanların inanç sistemlerinden biri olsaydı dünya nasıl olurdu? Ya da din adamları vaazlarını müzik eşliğinde verselerdi? Yunus Emre ilahileri, Alevi semahları, Mozart besteleriyle güne başlasaydık... Televizyon kanallarının tümü her gün bir kaç saatlik kuşaklarını kuşaklar boyu degerlerini yitirmemiş müzik yapıtlarına ayırsalar, cennet anlatımlarında hurilerin yerini lir çalan müzisyenler alsa, kısacası ruhumuz müzikler arınsa daha bariscil ya da insancıl olur muyduk?   Siirler, müziğe arkadas olsa, filmler, tablolar, oyunlar onları izlese, hepimizin başucunda bir kitap dursa, internette gezerken aramalarımız insan yaratıcılığının en güzel ürünlerini, sanal müzeleri ve sanat haberlerinin sayfalarını da acsa biz insan olduğumuzun ayırdına daha iyi varır miydik?              Ask sözcüğünün anlamını tam kavrasak, sevgileri bu denli hızlı tüketmesek, dostluğun degerini hiç yitirmesek nasıl yasardik?                                                                                Efes Antik Tiyatro'da Berlin Filarmoni Orkestrasi'ni gecen Cuma aksamı  huşu icinde dinlerken bunları düşündüm bir yandan. Binlerce yılın birikimiyle ayakta kalmış bu insanlık tapınağında nice uygarlıklarda sergilenen sanat ürünlerinin insanlık tarihinin en aydınlık sayfaları olduğunu ve daha nice yüzyıllara ışık tutmasını diledim tüm içtenliğimle
Ozanların eksilmesinin insanları nasıl eksilttigini düşünüp Neset Ertas ustayı andım. Onun dingin gönlüne sonsuz yolculuguna ugurlanisinin hiç uymadığını anımsadım. Bestelerinin, sözlerinin, yaşadıklarının insanlara hep rehber olmasını istedim yürekten. Sonra sahnedeki iki genc solist kardeşe baktım kivancla. Ne denli yalın, ne denli pırıltiliydilar. Aldıkları egitimin hakkını nasıl da güzel verdiler biz dinleyenlerine.                                                                    Belleğimde Antik Tiyatro'da izlediğim unutulmaz sanat yapıtları ve sanatçılara selam verdim. Joan Baez, Jose Carreras, Elton John, Zubin Mehta. Zamphir, Chris de Burgh, Kızıl Ordu Korosu, Al Di Miola, Nazım Oratoryosu, Baris Manco, Martha Graham ve daha niceleri. Ayrıca Celcius 
Kitaplığında . Ne çok şey harmanladim yüreğimde onları izlerken. Sanata saygım arttı, güzellikleri görmeyi, yasama her zorluğa karsın umutla bakmayı öğrendim ben  o koca tiyatroda. Hani zamanının tanığı olmak diye birşeyim vardır ya ben de tanık oldum bir çok unutulmaz gösteriye.     Kimi zaman yer bulunmadı, dışlarda kaldı pek çok gelen, kimi zaman basamakların pek cogu gelenleri bekledi. Kimilerinde afiş basarak katkıda bulunduk,kimilerinde saraplarimizi yudumladik tas basamaklarda.                                                 Ne büyük mutluluklar yaşattın Efes yüzyıllardır tüm konuklarına. İnsan olmanın hazzını yaşattın. Daha çok yüzyıllar , bin yıllar besle ruhlarımızı. Kültür nedir ki zaten; her şey unutulduktan sonra geriye kalan değil mı? 

29 Eylül 2012 Cumartesi

SIRA HAYVANCİKLARDA

Yarın sokaktaki hayvancıklar da demir kafeslere ya da ölüme terkedilmesin diye protesto edecek insanciklar. Yedi yıl önce o insanciklarin pek cogu Cumhuriyet mitinglerindeydi. Dışarda kalanlar şimdi hayvanları korumaya çalışacaklar. Abartıyorum diye düşünebilirsiniz. Ama günler böyle günler artık.                                                                                                                Hepimizin çocukluk anılarında evlerinde besledikleri ya da sevdikleri hayvanlar vardır. Kimimizin de bir sekilde korktuğu ya da korkutuldugu. Yine de büyük cogunlugu sevgi doludur. Benim çocukluğumda Giritli ninemin Sarmaninin yeri başkadır. İlk basını oksadigim kedidir o. Bir de halamın evindeki kedisini unutamam. Küçük kuzenim ,ansızın kucağıma atınca yıllarca kedilere yaklasamamistim. Sonra bir gün Patimiz girdi yaşamımıza. Kızımın, yeğenimin evine sığınan anne Pati'nin yavrusunu evine getirmesiyle. İlk günler aynı odada duramazken, günler geçtikçe Patisiz duramaz oldum. Kucağıma oturduğunda tüm sıkıntıları unutturan Patimiz. Onu çok özlesem de rahat olduğunu bilmek yetiyor bir anlamda.                                                                 Hayvanlar yaşamımızda çok özel varlıklar.  İstanbul'u hayvansiz düşünmek olası mı? Bu ülke sehrin, yalnız ınsanlarının ya da cocuklarının en iyi dostlarını sevgisiz bırakmayı nasıl kabullenirsiniz?                                                     Ornegin ben akşamları bir etkinlikten eve dönerken ya Maçka Parkı'nın icinden gecerim ya da ana caddeden. Yol üzerinde mahallenin kocaman köpeğinin yatıp uyuduğunu görürsem icim rahatlar ya da parktaki kedi ve köpeklerin varlığı yüreğimi isitir.  Karınlarının nasıl doyuruldugunu, onlar icin kaç kisinin  Dışarda olduğunu anımsar, gülümserim. Hatta bazı arkadaslarımın ne denli yorgun ya da hasta olsalar da onları beslemek icin dolaştığını da.                                                Yeni yasa tasarısına göre sokaktaki dostlarımız hayvan barınaklarına kapatılacaklarmis. Adı üstünde, barınacaklar ama sevgisiz kalacaklar. Dayanabilirlerse mahallelerinden, sevdiklerinden uzakta yaşayacaklarmis. Tutsak, kırgın, umutsuzca bekleyişde. İnanıyor musunuz siz buna?          Toplumsal belleğimizden kalan bir ilke daha yok edilecek. Kayitsizligimiza bir halka daha eklenecek. Miniklerimize masallarımızda bir zamanlar bu sehirde kedi ve köpeklerimiz de vardı. Onları beslerdik diye anlatacağız ve sonra artık alistirdiklari gibi SUSACAĞIZ ...

18 Eylül 2012 Salı

ÇOCUKLUĞUMUN FUAR GÜNLERİ

İzmirli olmak biraz da Fuar anılarına sahip olmaktır çocukluk günlerini uzun yıllar önce geride bırakmış olanlar için. Geçen hafta sonunu 'Şişli'de İzmir Günleri ' etkinliğiyle geçirdiğim ve iki haftada İzmir'i özlediğim, katıldığım toplantı ve dinletilerde bol bol fuar anılarından söz edildiği için çocukluğumun Fuar günlerini yazmak istedim.

Kültür Park'dır İzmir Enternasyonal Fuar'ının düzenlendiği alan. Ama hiç bir İzmirli 'Kültür Park'a gittim', ya da 'Kültür Park'tayım' demez. Hep Fuar'ımızdır bizim. Kurtuluş sonrası, kentin pek çok yeri gibi büyük yangından kalmıştır kapkara. Atatürk'ümüzün, İzmir'e verdiği önemle, daha Cumhuriyet kurulmadan,şehrin gelişimine katkı sağlamak amacıyla 17 Şubat 19232'de toplanan 'İktisat Kongresi' için açılan sergi Fuar'ın çekirdeğidir denebilir. O yıldan, 1948'de Uluslararası Fuarlar Birliği'ne üye olarak kabul edilene dek yirmi beş yıl boyunca bir çok İzmirlinin, özellikle unutulmaz belediye başkanı Dr. Behçet Uz'un katkılarıyla herkesin Fuar'ı olmuştur.

İletişimin bu denli hızlı olmadığı yıllarda Fuar günleri tüm Egelilerin özlemle beklediği etkinliklerdi. Dünya ayağınıza gelir, görsel öğrenme,kültürel paylaşım ve her yaş için eğlence bir arada yaşanırdı. 

Çocukluğumun Fuar betimlemesi benim için çok yönlüdür. Tire'den İzmir'e otobüs yolculuğu işin en zor bölümüydü. Çünkü  otobüste,hatta daha otobüse binmeden benzin kokusuyla yüzüm sararır, içim bulanırdı. Ama olsun, sonunda Fuar'a kavuşmak vardı ya, her şeye katlanırdım. O yıllarda oto garaj Fuar'ın Basmane kapısının tam karşısındaydı. Otobüsten iner inmez babamın ilk programı olan uluslararası pavyonlar gezilirdi. Bazıları çok ilgimi çeker, bazılarındaysa çok sıkılırdım. Sergilenenlerin özelliğine göre değişirdi sıkılma ya da ilgilenme oranım. Örneğin Hindistan pavyonu rengarenk görüntüsü ve ürünleriyle neşelendirirdi. ABD, Almanya'nınkilerse teknolojinin güncel görüntülerini sunardı, radyo günlerini yaşayan bizlere. Sergilenen arabalar da Fuar'ın yıldızlı ürünlerindendi. Çünkü o yıllar özel arabalara kolay ulaşılamayan yıllardı.

Hayvanat bahçesi, paraşüt kulesi, lunapark ve özellikle ailecek bindiğimiz çarpışan arabalar bölümü kardeşim ve benim için hep en renkli bölümlerdi. Ve sonra, babamın özenle seçtiği lokantalarda keyifli yemekler. 

Daha sonra Fuar'ın kültürel bölümüne sıra gelirdi. İstanbul ve Ankara'da sahnelenen en güzel oyunlarıyla tüm tiyatrolar perdelerini açardı Fuar'da. Ankara Devlet Tiyatro'sundan, AST'a,Kenterler'e, Dormenler'e geniş bir yelpazede seçim yapabilirdik. Bu arada müzik şölenlerini unutmamak gerek. İzmir Fuar'ı, Zeki Müren demekti  bir anlamda. Billur sesini, duru Türkçesini dinlemeye doyamazdı büyükler. Biz çocuklar bir yandan dinler, bir yandan da o abartılı giysilerine bakakalırdık. Sonraları krize giren Türk sinemasının yıldızlarını da ağırladı Fuar sahneleri, ilk kez sahneye çıkan Sezen Aksu'yu, Nilüfer'i de.

Çocukluğumun Fuar'ında saatler geçer, eve dönüş yoluna çıkarken ellerimizde çok renkli balonlarımız olurdu hep, uçmasın diye sımsıkı tuttuğumuz, arda adına yakışır biçimde uçuveren uçan balonlarımız... Sanki çocuk ruhlarımızın simgesiydi onlar, öylesine renkli, öylesine hafif...

Ve gençlik günlerimizde Fuar artık sevdiğimiz yazarlarla buluşma törenlerine dönüştü yavaş yavaş. Kitaplığımda özenle sakladığım, Uğur Mumcu, Aziz Nesin imzaları hep o günlerden anılar.

Teknoloji çağı, bilgi çağı, bilişim çağı derken bizim emektar Fuar'ımız parıltısını yitirdi. Süresi kısaltıldı, çağın hızına ayak uydurup. o özenle hazırlanıp gelen insanlar birer birer sonsuzluğa uğurlandı, kalanlar da eski tadını bulamaz oldular. Bugün yeni yüzüyle yine bizlerle. Açık hava tiyatrosu, evlendirme dairesi, müzeleri, çay bahçeleri, yürüyüş alanları ve İzmir Sanat, İnönü Sanat Merkeziyle kapıları hep açık. Açık da herhalde bizim eski tadımız yok...           

           

17 Eylül 2012 Pazartesi

TOPRAĞIN ÇOCUKLARI'NDAN 4+4+4 'E

Son üç haftadır yazmak isteyip yazamadığım ne çok olay oldu yaşadığımız topraklarda. Havada yoğun bir nem yüreklerimizde eylül hüznü... Gencecik şehitler, Afyon'da ve yurdun dört bir yanında sonsuzluğa uğurlamalar... Her geçen gün barış umutlarından uzaklaşma, her sabah okunan gazetelerle kararan yürekler... Ama eğitimci kimliğimle, bugün, dönüştürme politikasının en korkutucu adımı olan 4+4+4 sistemsizliğiyle okullarına ilk adımı atan minikleri düşündükçe her şey daha çok anlamsızlaştı, karanlığın en koyusuna daha bir yaklaştığımızı duyumsadım. Ve bir zamanlar bu toprakların çocuklarını anlatan filme gittim; o yoğun ötekileştirilmiş duygumdan az da olsa arınmak için.

'Köy Enstitüleri' ya da Türkiye'nin ilk ve tek özgün eğitim modeli anısına, babası köy enstitüsü mezunu olan Erkan Can'ın, üç yıldır uğraş verdiği hem oynadığı hem de yapımcıları arasında olduğu film,'Toprağın Çocukları'.
Sinematografik açıdan çok hatalar bulunabilir gerçekten, hayal kırıklığına uğrayabilirsiniz sinema dilinden, karton karakterlerinden, zaman zaman aşırıya kaçan didaktik tümce seçimlerinden ötürü. Yine de her şeye karşın bize köy enstitülerini anımsattığı için izlemeye değer. Nereden nereye geldiğimizi, ilerlemeden gerilemeye nasıl yuvarlandığımızı ve hele bugünkü modellerin nasıl dayatıldığını ve de geçtiğimiz hafta Ankara'daki büyük karşı gösteri dışında sosyal medyada yaydığımız yürek burkan karikatürler, fotolar ve söylemlerimizle birbirimizi avuttuğumuzu daha açık görebilirsiniz...

İlkokul yıllarımda en çalışkan ve en becerikli öğretmenlerin genellikle köy enstitülü olduklarını duyardım. Çünkü çevremizde bir çok mezununu tanır, öykülerini dinlerdik. Lisedeyken Fakir Baykurt'tan, Mehmet Başaran'a, Talip Apaydın'dan, Mahmut Makal'a, birçok yazarın anı ve romanlarını okudum, öğrencilik yıllarını temel alan.Ümit Kaftancıoğlu gibi bir aydının o kurumun ışığıyla aydınlandığını ve ışıktan ötürü katledildiğini öğrendim.Kemal Tahir'in 'Bozkırdaki Çekirdek' romanı unutulmazlarım arasına girdi farklı gözden anlatımıyla.

Yıllar geçti ve her değişen eğitim modelinde, böylesine etkili bir uygulama yaratan ülkenin, eğer köy enstitülerini geliştirmeyi sürdürseydi bugün ne denli farklı bir konumda olacağı düşüncesi kurcaladı durdu beynimi.

Bu düşüncemi fazla ulusalcı bulabilirsiniz belki. Ama unutmayalım ki tüm politikalarını desteklemesek de hemen hepimiz, çocuklarımızı Fransız, İngiliz ya da Amerikan eğitim şeklini uygulayan yabancı ya da Türk eğitim kurumlarına vermek için çırpınıyoruz. Adları üstünde;  tüm bu ülkeler kendi isimleriyle tanınıyorlar kendi eğitim yöntemlerinde. Peki ya biz?

İşte yalnızca bu yönden ele aldığımızda bile Hasan Ali Yücel gibi eğitim bakanlarını, İsmail Hakkı Tonguç gibi yürekli eğitim liderlerini nasıl özlediğimizi fark ediyoruz. Ve genç kuşaklara onları mutlaka tanıtmamız gerektiğini de...

Ve benim gibi filmi izlerken salonda yalnızca üç kişiyseniz ve diğer iki izleyen Genco Erkal ve Meral Çetinkaya gibi iki sanat çınarıysa,  bu ülkede korumanız gerekenlerin günden güne arttığının daha bir ayırdına varıyorsunuz...  Ve filmdeki en sahici karakterlerden Cevher'in dediği gibi: 'biz dünyaya bir kez geliriz, dünya da bize bir kez gelir'

     

  

28 Ağustos 2012 Salı

YAŞAMA SANATINDA ROL ALMAK

Doğduğumuz günü kutlamayı neden severiz pek çoğumuz? Yaşamı kutsarız belki kendimizce; ya da sevdiklerimizce anımsandığımız için olabilir. Çocukluğumuzdaki doğum günlerimiz gelir aklımıza. Belki de özel bir güne rast gelmiştir dünyaya gelişimiz. Benim için tümü geçerlidir bunların.

Doğduğumuz günün anıları anlatılır hepimize, başka birinin öyküsü gibi dinleriz. Bizim kuşağımızın yalnızca siyah beyaz fotoğrafları vardır, bebekliklerini görebildikleri. Ve o bir kaç fotoğraf belleğimize saklanır, kalır bir ömür boyu.

Benim için aldığım her nefes çok değerli olduğundan, ilk nefes aldığım günü farklılaştırmaya bayılırım. Yaşama sevincim pekişir tüm gün boyunca. Nerede olursam olayım yeni bir şey armağan ederim kendime. Genelde bir kitap ya da bir CD olur seçtiğim. Bu arada yıllardır sevgili arkadaşım Şükran'ın seçtiği bir kitap beni bekler, ilk sayfaya yazdığı içten dilekleriyle. Bazı yıllar tek başıma sevdiğim bir yere gider, fotoğraf çekerim.Sevgi dolu kalabalıklarda da kutladığım çok olmuştur.

Kutlanmak da yüreğimde çiçekler açtırır. İletiler güzel sözcüklerle doludur ve kanat takar benliğime. Hele benim gibi eğitimciyseniz, elinizden geldiğince emek verdiğiniz öğrencilerinizin geçen yıllara bakmadan daha dün yanınızdan ayrılmış gibi yazdıkları coşkulandırır her bir sözcüğü okuduğunuzda.

Ağustosun 26'sında doğmuş olmanın kıvancını okumayı öğrendikten sonra daha bir kavradım. Hep Atatürk'ümüzün Afyon Kocatepe'de düşünürken çekilmiş fotoğrafı gelir oldu gözümün önüne. Ne denli önemli bir tarihti Ulusal Kurtuluş Savaşı'mızda. O günün koşulları ve mücadelelerine olan  inançları hep kıvançlandırdı beni.

Sevgili kuzenim zafer ağabeyimle de aynı gündü dünyaya gelişimiz. Beş yaş büyük ağabeyimle her yaş günümüzde birbirimizi arar, aynı gün kutlamanın tadını çıkarırdık şakalaşarak. Bu yıl yoksun kaldım onun sesinden sonsuz yolculuğuna çıkınca ansızın...  

Ah, bir de çocuksu neşesi vardı doğum günümün. En eski arkadaşımla bir gün arayla doğmuştuk. Sırayla kutlardık yeni yaşlarımızı. Ayrı yerlerdeysek yaz tatilinde olduğumuzdan ertelerdik yeni yaşımıza girmeyi bir güzel; ta ki bir araya gelene dek.

Anılara dalınca unutamadığım doğum günlerim gelir usuma. Tüm büyük aile yemekleri, Kuşadası'nda annemin birbirinden leziz yemekleriyle, babamın günler öncesinden hazırladığı armağanlarıyla, Gülruş'umun billur sesiyle, o güzelim aile fotoğraflarıyla; yıldan yıla çocuklarımın büyüdüklerini bizim olgunlaşmamızı yansıtan... 

Ve iki yıldır hem bir çocuk gibi hissediyorum yeni yaşımı, hem de torunumun varlığıyla kutluyorum doğum günümü.İlk anda çok zıt gelse de ikisi de benim aslında... Her geçen yaşımda hayat daha bir değerli, değerlerim daha önemli,yaşadığımız olaylar daha bir yürek acıtıcı, beyinlerimizdeki parmaklıklar daha bir karanlık gelse de yaşama sanatında rol almayı çok seviyorum elimden geldiğince...  




    


  

15 Ağustos 2012 Çarşamba

CAN DOSTLARI KİTAPLAR

Kitap okumak herkes için farklı anlam taşır. Benim içinse bir çiçeğin can suyu gibidir okumak. An gelir kabuğuma çekilir, tüm gün boyu bir kitabı elime alır, bitirmeden bırakamam: sonra da beslenmiş, dirilmiş güne karışırım yeniden. Kitaplar güç verir, yeni pencereler açar ve yaşadığımız dünyayla, çevremizdeki insanlarla empati kurmamı sağlar.

Yaz boyu yollardaydım çoğunlukla. Belki karşıdan bakınca; ''Ne güzel yerlere gidiyorsun, elimizde olsa biz de senin gibi yapardık.'' diyenler çoktur; ancak her yolculuk belki de evi daha çok özletir insana. Evin duvarları sığınak olur yorgun ruhlarımıza. 

Bu ülkeyi seven ve bir ana yüreğiyle korumak, geliştirmek isteyen her birey gibi, haberler  ve okuduğum makalelerin yorgunluğunu kitaplarım ve okurken bana eşlik eden müziğimle atabiliyorum büyük ölçüde.

Son altı günde tam beş kitap bitirdim. Hızlı okuma alışkanlığımın payı çok bu süreçte, doğal olarak. Hızlı okumak derken, aklıma gelen çocukluk anımı anlatmadan geçemeyeceğim. On yaşında Ankara'da teyzemin ve anneannemin yanında yaz tatilimi geçiriyordum. Arada bir babamın kuzenleri İnci ablam ve Hamdi ağabeyimin henüz bir yıllık yuvalarına da konuk oluyordum. İnci Ablam, ilkokul öğretmeniydi. O sıralar, Ankara'ya yeni dönmüş bir diplomatın benim yaşımdaki kızına ders veriyordu. Hızlı okuma çalışmaları da günlük alıştırmalarından biriydi. İzlerken ben de katılır, dakikada kaç sözcük okuduğumu sayardım. Belki de İnci Ablam bana bu hızı kazandırdı o zamanlar. Buradan kendine olan teşekkür  borcumu da iletmiş olayım.

Okumayı öğrendiğimden beri elime geçen hemen her şeyi okudum diyebilirim. İlkokul dönemimdeki 'Doğan Kardeş' dergileri ve Yapı Kredi'nin bir kültür hizmeti olan çocuk klasikleri unutulmazlarım arasındadır. Ancak 'Doğru Belgin' olarak o zamanın çok sevilen çizgi romanları Tom Miks ve Texas okuyanlara kınayan bakışlar atardım. Yalnızca Red Kid  bu kınamanın dışındaydı. Köpeği Rin Tin Tin'le maceralarını elime geçerse kaçırmazdım. Jules Verne romanları düş kurma gücümü genişletir, geleceğe özgü yeni imgeler yaratırdı. Mark Twain'in  'Tom Sawyer' ve 'Huckleberry Finn' kahramanları, yaramaz da olsalar çocukların aslında çok iyi ve yardımsever olduklarını öğretirdi. 'Pollyanna' ve 'Küçük Kadınlar' dönüp dönüp okuduğum kitaplardı. 'Heidi' ile doğayı sevmeyi o yaştan benimsemiştim,'Tom Amca'nın Kulübesi' ile ırk ayrımcılığına karşı olmayı... 

Sonra ortaokul yılları ya da buluğ çağı... Yaşama farklı bakma dönemi. Bu kez 'Varlık' kitapları girdi kitap dünyama. Tüm Rus ve Fransız klasikleri 14 yaşında yenip yutulmuştu tarafımdan. Arada bir romantikleşmenin etkisiyle Barbara Cartland  okuduğumu da yadsıyamam doğrusu. 

Ve lise yılları. Ben büyürken, Türkiye'de değişiyordu. Evde darbelere inat Ruhi Su dinlenirken, köy yazını ağırlık kazanıyor, bir yandan Fakir Baykurt ve Köy Enstitüsü çıkışlı yazarların kitapları bitiriliyor ve şiirler, öyküler onların etkilerinde yazılıyordu kendimce. Öte yanda Nazım şiirleri belleğime kazınıyordu gizliden.

Yıllar böyle geçti. Biyografiler, çeşitli uluslardan gelen yazarlar, ozanlar kitaplığıma ve belleğime doluştular birer birer. Güney Amerika yazınını da çok sevdim o yıllarda. Ve başkaldıran tüm edebiyatçıları... 

Öğretirken, öğrenmeyi hep çok sevdim. Bilge duruşlarıyla yazanlar ve dayananlar hep destek oldu düşün gücüme. Belki çok sistemli okumadım ama hep okudum. Günümüzde de bir çok insan gibi insan okuyarak ve yazarak kimliklerini koruyabiliyorlar. Ve hep çocukların, tüm çocukların okumayı unutmadan, aydınlık yüzlerle, müziği severek, yastıklarının altında kitaplarla uykuya dalmalarını düşlüyorum.  Çok yakında bir gün, o güzelim kitap kokusunun yerini e-kitapların alacağını bilerek...