Bilmem siz de aynı duyguyu yaşadınız mı? Bedeniniz farklı bir yerdedir,yüreğiniz ise olmak istediğiniz yerde. Son iki gündür ben Ege'deyim ama gönlüm İstanbul'da Gezi Parkı'nda kaldı, Sezen Aksu şarkısının tam aksine.
Geçtiğimiz on yıldır verdiğim imzaların, katıldığım gösterilerin sayısını anımsayamaz oldum. Sosyal demokrasiye inanan bir birey olarak, sevgili ülkemin kararmaması için öğretirken ve öğrenirken yalnız olmadığımı bilerek hep bir umutla çabalamaktan güç almaya uğraştım.
Altı yıl önceki Cumhuriyet Mitinglerinde coşkuların doruğa çıktığı zamanlarda çağdaş yaşam yolundan ayrılmayacağımıza güvenirken, ertesi yıl daldığımız düşlerden uyandık ve her geçen yıl daha da keskinleşen dönemeçlerle ilkelerimizin yok edildiğini görmeye ve duyumsamaya başladık.
İzmirli olarak ülkemizin en aydın kentlerinden birinde yaşadığımız için sorunlarımız farklıydı hep. Özgür düşünceye alışkın kentimiz muhalefet olmanın acısını sarf edilen sözler ve günden güne azalan maddi desteklerden çekti ama mücadeleyi bırakmadı.
İstanbul'da yaşayan bir İzmirli olarak ise tam karşıtını gözlemek farklıydı. Kadim kente sürekli yatırım yapılıyor ama nedense akıtılan para güzelim şehrin siluetini her geçen gün daha çok bozuyordu. Beş yıldır yoksun bırakıldığımız Atatürk Kültür Merkezi başta olmak üzere tarih ve sanatla nefes alan güzelim yapılar birer birer çürümeye terk edildi. Ve bellekler boşaltılıp kapatılan o güzelim mekanların tek tek betonlaştırılıp estetikten tamamen yoksun binalara dönüştüğüne tanık olmaya başladı. Değil sade vatandaş, yetkili tüm meslek odalarının ve kuruluşlarının direnişine karşın yıkım sürdü gitti. Yıkım yanında yakımlar da çoktu. Tarihi bellek yıkım ve yakımlarla ıssızlaşırken,Sultanahmet görüntüsü de bozuldu, Haliç'in fotoğrafları da.
En son Emek Sineması da yıkıldı onca gösteriye karşın. Hemen yanındaki Demirören AVM'ye benzer bir dikim bekleniyor şimdi 4. ve 5. katındaki bir Emek replikasıyla.
İstanbul son elli yıldır böylesi bir yıkıma tanık olmamıştı. Ve İstanbul'da yeşil bu denli hiç katledilmemişti. Dün temeli atılan üçüncü köprüyle Garipçe ve Poyrazköy de betona teslim oldu. Milyonlarca ağaç kesilmeyi bekliyor.
İşte bu yüzden Gezi Parkı simge oldu. Taksim ki şehrin kalbidir ve temiz nefestir o park şehrin yüreğine, doğayı seven,ağacı seven, ya da cana değer veren herkes güç oldu toplandı şehrin kalbinde. Seksen yaşındaki kadından, iki yaşındaki çocuğa herkes orada.
Bu direniş yok olmamak için direnen İstanbulluların, İstanbul severlerin ve vicdanının sesini dinleyen tüm insanların direnişidir. Kesilen her ağaç, yıkılan her duvar yüreklerde bir sızıdır.Ve bu kez sanatçısından, meslek örgütlerine, gencinden yaşlısına,öğretmeninden öğrencisine herkes bu simgeyi korumak için güç birliğindedir. Şiir, müzik, sinema, dans,yazı ve fotoğrafla herkes katkıda bulunmaya çalışmaktadır.
Yüreğimin sesi bu kez kazanacağız, son kalemizi koruyacağız diyor ve umutla bekliyorum.
30 Mayıs 2013 Perşembe
24 Mayıs 2013 Cuma
GÜNDEM NASIL DEĞİŞTİRİLİR ÜZERİNE BİR KAÇ ÖRNEK
Yazacak ne çok konu birikiyor ve hangisiyle başlasam derken günler geçiyor bazı zamanlar. Bugün Reyhanlı'dan vazgeçip alkollü içkilerin satışıyla ilgili düzenlemelerle ilgili ayrıntılarla dolmuşken görsel ve yazılı basın, devlet güzel sanatlara emek veren sanatçıların ellerinde kalan son özgürlük kırıntılarını da yok etti.
Hatay tam yirmi üç yüzyıllık bir kent. Ve 'çan, ezan ve hazzan' seslerinin birlikte duyulduğu, sonsuz uykulara yatılan toprakların iç içe olduğu bir barış kentiyken sınır kapılarının açılmasıyla birden kimlik değiştirdi. Yaşayanlarının uzun süredir anlatmaya çalıştıkları akıl almaz değişiklikler, sürekli çatışmalar sonunda Reyhanlı katliamını getirdi.
Ve bizler yabancı basından ya da yansıtabilenlerden bir şeyler öğrenmeye çalıştık uzaktan. Uzaklık üzüntüye engel değil. Tam tersine içimiz daha çok yanıyor paylaşamamaktan. Hataylı sevgili öğrencilerim, tanıdıklarım çok sevdikleri kentlerinin bu duruma gelmesinden nasıl etkileniyorlar kim bilir.
Her zaman olduğu gibi üzüntümüzü önlemek için tam turizm mevsimine girerken alkollü içkilerin tanıtım ve satışıyla ilgili yeni düzenleme gündemin ilk sırasına yerleşti. Farklı yayın organlarından farklı görüşler okumadan hiç bir şey yazmak istemedim. Nedense en sık sözü edilen başta ABD olmak üzere İskandinav ülkelerine dek uzanan bir yelpazedeki uygulamalardı. Ancak nedense hiç kimse bizim bir Akdeniz ülkesi ve yaz turizminin en güzel kıyılarına sahip olduğumuzu pek belirtmiyor.
Aklıma geçtiğimiz Haziran'da İstanbul'da sohbet ettiğim İranlı meslektaşım geldi. Kızıyla birlikte özgürce gezmekten mutlu olan o bilinçli kadın: ''Sakın turizminizi bitirmeyin, engel olun yaptırımlara. Bizim güzel ülkemize yasaklardan sonra gelen yok.'' diye içtenlikle uyarmış ve yasaklanan her şeyin gizlice sağlandığını da sözlerine eklemişti.
Düzenlenmesi gereken maddeler de olabilir, ancak sahilllerde ve turistik kentlerde bu denli ağır yasaklar neye mal olur zaten çok yakında göreceğiz. bu arada Melih Aşık'ın köşesinden seslenen iki çocuk annesi doktor Aslı Hanım'ın sözleri ne kadar doğru.
Aslı Hanım,çocuklarının 18 yaşından sonraki yaşamlarını kurtardıkları için değerli milletvekillerine teşekkür ediyor...! Ancak okul kantinlerinde satılanbir sürü katkı maddesi içeren ne olduğu belirsiz o renkli ürünlerle çocuklarını sağlıklı olarak nasıl 18 yaşına getireceğini düşünüp o ürünlerin de üzerine 'Sağlığa zararlıdır' etiketinin konmasını çok haklı olarak istiyor.
Biliyor musunuz, ülkemin ağır gündeminden kaçmak için LMV dostlarıyla, krizdeki komşumuz Yunanistan'a gidip rahatlıyorum. Onlarda da dinsel gelenek ve yaptırımlar var. Ama turizm gelirlerinin ve özel yaşama saygı sınırlarının nasıl korunması gerektiğinde öylesine olgunlaşmışlar ki siz de huzur buluyorsunuz.
Ve Güzel Sanatlar Müdürlüğü lağv ediliyor yani yok ediliyor bir çok kültür kurumu gibi. Ve böylece devlet senfoni, opera-bale ve tiyatroları da tümüyle başbakanlık tarafından kurulan TÜSAK'a bağlanıyor yeni yasa tasarısına göre.Ne mutlu bize bir de TÜSAK'ımız olacak, ne izleyeceğimize hep o karar verecek...
Aklıma ünivesite yıllarında okuyup incelediğimiz ve unutamadığım Aldous Huxley'in 'Brave New World' ya da Türkçe çevirisiyle 'Cesur Yeni Dünya' isimli romanı geliyor. Romanın isminin Shakespeare'in 'Fırtına' adlı yapıtındaki 5. perde, 1. sahnedeki Miranda'nın konuşmasından alındığını okumuştum Vikipedi'den. Sevgili Can Yücel'in çevirisiyle anımsamanın tam zamanı.
''Bu kadar bunca yakışıklı varıp gelmiş buraya
Ne güzel şeymiş meğer insanlık
Böyle dünyalıları olan
Yaşasın bu yaman bu yeni bu cesur dünya''
Yaşamaya ve yaşatmaya devam ilkelerimizi ne pahasına olursa olsun...
Hatay tam yirmi üç yüzyıllık bir kent. Ve 'çan, ezan ve hazzan' seslerinin birlikte duyulduğu, sonsuz uykulara yatılan toprakların iç içe olduğu bir barış kentiyken sınır kapılarının açılmasıyla birden kimlik değiştirdi. Yaşayanlarının uzun süredir anlatmaya çalıştıkları akıl almaz değişiklikler, sürekli çatışmalar sonunda Reyhanlı katliamını getirdi.
Ve bizler yabancı basından ya da yansıtabilenlerden bir şeyler öğrenmeye çalıştık uzaktan. Uzaklık üzüntüye engel değil. Tam tersine içimiz daha çok yanıyor paylaşamamaktan. Hataylı sevgili öğrencilerim, tanıdıklarım çok sevdikleri kentlerinin bu duruma gelmesinden nasıl etkileniyorlar kim bilir.
Her zaman olduğu gibi üzüntümüzü önlemek için tam turizm mevsimine girerken alkollü içkilerin tanıtım ve satışıyla ilgili yeni düzenleme gündemin ilk sırasına yerleşti. Farklı yayın organlarından farklı görüşler okumadan hiç bir şey yazmak istemedim. Nedense en sık sözü edilen başta ABD olmak üzere İskandinav ülkelerine dek uzanan bir yelpazedeki uygulamalardı. Ancak nedense hiç kimse bizim bir Akdeniz ülkesi ve yaz turizminin en güzel kıyılarına sahip olduğumuzu pek belirtmiyor.
Aklıma geçtiğimiz Haziran'da İstanbul'da sohbet ettiğim İranlı meslektaşım geldi. Kızıyla birlikte özgürce gezmekten mutlu olan o bilinçli kadın: ''Sakın turizminizi bitirmeyin, engel olun yaptırımlara. Bizim güzel ülkemize yasaklardan sonra gelen yok.'' diye içtenlikle uyarmış ve yasaklanan her şeyin gizlice sağlandığını da sözlerine eklemişti.
Düzenlenmesi gereken maddeler de olabilir, ancak sahilllerde ve turistik kentlerde bu denli ağır yasaklar neye mal olur zaten çok yakında göreceğiz. bu arada Melih Aşık'ın köşesinden seslenen iki çocuk annesi doktor Aslı Hanım'ın sözleri ne kadar doğru.
Aslı Hanım,çocuklarının 18 yaşından sonraki yaşamlarını kurtardıkları için değerli milletvekillerine teşekkür ediyor...! Ancak okul kantinlerinde satılanbir sürü katkı maddesi içeren ne olduğu belirsiz o renkli ürünlerle çocuklarını sağlıklı olarak nasıl 18 yaşına getireceğini düşünüp o ürünlerin de üzerine 'Sağlığa zararlıdır' etiketinin konmasını çok haklı olarak istiyor.
Biliyor musunuz, ülkemin ağır gündeminden kaçmak için LMV dostlarıyla, krizdeki komşumuz Yunanistan'a gidip rahatlıyorum. Onlarda da dinsel gelenek ve yaptırımlar var. Ama turizm gelirlerinin ve özel yaşama saygı sınırlarının nasıl korunması gerektiğinde öylesine olgunlaşmışlar ki siz de huzur buluyorsunuz.
Ve Güzel Sanatlar Müdürlüğü lağv ediliyor yani yok ediliyor bir çok kültür kurumu gibi. Ve böylece devlet senfoni, opera-bale ve tiyatroları da tümüyle başbakanlık tarafından kurulan TÜSAK'a bağlanıyor yeni yasa tasarısına göre.Ne mutlu bize bir de TÜSAK'ımız olacak, ne izleyeceğimize hep o karar verecek...
Aklıma ünivesite yıllarında okuyup incelediğimiz ve unutamadığım Aldous Huxley'in 'Brave New World' ya da Türkçe çevirisiyle 'Cesur Yeni Dünya' isimli romanı geliyor. Romanın isminin Shakespeare'in 'Fırtına' adlı yapıtındaki 5. perde, 1. sahnedeki Miranda'nın konuşmasından alındığını okumuştum Vikipedi'den. Sevgili Can Yücel'in çevirisiyle anımsamanın tam zamanı.
''Bu kadar bunca yakışıklı varıp gelmiş buraya
Ne güzel şeymiş meğer insanlık
Böyle dünyalıları olan
Yaşasın bu yaman bu yeni bu cesur dünya''
Yaşamaya ve yaşatmaya devam ilkelerimizi ne pahasına olursa olsun...
9 Mayıs 2013 Perşembe
İSTANBUL'DAN YANYA'YA 100.YAŞ
İçinde çok farklı duyguların paylaşıldığı, bol kahkahayla geçen zaman zaman hep birlikte gözlerimizin yaşardığı ve bir otobüs dolusu insanı saran ve saklayan bir geziden izlenimlerimi yazmak ne güzel. Lütfü Amca'mızın yüzüncü yaşı, Paskalya kutlamaları, dostlara kavuşmak ve yeni dostlarla tanışmak ve aile öykülerimizin benzerliği. Fotoğraf çekmek, birden yaz havasına girmek de unutulmamalı. Hele dostlukla paylaşılan o güzelim sofralar.
Nisan'ın son gecesi yola çıkarken İstanbul cezaya kalmış bir yatılı öğrenci gibiydi, güzel yaşanması gereken bir günden yolu kesilmiş. Lozan Mübadilleri Vakfı üyeleri, dostları iki otobüs dolusu sessizce geçtik sınırdan gün yeni doğarken. Lütfü Amca bizim otobüste olduğu için çok mutluyduk. Ve sabahın dört buçuğunda, tam bir yüzyıl önce doğduğunu, babasının Kuran'ının arkasına yazdığını söylerken yeni yaşının ilk fotoğraflarını çekmiştim bile.
Yol öylesine sakin ve dinlendiriciydi ki çok katlı yapılardan ve AVMlerden uzakta olmanın sessizliğini yaşamak çok iyi geldi. İyiki TOKİ yok gibi kara mizah esprileri yaptık aramızda. Kahvaltı molasında güzelim börekleri yedikten, kahvelerimizi içtikten sonra Selanik'e tüm enerjimizle yaklaşıyorduk.
Bizim otobüsümüzde bir bilgi pınarımız vardı. Sanat tarihinin en yetkin bilim insanlarından profesör Filiz Yenişehirlioğlu. Güler yüzü, olgunluğu ve hoşgörüsüyle hep yanımızdaydı. Selanik hakkında blgi verdi önce.
Langaza yakınında Beşik Gölü'nün yanından geçerken Sefer Bey baba toprağında babasının anılarını anlatırken güldürdü hepimizi. Babası "Vapurlar yüzerdi gölde" dermiş. Sefer Bey, "gerçekten mi?" Diye sorduğunda ise: "yüzse yüzerdi yani" diyerek yanıtlarmış. Bizler büyüklerimizden hep ayni özlemlerin düşleriyle dinlemedik mi zaten benzer öyküleri.
Selanik'de kaleye çıkıp şehrin panoramik fotoğraflarını çektik. Bu arada Kanal Artı1'de yayınlanacak gezi belgeseli için Nazım Alpman kameraman arkadaşıyla çekimlerimizi yapıyordu,biz barış içinde 1Mayıs marşını söylerken. Topların ilk kez Osmanlılar tarafından kullanıldığını, surların alınlıklarındaki yatay tuğlaların depreme dayanıklılığı arttırdığını da öğrendik bu arada Filiz Hanım'dan. Yedi Kule İstanbuldakinin benzeri. Türk mahallesi de sur içindeymiş.
Beyaz Kule sahilde Kanuni döneminde yapılmış. Önceleri zindan olarak kullanıldığından 'Kanlı Kule' olarak adlandırılmış. Sonraları beyaza boyanıp şehrin simgesi olmuş. Şehirde 1917'de Osmanlı Hükümet Konağı'nın alt tarafındaki Yahudi Mahallesi'nde büyük bir yangın olmuş. Daha sonra buraya hala çok iyi korunan yalılar ve köşkler yapılmış. Bugün hala 'Yalılar' semti olarak biliniyor. Eski Türk mezarlarının büyük kısmıysa bugünkü Fuar alanının altında kalmış. İzmir' anımsatan öyküler bunlar. Kordonboyu'nda çektiğim fotoğrafı İzmir'le karıştıran o kadar çok ki. Ata'mızın evine giderken, 1 Mayıs yürüyüşüne rast geldik. Belli bir güzergahda ve sadece bir kaç polis eşliğinde. O yüzdendir ki şehrin en güzel meydanının adı 'Özgürlük' ya da 'Aristoteles' olması kadim demokrasi kLtürünün yansıması. Hamidiye Bulvarı ve şadırvanı şehrin Osmanlı izlerini taşıyan yerlerinden.
Ata'mızın evi uzun süredir(!) onarımda. Biz özel izinle bahçeye girebildik geçen yıl olduğu gibi. Ancak nasıl bir onarımsa yapının tüm mimarisi değişip günümüzün binalarına döndürülmüş. Çift yönlü çıkışı olan dış merdivenlerin bir tarafı yok edilerek bütünlüğü bozulmuş...
Akşam yemeği daha önce de gittiğimiz bir tavernadaydı lütfü Amca'mızın doğumgününü kutlamak için sabırsızlanıyorduk. O yemeğn neşesi ve dostluğu unutulmaz. Şarkılar, türküler, halaylar, sirtakiler ve kahkahalar. Asırlık çınarımız hep mutlu ve sevgimizle hep ayaktaydı. Dönüşte hepimiz espriler ve kahkahalara devam ederken Sefer Bey'in ciddi ciddi rehberlik yapması, bize gecenin karanlığında önemli yapıları göstermek için uğraşması neşemizin dozunu daha da arttırdı doğrusu.
2 Mayıs sabahı Yanya'daydık. Gezimizin en anlamlı bölümündeydi sıra. Lütfü Amca doğduğu evde doğumgünü pastasını üfledi. Belediye Başkanı hem evde hem de Belediye Meclis Salonunda özel törenler düzenledi. Hem Vakfa hem de Lütfü Amca'ya madalya verildi. Ve yerel televizyon kanalında defalarca görüntüleri verildi. Lütfü Amcamız çok duyguluydu.
Öğleden sonra her mevsim ayrı güzel Yanya'nın gölündeki adaya gittik tekneyle. Filiz Hoca'mız Tepedelenli Ali Paşa'nın ibret alınacak öyküsünü anlattı evinin bahçesinde. Bir anlamda güce tapmanın trajik sonuydu Ali Paşa'nın yaşamının bitiş şekli, tarihteki pek çok benzeri gibi.
Biz gezgin ruhumuzu göle karşı Mythos biralarımızı içerek dinlendirdik. Akşam yemeğinde Uzolarımız bizi bekliyordu nasıl olsa. Unutmadan arada molalarda milli içkimizden de içtik.
Yanya 1830'da kurulan Yunan Krallığına karşın 1913 yılına dek Osmanlı egemenliğinde kalmış bir kent. Camileri hala ayakta. Esat ve Aslan Paşaların şehri uzun süre savunması hiç bir zaman unutulmayacak.
Gezimiz tarihin acı tatlı öyküleriyle dost sofraları arasında bir sıralamada geçiyor. Yanya'da Paskalya öncesi tüm lokantalar kapalı olsa da belediye başkanının isteğiyle tüm şehri kuşbakışı gören güzel bir restoranda masalarımız hazırdı. Bu arada şehrin eski ve dar sokaklarından geçerken kaptanımızın direksiyonunun ustalığını da alkışlamayı unutmadık.
Yemekte iki çok özel an yaşadık. Yaşamımda ilk kez 100 yazılı bir doğumgünü pastası gördüm. Mumları üfleyen armağanımız gömleği ve kırmızı süveterini giymiş o güzel insan Lütfü Amcamız doğduğu şehirde onu sevenleriyle birlikte olmanın duygularıyla dimdik ayaktaydı. Müziğe eşlik etti, dans etti ve hattavbir ara halayımıza bile katıldı. Gecenin sonlarına doğru Anastasya Papazoğlu ki yYanya'daki Kapadokyalılar Derneği'nin başkanıymış, babasının el yazısıyla yazdığı defterinden Anadolu Türküleri okudu bize o güzelim sesiyle. Suyun iki yanı bir arada öykülerin müziğiyle yüreklerimiz sıcacık, gözlerimiz hem güldü hem yaşardı aynı anda. Şanslıydık orada olduğumuz ve o unutulmaz anları paylaştığımız için.
Ertesi gün programımız Arta ile başladı. 17. Yüzyıl Osmanlı Dönemi köprüyü fotoğraflayıp kahvelerimizi içtik. Daha sonra Faik Paşa Camiine yürüdük portakal bahçelerinin arasından. Geçen yıl kapalı olan kapıyı bu kez açık bulunca birden ilahiler söylemeye başladı aramızdan üç kişi. Doksan yıl aradan sonra yankılanan müzik hepimizi büyüledi. Birden türkülerimizi söylerken bulduk kendimizi. Dernek başkanımız baş vokalist oldu ve koromuz eşlik etti. O yıkık ibadethane yıllardır özlediği seslere biz de ruhumuzun dinginliğine kavuştuk bir anda.
Dönüşte Yorgia Teyze bekliyordu bizi otobüsümüzün yanındki bahçeli ve bol çiçekli evinde. o bahçedeki çiçekler anneannemin çiçeklerinin aynıydı, kurabiyelerinin tadı da...
Preveze'ye tam öğle sıcağında girdik. Tatil nedeniyle herkes sokaklardaydı. 'Şeytan Pazar' öyküsünü dinledik, mermer oyma öyküyü incelerken. Zalim bir paşa her gün o sokaktan at üstünde geçer, yoluna kim çıkarsa kırbacı indirirmiş. Sonunda bu zulme dayanamayanlar yola sabun sürmüşler ve paşa da atından yuvarlanırken ''şeytan Pazar'' diye bağırmış ve ondan sonra o isim günümüze dek gelmiş.
Parga yolunda 'Nikopoli' ya da Roma imparatoru Octavius'un askerlerine zafer armağanı kentinin surları ve tiyatrosu çekiyor ilgimizi. Tarih ve doğa öyle güzel ki bir arada. Kıpkırmızı fırça çalıları, akasyalar, katır tırnakları, gelincikler bir renk cümbüşünde eşlik ediyor yol boyu.
Muhteşem Yüzyıl dizisiyle yakınlaştığımız Pargalı İbrahim Paşa'nın doğum yeri çok sevimli bir sahil kasabası. Kalesi, rengarenk evleri ve sahildeki balıkçı lokantaları , cafeleri ve plajıyla tam bir yaz şehri. Otobüsümüzden Ferruh Bey ve Selma Hanım bu yıl kızları Pınar'la ziyaret ediyorlar babaevlerini. Ve evlerinin doksan yıl önceki fotoğraflarını da bulunca çok duygulanıyorlar.
Tekne gezintileri, çarşı turu, deniz sefası,yemek ve tatlı sohbetler derken zaman geçiyor. Bir otobüs Parga'da akşam yemeği, diğeri Yanya'da Paskalya törenlerini izlemeyi yeğliyor. Biz Yanya'ya dönüyoruz çünkü geçen yıl tanışıp çok sevdiğimiz Christina ile buluşacağız. Christina Çok iyi konuştuğu üç yabancı dile Türkçe'yi de ekleyor son bir yıldır ve bir çok kişiden daha zengin sözcük dağarcığı var. İki ülkenin kültüründen ekonomisine değin sohbetimiz bitsin istemiyoruz. Yeni buluşmalar dileğiyle dönüyoruz otelimize.
Cumartesi sabahı ulu çınar ağaçları, karşısındaki karlı dağ zirveleriyle ve kahvelerin önünde oturup fotoğraflanmayı bekleyen pala bıyıklı, bastonlu yaşlılarıyla anımsadığımız dağ köyü Meçovo'dayız. sabah kahvemizi köy meydanındaki kahvede içerken yan masada, uzun siyah kadife bayramlık elbiseleriyle oturan ikiz gibi duran iki yaşlı hanımın fotoğraflarını çekiyoruz Bayram her yaşta güzel. Sonra ahşap işleri ve peynirleri ve ballarından aldık ve yola koyulduk.
Gezinin en büyüleyici bölgesi Kalambaka'da Meteora Manastırları'na uzun ve virajlı bir yoldan sonra ulaştık. mutlaka görülmesi gereken bu manastır ormanı kısacık bilgilendirmeyle değil ayrıntılı okunması gereken bir yer. Paskalya olduğu için çok kalabalıktı. Ancak bir manastırı gezsek de çektiğimiz fotoğraflarla günü ölümsüzleştirdik. Larissa'ya uğramadı otobüsümüz. Diğer otobüsün bir mektup bırakmaya uğradığını duyunca, Sefer Bey'e bizim de mektubumuz vardı deyince sessizliği doğrusu ya güldürdü hepimizi. Dedelerimin şehri Karaferye/ Veria'ya uzaktan el salladım bu kez. Ama bir sonraki programa alınması önerisine tüm otobüsten destek geldi.
Selanik'e dönüp yedi kişilik soframızda yemeğimizi yedik. Yan masamızda sevgili Serez ailesi vardı. sonra Selanik Ayasofya Kilisesi'nde Paskalya törenini izledik. Her yaştan inananlar ellerinde mumları ve yüzlerinde huzurlu bir i,fadeyle saygıyla katıldılar törenin her anına.
Pazar sabahı dönüşe geçtiğimizde beş günlük gezinin başında kendini tanıtan otobüs sakinleri artık tam bir hoşgörü ve dostlukla Nazım Alpman'ın önerisiyle bir kez daha duygularını paylaştılar.
Lütfü Amca'nın baş öğüdü: ''Başarabileceklerinize odaklanın, başaramadıklarınızın üzerinde durmayın ve her günün değerini bilin ve de bol bol gülün''
Nedret Hanım sağlık sorunlarına karşın sevgili dostu Nimet Hanım'la geziye katılmaktan öyle mutluydu ki göz yaşlarını tutamadı betimlerken duygularını.
Nimet Hanım tam bir kitap kurdu. Çeşme'de karşılaşmayı umuyorum.
Selma Hanım Fener'den gelmiş bir mübadille karşılaşmasını anlatırken ''Türk Bayrağı gördüğümde ağlıyorum'' deyişini unutamayacağım derken hepimizin aklına Türkiye'de son dönüşümler geldi şüphesiz. Bu arada bizim karşılaştığımız Kapadokya mübadili hanım ise Türk dizilerini izlemekten çok mutluydu pek çok kez duyduğumuz gibi.
Lale ise Yunanistan'da kendini çok rahat hissettiğinden, Selanik'in batılı bakış açısının Atatürk'ümüze de çağdaş fikirler verdiğini ve bizim de bu yolda daha çok çabalamamız gerektiğini belirtirken çok haklıydı.
Evet, Lale'nin sözlerini aktarırken otobüsümüzün arka tarafına geçmiş olduk. Her mekanda olduğu gibi ön koltuklar ağır uslu, arka tarafsa mizah ve kahkaha deposuydu. Ön koltuktan Seçkin Hanım da bizim taraftan etkilenip ''LMV 'yi sevenler derneğini kurmayı düşündüğünü ve gezilerimize bundan böyle katılmayı istediğini açıkladı. Neşe Hanım da ne güzel bir enerjisi vardı yol boyu. o da Edirne turu düzenleyecek bizim için.
Pınar ve Vahide kardeşlerin geziye katılma öyküleri de ilginç. Geziye ilkokul öğretmenlerinin önerisiyle katılmışlar. Otobüsümüzün en yaşlı hanımefendisi en uyumlularımızdan biriydi.
Mübeccel ve Ahmet Özkan çifti yan koltuklarda güler yüzleriyle çok sevdik onları da Ayrıca Lale'nin fakülte arkadaşı olarak buluşmaları çok hoş bir rastlantı oldu.
Coğrafya Öğretmeni Emel Hanım, torun sevgisi ve eşine cevap yetiştirmesiyle çok tatlıydı.
Ve Nesrin Hanım, '' gözlerinizi kapatın, yüz yıl sonra doğduğunuz evdesiniz ama vatanınızdan uzakta, ne hissedersiniz ?'' derken galiba bu yazının bitirişini de yaptı.
Çekilen acılar bir daha yaşanmasın ve barış ruhumuzda da olsun. Suyun öte yanına hep dostlukla gidelim ve gelenleri konukseverlikle ağırlayalım.
Bizim otobüsümüzde bir bilgi pınarımız vardı. Sanat tarihinin en yetkin bilim insanlarından profesör Filiz Yenişehirlioğlu. Güler yüzü, olgunluğu ve hoşgörüsüyle hep yanımızdaydı. Selanik hakkında blgi verdi önce.
Langaza yakınında Beşik Gölü'nün yanından geçerken Sefer Bey baba toprağında babasının anılarını anlatırken güldürdü hepimizi. Babası "Vapurlar yüzerdi gölde" dermiş. Sefer Bey, "gerçekten mi?" Diye sorduğunda ise: "yüzse yüzerdi yani" diyerek yanıtlarmış. Bizler büyüklerimizden hep ayni özlemlerin düşleriyle dinlemedik mi zaten benzer öyküleri.
Selanik'de kaleye çıkıp şehrin panoramik fotoğraflarını çektik. Bu arada Kanal Artı1'de yayınlanacak gezi belgeseli için Nazım Alpman kameraman arkadaşıyla çekimlerimizi yapıyordu,biz barış içinde 1Mayıs marşını söylerken. Topların ilk kez Osmanlılar tarafından kullanıldığını, surların alınlıklarındaki yatay tuğlaların depreme dayanıklılığı arttırdığını da öğrendik bu arada Filiz Hanım'dan. Yedi Kule İstanbuldakinin benzeri. Türk mahallesi de sur içindeymiş.
Beyaz Kule sahilde Kanuni döneminde yapılmış. Önceleri zindan olarak kullanıldığından 'Kanlı Kule' olarak adlandırılmış. Sonraları beyaza boyanıp şehrin simgesi olmuş. Şehirde 1917'de Osmanlı Hükümet Konağı'nın alt tarafındaki Yahudi Mahallesi'nde büyük bir yangın olmuş. Daha sonra buraya hala çok iyi korunan yalılar ve köşkler yapılmış. Bugün hala 'Yalılar' semti olarak biliniyor. Eski Türk mezarlarının büyük kısmıysa bugünkü Fuar alanının altında kalmış. İzmir' anımsatan öyküler bunlar. Kordonboyu'nda çektiğim fotoğrafı İzmir'le karıştıran o kadar çok ki. Ata'mızın evine giderken, 1 Mayıs yürüyüşüne rast geldik. Belli bir güzergahda ve sadece bir kaç polis eşliğinde. O yüzdendir ki şehrin en güzel meydanının adı 'Özgürlük' ya da 'Aristoteles' olması kadim demokrasi kLtürünün yansıması. Hamidiye Bulvarı ve şadırvanı şehrin Osmanlı izlerini taşıyan yerlerinden.
Ata'mızın evi uzun süredir(!) onarımda. Biz özel izinle bahçeye girebildik geçen yıl olduğu gibi. Ancak nasıl bir onarımsa yapının tüm mimarisi değişip günümüzün binalarına döndürülmüş. Çift yönlü çıkışı olan dış merdivenlerin bir tarafı yok edilerek bütünlüğü bozulmuş...
Akşam yemeği daha önce de gittiğimiz bir tavernadaydı lütfü Amca'mızın doğumgününü kutlamak için sabırsızlanıyorduk. O yemeğn neşesi ve dostluğu unutulmaz. Şarkılar, türküler, halaylar, sirtakiler ve kahkahalar. Asırlık çınarımız hep mutlu ve sevgimizle hep ayaktaydı. Dönüşte hepimiz espriler ve kahkahalara devam ederken Sefer Bey'in ciddi ciddi rehberlik yapması, bize gecenin karanlığında önemli yapıları göstermek için uğraşması neşemizin dozunu daha da arttırdı doğrusu.
2 Mayıs sabahı Yanya'daydık. Gezimizin en anlamlı bölümündeydi sıra. Lütfü Amca doğduğu evde doğumgünü pastasını üfledi. Belediye Başkanı hem evde hem de Belediye Meclis Salonunda özel törenler düzenledi. Hem Vakfa hem de Lütfü Amca'ya madalya verildi. Ve yerel televizyon kanalında defalarca görüntüleri verildi. Lütfü Amcamız çok duyguluydu.
Öğleden sonra her mevsim ayrı güzel Yanya'nın gölündeki adaya gittik tekneyle. Filiz Hoca'mız Tepedelenli Ali Paşa'nın ibret alınacak öyküsünü anlattı evinin bahçesinde. Bir anlamda güce tapmanın trajik sonuydu Ali Paşa'nın yaşamının bitiş şekli, tarihteki pek çok benzeri gibi.
Biz gezgin ruhumuzu göle karşı Mythos biralarımızı içerek dinlendirdik. Akşam yemeğinde Uzolarımız bizi bekliyordu nasıl olsa. Unutmadan arada molalarda milli içkimizden de içtik.
Yanya 1830'da kurulan Yunan Krallığına karşın 1913 yılına dek Osmanlı egemenliğinde kalmış bir kent. Camileri hala ayakta. Esat ve Aslan Paşaların şehri uzun süre savunması hiç bir zaman unutulmayacak.
Gezimiz tarihin acı tatlı öyküleriyle dost sofraları arasında bir sıralamada geçiyor. Yanya'da Paskalya öncesi tüm lokantalar kapalı olsa da belediye başkanının isteğiyle tüm şehri kuşbakışı gören güzel bir restoranda masalarımız hazırdı. Bu arada şehrin eski ve dar sokaklarından geçerken kaptanımızın direksiyonunun ustalığını da alkışlamayı unutmadık.
Yemekte iki çok özel an yaşadık. Yaşamımda ilk kez 100 yazılı bir doğumgünü pastası gördüm. Mumları üfleyen armağanımız gömleği ve kırmızı süveterini giymiş o güzel insan Lütfü Amcamız doğduğu şehirde onu sevenleriyle birlikte olmanın duygularıyla dimdik ayaktaydı. Müziğe eşlik etti, dans etti ve hattavbir ara halayımıza bile katıldı. Gecenin sonlarına doğru Anastasya Papazoğlu ki yYanya'daki Kapadokyalılar Derneği'nin başkanıymış, babasının el yazısıyla yazdığı defterinden Anadolu Türküleri okudu bize o güzelim sesiyle. Suyun iki yanı bir arada öykülerin müziğiyle yüreklerimiz sıcacık, gözlerimiz hem güldü hem yaşardı aynı anda. Şanslıydık orada olduğumuz ve o unutulmaz anları paylaştığımız için.
Ertesi gün programımız Arta ile başladı. 17. Yüzyıl Osmanlı Dönemi köprüyü fotoğraflayıp kahvelerimizi içtik. Daha sonra Faik Paşa Camiine yürüdük portakal bahçelerinin arasından. Geçen yıl kapalı olan kapıyı bu kez açık bulunca birden ilahiler söylemeye başladı aramızdan üç kişi. Doksan yıl aradan sonra yankılanan müzik hepimizi büyüledi. Birden türkülerimizi söylerken bulduk kendimizi. Dernek başkanımız baş vokalist oldu ve koromuz eşlik etti. O yıkık ibadethane yıllardır özlediği seslere biz de ruhumuzun dinginliğine kavuştuk bir anda.
Dönüşte Yorgia Teyze bekliyordu bizi otobüsümüzün yanındki bahçeli ve bol çiçekli evinde. o bahçedeki çiçekler anneannemin çiçeklerinin aynıydı, kurabiyelerinin tadı da...
Preveze'ye tam öğle sıcağında girdik. Tatil nedeniyle herkes sokaklardaydı. 'Şeytan Pazar' öyküsünü dinledik, mermer oyma öyküyü incelerken. Zalim bir paşa her gün o sokaktan at üstünde geçer, yoluna kim çıkarsa kırbacı indirirmiş. Sonunda bu zulme dayanamayanlar yola sabun sürmüşler ve paşa da atından yuvarlanırken ''şeytan Pazar'' diye bağırmış ve ondan sonra o isim günümüze dek gelmiş.
Parga yolunda 'Nikopoli' ya da Roma imparatoru Octavius'un askerlerine zafer armağanı kentinin surları ve tiyatrosu çekiyor ilgimizi. Tarih ve doğa öyle güzel ki bir arada. Kıpkırmızı fırça çalıları, akasyalar, katır tırnakları, gelincikler bir renk cümbüşünde eşlik ediyor yol boyu.
Muhteşem Yüzyıl dizisiyle yakınlaştığımız Pargalı İbrahim Paşa'nın doğum yeri çok sevimli bir sahil kasabası. Kalesi, rengarenk evleri ve sahildeki balıkçı lokantaları , cafeleri ve plajıyla tam bir yaz şehri. Otobüsümüzden Ferruh Bey ve Selma Hanım bu yıl kızları Pınar'la ziyaret ediyorlar babaevlerini. Ve evlerinin doksan yıl önceki fotoğraflarını da bulunca çok duygulanıyorlar.
Tekne gezintileri, çarşı turu, deniz sefası,yemek ve tatlı sohbetler derken zaman geçiyor. Bir otobüs Parga'da akşam yemeği, diğeri Yanya'da Paskalya törenlerini izlemeyi yeğliyor. Biz Yanya'ya dönüyoruz çünkü geçen yıl tanışıp çok sevdiğimiz Christina ile buluşacağız. Christina Çok iyi konuştuğu üç yabancı dile Türkçe'yi de ekleyor son bir yıldır ve bir çok kişiden daha zengin sözcük dağarcığı var. İki ülkenin kültüründen ekonomisine değin sohbetimiz bitsin istemiyoruz. Yeni buluşmalar dileğiyle dönüyoruz otelimize.
Cumartesi sabahı ulu çınar ağaçları, karşısındaki karlı dağ zirveleriyle ve kahvelerin önünde oturup fotoğraflanmayı bekleyen pala bıyıklı, bastonlu yaşlılarıyla anımsadığımız dağ köyü Meçovo'dayız. sabah kahvemizi köy meydanındaki kahvede içerken yan masada, uzun siyah kadife bayramlık elbiseleriyle oturan ikiz gibi duran iki yaşlı hanımın fotoğraflarını çekiyoruz Bayram her yaşta güzel. Sonra ahşap işleri ve peynirleri ve ballarından aldık ve yola koyulduk.
Gezinin en büyüleyici bölgesi Kalambaka'da Meteora Manastırları'na uzun ve virajlı bir yoldan sonra ulaştık. mutlaka görülmesi gereken bu manastır ormanı kısacık bilgilendirmeyle değil ayrıntılı okunması gereken bir yer. Paskalya olduğu için çok kalabalıktı. Ancak bir manastırı gezsek de çektiğimiz fotoğraflarla günü ölümsüzleştirdik. Larissa'ya uğramadı otobüsümüz. Diğer otobüsün bir mektup bırakmaya uğradığını duyunca, Sefer Bey'e bizim de mektubumuz vardı deyince sessizliği doğrusu ya güldürdü hepimizi. Dedelerimin şehri Karaferye/ Veria'ya uzaktan el salladım bu kez. Ama bir sonraki programa alınması önerisine tüm otobüsten destek geldi.
Selanik'e dönüp yedi kişilik soframızda yemeğimizi yedik. Yan masamızda sevgili Serez ailesi vardı. sonra Selanik Ayasofya Kilisesi'nde Paskalya törenini izledik. Her yaştan inananlar ellerinde mumları ve yüzlerinde huzurlu bir i,fadeyle saygıyla katıldılar törenin her anına.
Pazar sabahı dönüşe geçtiğimizde beş günlük gezinin başında kendini tanıtan otobüs sakinleri artık tam bir hoşgörü ve dostlukla Nazım Alpman'ın önerisiyle bir kez daha duygularını paylaştılar.
Lütfü Amca'nın baş öğüdü: ''Başarabileceklerinize odaklanın, başaramadıklarınızın üzerinde durmayın ve her günün değerini bilin ve de bol bol gülün''
Nedret Hanım sağlık sorunlarına karşın sevgili dostu Nimet Hanım'la geziye katılmaktan öyle mutluydu ki göz yaşlarını tutamadı betimlerken duygularını.
Nimet Hanım tam bir kitap kurdu. Çeşme'de karşılaşmayı umuyorum.
Selma Hanım Fener'den gelmiş bir mübadille karşılaşmasını anlatırken ''Türk Bayrağı gördüğümde ağlıyorum'' deyişini unutamayacağım derken hepimizin aklına Türkiye'de son dönüşümler geldi şüphesiz. Bu arada bizim karşılaştığımız Kapadokya mübadili hanım ise Türk dizilerini izlemekten çok mutluydu pek çok kez duyduğumuz gibi.
Lale ise Yunanistan'da kendini çok rahat hissettiğinden, Selanik'in batılı bakış açısının Atatürk'ümüze de çağdaş fikirler verdiğini ve bizim de bu yolda daha çok çabalamamız gerektiğini belirtirken çok haklıydı.
Evet, Lale'nin sözlerini aktarırken otobüsümüzün arka tarafına geçmiş olduk. Her mekanda olduğu gibi ön koltuklar ağır uslu, arka tarafsa mizah ve kahkaha deposuydu. Ön koltuktan Seçkin Hanım da bizim taraftan etkilenip ''LMV 'yi sevenler derneğini kurmayı düşündüğünü ve gezilerimize bundan böyle katılmayı istediğini açıkladı. Neşe Hanım da ne güzel bir enerjisi vardı yol boyu. o da Edirne turu düzenleyecek bizim için.
Pınar ve Vahide kardeşlerin geziye katılma öyküleri de ilginç. Geziye ilkokul öğretmenlerinin önerisiyle katılmışlar. Otobüsümüzün en yaşlı hanımefendisi en uyumlularımızdan biriydi.
Mübeccel ve Ahmet Özkan çifti yan koltuklarda güler yüzleriyle çok sevdik onları da Ayrıca Lale'nin fakülte arkadaşı olarak buluşmaları çok hoş bir rastlantı oldu.
Coğrafya Öğretmeni Emel Hanım, torun sevgisi ve eşine cevap yetiştirmesiyle çok tatlıydı.
Ve Nesrin Hanım, '' gözlerinizi kapatın, yüz yıl sonra doğduğunuz evdesiniz ama vatanınızdan uzakta, ne hissedersiniz ?'' derken galiba bu yazının bitirişini de yaptı.
Çekilen acılar bir daha yaşanmasın ve barış ruhumuzda da olsun. Suyun öte yanına hep dostlukla gidelim ve gelenleri konukseverlikle ağırlayalım.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)