19 Şubat 2014 Çarşamba

GÜNEŞ VE SİS

İstanbul'da olmak yaşamda havuz problemi çözmeye benzer oldu son yıllarda. Kültür, sanatla dolarken ruhunuz, çevreye bakıp okuduklarınızla boşaltıyorsunuz tüm beslendiğiniz duygularınızı, ya da tam karşıtı; yüreğinizin karartısı kaplarken sizi, sanat etkinlikleriyle hafifliyorsunuz. Sakın kötümser bir yazı diye düşünmeyin. Çünkü sevdiklerimi paylaşmak istiyorum temelde. Arada biraz koyu renkler karışırsa gönülden çektiğim  fotoğrafın ışığına verin siz onu.  

Bir aylık İstanbul özlemimi Boğaz yürüyüşüyle ve mevsime hiç uymayan parlak güneş ışığıyla giderdim önce. Bebek Parkı'nda korunmaya alınmış ağaç, bir an nerede olduğumu unutturdu. İnsanını korumayan bir ülke vatandaşı değil de uygar ve çevreci bir ülkede yaşıyormuşum sandım. Az ilerleyince kıyıya yanaştırdığı sandalında çay ocağı kurmuş yaşlı adamı ve pasarella yerine kullandığı kalas üzerinde çayı taşıyan ikinci elemanı görünce kendime geldim. Böyle pratik yaratıcılıklar genelde bizde olur diye. Taşınabilir ve katlanır sandalyeler ,minik masalar ve hatta üzerlerinde mevsim çiçekli saksıları; alın size tipik bir çay bahçesi. Yalnız dalga güçlenince servisin kesildiğini unutmamak gerek.               

Boğazın karşı yakasından haber vereyim biraz da. Kadıköy tarafı daha bir benzerdi İzmir'e sakinliğiyle. Ama dün çok şaşırdım ve üzüldüm. Trafik tam bir keşmekeş damperli inşaat yükü taşıyan kamyonların kuşatması yüzünden, o güzelim ağaçlı, bahçeli ve az katlı apartmanlarla dolu sokaklar günümüzün dönüşüm projeleriyle birden 14-15 katlı bloklarla dolmuş. Kısacası Kadıköy'ün o ferah nefesi kesilmiş büyük oranda. Eskiden her geçişimde duyumsadığım dinginlik sisler içinde yok olup gitmiş aynı dün akşamdan beri tüm İstanbul'a çöken sis gibi. 

Sis deyince Tevfik Fikret'in ölümsüz şiiri geliyor usuma. Tam 112 yıl önce yazılan şiir günümüz İstanbul'una da uyuyor özellikle her gün biraz daha bozulan siluetiyle. Bugün uçaktan çekilen sisli kent görüntüleri bana bilim kurgu filmlerinin  nükleer savaş sonrası görüntülerini anımsattı, gelişigüzel her köşeye serpiştirdikleri gök kazıyanlar yüzünden. Rasyonel düşünürsek, bunca iç göç ve artan nüfus yüzünden ve gelişen teknolojiyle çok katlı yapılara gereksinim var. Ancak şehrin karakterini bozmadan yeni imar bölgeleri varken bu hırs, bu yağma neden? 

Bu yazı Tevfik Fikret'i anmaya dönüştü. Haydi bakalım, sıra geldi 'Han-ı Yağma' şiirine. 

Eh, böyle anmalarla idare edeceğiz artık. Nur topu gibi, çeşitli nurların içinden gelen, yüce(!) meclisimizin tekme tokat, küfür sever, eleştiriye gelmez bağzı üyelerinin çabucak geçirip sonra da en tepeden yeni tür şartlı onaylanıp geçen ve neyse ki kadim ana muhalefet partimizin daha önceden itiraz hakkını en yüce mahkemeye yolladığı yeni bir Internet yasamız var. 

Yine kararttım renkleri ne yazık ki. Ne yapalım görmezden gelmek olanaksız yaşadıkça yok edilenleri. Biraz dost sofralarından yazalım da yazının lezzeti artsın. 

Şule'ye bir kez daha teşekkür ediyorum, o güzel yemekleri için, sunumu için, dostluğu için. Sakın diğer sevgili dostlarım alınmasın ama Yanya usulü enginar bir başka güzeldi ve de pırasalı, naneli pilav da öyle. Beyaz soğanın suda pişmesi mi püf noktası bilemem, öğrendim, uygulayacağım onu bilirim.
Sonra bir de 41 yıllık arkadaşım, Sevgi'ciğimde içilen çay, üstüne İşsanat'da dinlenen mükemmel Mozart yorumları... 
Bir yudum nefes...    





  

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder