1 Aralık 2015 Salı

ANILAR DOSTLUKLAR VE BİZ HEP BİRLİKTEYİZ

Benim için anlamı çok farklı  geziyi anlatmaya çalışacağım bugün. Biliyorum yüreklerimiz kararıyor günden güne... Belki de onun için dostluk ve müziğin paylaşıldığı sözcükleri paylaşmak çok daha önemli. Karaferye'ye  ya da bugünkü adıyla Veria'ya, aile büyüklerimin doğup büyüdüğü, kuşaklar boyu anıların saklı kaldığı ve 'Mübadele' ile ayrıldıkları topraklarda ilk kez koromuzla müziği ve dostluğu paylaştık 20-22 Kasım 2015 arası. Yine, yeniden unutulmazları ekledik belleklerimize ve yüreklerimize.  

Sisli bir İstanbul sabahında erkenden çıktık yola. Bu kez tek bir otobüste koromuz ve konuklarımız hep birlikteydik. Koromuzun üyelerinin yarısı işleri nedeniyle katılamamışlardı bu yolculuğa. Ve bilge çınarımız Lütfü Amcamız da yoktu yanımızda. Teyzem, kardeşim ve kuzenim, diğer Karaferyeli konuklarımız güç verdiler bize gelemeyenlerin eksikliğini hissetmememiz için. Sevgili Ayla Ablam da Lütfü Amcamızın koltuklarından birinde onun gibi, varlığıyla bize enerji vererek oturdu yol boyu.   Hemen yanında diğer tarafta da vakfımızın en büyük emekçileri Sulamız ve Sefer Beyimiz.

En arka koltuklar sevgili şefimiz ve müzisyenlerimize ayrılmıştı. Tam on bir saatte ulaşabildik Giannitsa/Yenice-Vardar'daki otelimiz Pella'ya. Çabucak hazırlanıp Gazi Evrenos Bey Türbesi'ndeki 'Mübadil Aile Öyküleri' sergimizin açılışı ve mini konserimize katılmak üzere bir kez daha otobüslerimize bindik. Bir polisin eskortluğunda ulaştık türbeye. Teyzemin otobüste dağıtmak üzere getirdiği çikolataları da eskort polisimizi sevindirdi doğrusu. Böylece ''Kime niyet, kime kısmet'' deyişinin doğruluğu da bir kez daha kanıtlandı.  

Tarihsel açıdan böyle değerli bir yerde aile öykümü bir kez daha görmek ve bu kez aile bireylerimle paylaşmak  o kadar güzeldi ki... Açılışta Yunanistan sanayi bakan yardımcısı ve başkonsolosumuz konuşma yaptılar. Sefer Bey, bu tür restorasyonların ortak belleğimize sağladığı katkının önemini vurguladı ve desteklerin artmasını diledi. Sula da her zamanki gibi akıcı çevirisiyle açılışın anlamını güçlendirdi.   

Açılış sonrası, şefimiz Garip Meriç Mansuroğlu, müzisyenlerimiz Dr. Erdal Oltulu, Emin Çetin, Dilek Orhan ve Görkem Şişko ve on beş kişilik koromuz mini bir konser verdik açık ve soğuk havada. Ayakta çalan sevgili müzisyenlerimizin işi hiç de kolay değildi doğrusu ama şarkılarımıza eşlik edenlerin alkışları her şeyi unutturdu.

Akşam yemeği, Giannitsa belediye başkanınca düzenlenmişti. İki ulusun dostluğuna müzisyenlerimizin katkısı büyük oldu. Hep birlikte ortak şarkılarımız,halaylarımız ve Yasemin'in dördüncü doğum günü  pastası ki Sophia'nın annesi tarafından çok güzel yapılmıştı üflendi ve sevgili arkadaşımızın tam gönlüne göre memlekette de kutlandı.

Ertesi sabah, kültür turumuza başladık. Gazi Evrenos Bey Türbesi'ni, saat kulesini gün ışığında görüp Pella antik kentini ve hemen yanındaki Arkeoloji Müzesi'ni ziyaret ettik. Avrupa Birliği'nin desteğiyle açılan müze, İsa'dan önce 4. yüzyıla dayanan ve Makedonya'nın ilk krallığı olması nedeniyle çok önem taşıyan buluntularıyla hepimizin ilgisini çekti. Müze dört farklı temada yerleştirilmişti. Birinci tema, Pella'nın ilk yerleşim evlerinin yeniden canlandırılmış günlük yaşam örnekleri ve özgün mozaikleri üzerineydi. İkincisi Agora ve ona dayalı buluntular, üçüncüsü kutsal yapılar ve mozaikleri ve son tema da Bronz ve Demir çağlarından Hellenistik döneme dek uzanan mezar kalıtlarıydı. Gerçekten gezilip görülmeye ve daha çok zaman geçirmeye değerdi.        

İkinci durağımız Vergina'da Büyük İskender'in babası II. Philip'in kraliyet hazinesi ve tümülüsüydü. Akıl almaz hazinenin yer aldığı bölümler ve mezarın aydınlatılmasında renklerin işlevi göz önünde tutulmuştu. Ölümle ilgili herşey grinin gölgesinde kalırken, elde edilen hazineler için dökülen kanları anımsatmak için kırmızı kullanılmış, yaşamla ilgili objelerdeyse, güneşin parlak renkleri yansıtılmış. Her ne kadar  fotoğraf ve kamera kullanımı yasaksa da genlerimiz olmayacak yerde yasa tanımaz olduğundan hemen hepimizde cep telefonları marifetiyle bir kaç poz bulunmaktadır..! 

Müzelerde renkler işlevsel olsa da doğa bize tüm cömertliğiyle güz renklerini ve çiçeklerini sunuyordu bahçelerde ve yollarda.
Narlar ve tazecik cevizler de önce gönlümüzü sonra midelerimizi  şenlendirdiler. Burada yazmadan geçemeyeceğim bir küçük anımız da var. Müze yolundaki ceviz satıcısı yaşlı adam, Muzaffer arkadaşımız sayesinde stoğundaki tüm cevizleri sattı, ben de fiyat öğrenme konusunda ilk basamak Yunancamla yardımcı oldum:))) Yunanca kursundaki beş haftadan sonra çıktığım ilk geziydi bu. Tüm  levhaları yeni öğrenen çocukların merakıyla okuyup Yunanlı dostları kendi dillerinde selamlamak ve teşekkür etmek, gülümseyen yüzlerle karşılık almak çok hoştu.         

Koronun en deneyimli üyelerinin dostları hep yanımızdaydılar. Üstte de yazdığım gibi doğum günü pastalarından, Muratis'in bizim için hazırladığı özel sepetlere, Yorgo'nun sunduğu Veria'nın tarihini yansıtan ahşap objelere dek dostluk yansıdı tüm armağanlarda. Bizden de onlara doğal olarak.

Evet, sonunda Karaferye'deyiz. Babaannemin anılarından dinlediğim, kocaman kürklü deri sandığın çocukluğumdaki gizeminin yola çıktığı memleket. Yine güzel, üçüncü ziyaretimde. Yine biraz Tire, biraz Bursa sanki. Çermen Mahallesi'nin sakinlerinin çocukları, torunları geziyoruz hep birlikte, büyüklerimizin ruhlarına gitmesini dileyerek. Teyzem ve kuzenim Gonca ikinci kuşak mübadiller olarak ilk kez görüyorlar baba şehrini. Bol bol fotoğraf çekiyoruz eski mahallede. Hep birlikte yenen yemekten sonra biz dördümüz Barbuta Deresi'nin üzerine kurulmuş ve korumaya alınmış  o zamanın Karaferye'sinde yoğun nüfusa sahip Yahudi mahallesini görmeye karar veriyoruz. İyi ki gitmişiz. Derenin çağlayan suları, yaprakların güzelim renkleri ve eski evler, içtiğimiz kahve nasıl da iyi geliyor konser öncesi.

Dönüşte yine taksiyle buluşma yerimize ulaşıyoruz. Babacığımın çok sevdiği, anneciğimin  de çok güzel yaptığı, bizim yoğurt tatlımıza benzeyen revanilerinden yiyoruz bu kez. Yanımızda adaşım  sevgili koristimiz de var, Fontana Cafe'de. Biz dışardayız, iç kısımda da diğer Verialılar Erol abimiz başkanlığında tatlı ve sahlep severler olarak yerlerini almışlar. Eh, bu kadar keyif yeter. Artık konserimize hazırlanmak gerek. 

Konser vereceğimiz salonun girişinde tanıdık yüzler karşılıyor bizi. Daha önce birlikte konserler verdiğimiz Veria Küçük Asyalılar Derneği ve Neos Milotopos Kapadokyalılar Derneği'nin koro üyeleriyle sarılıp kucaklaşıyoruz. Prova sonrası dinlenip sohbet ediyoruz. 

Bu konser diğerlerinden farklı olarak  tüm biletleri özürlü çocuklar derneği yararına satılmış bir dinleti. Biz de katkıda bulunduğumuz için sevinçliyiz. Ayrıca Çatalca ve Edessa konserlerimizde, karşılıklı olarak ilk kez ata vatanlarını ziyaret eden mübadillerimizin ziyaret öncesi ve sonrası anılarını anlattıkları,  Sula Aslanoğlu, Tanaş Çimbis Sefer Güvenç ve ailesinin, Esat Ergelen koordinatörlüğünde başkanımız Ümit İşler, müze görevlimiz Müge Ürpek Toker ve hep yanımızda olan Necmettin Güvenç'in görüşmeleri yaptıkları, büyük emekle kısa sürede hazırlanan öykülere benim de son okumada destek olmaktan kıvanç duyduğum, duygu yüklü anıların yer aldığı, ''Onlar İki Kere Yabancıydılar'' sergisinin ve kitabının ilk açılışı ve tanıtımı girişte yer alıyor.   

Konserimiz çok coşkulu geçti. Biz, diğer iki koronun aksine sahnede bitimsiz enerjisini dinleyiciye de yansıtan sevgili şefimiz, dört değerli müzisyenimizle yalnızca 20 kişiydik görüntüde. Yüreklerimize gelemeyen arkadaşlarımızın coşkusu da katılınca çok kalabalık olduk yine. Son üç şarkımızı üç koro hep birlikte kol kola, omuz omuza söyledik barış için, barış uğruna can verenler için, barış isteyen düşleyen herkes için...    

Dönüşteyiz. Konser sonrası gittiğimiz tavernanın şarkıları ve şarkıcıları, danslarımızın neşesiyle az uykuyla geçen geceye karşın yüzlerimiz gülüyor. Teyzem, Gülruş'umuzun müzik anılarıyla sekiz yıl sonra ilk kez bu kadar yüzleşti. Selanik  Türküsü'nü  canımız Gülruş'umuz söylermiş gibi dinlerken gözleri buğuluydu. Ama Dilek ve Garip'in de teyzesi olmaktan çok mutluydu.  Çocukluğunun Tire'sini anımsadı hep Yunanistan'ın sakin ve yeşili bol yollarında. Kuzenim Gonca,  Osman Amcacığımın dört yaşındaki mübadil yolculuğunu yüreğinde yaşadı, Erdal Bey'in tüm uğraşına karşın şarkı söylemese de kahkahaları eksilmedi. Biricik kardeşimle üç güzel günü paylaşmanın sevincindeyiz.

Selanik ziyaretimiz çok kısa olsa da Atamızın evini ziyaret edip Selanik'in dalgalı kordonboyunu, Beyaz Kule'sini de gördük bir kez daha. Füsun, Yasemin ve Belgin üçlümüzü bıraktık Selanik'de uçakla dönecekleri için. Bizim için biraz daha gezerler. 

Güzel şehir Kavala'da öğle yemeğimiz daha önceki gelişlerimizin anılarıyla daha bir lezzetlendi. Kurabiyelerimiz alındı. Malkara molamız verildi. Geleneksel peynir ve tost, çay seremonisi gerçekleştirildi. Hatta 'O Ses Kavala' doğaçlama performansı Erdal Bey'in solo isteğiyle ustalıkla gerçekleştirildi. 'Müzisyenlerin Çekirdek Çitlemesi' kısa filmi sayısız provadan sonra çekilip arşivimizdeki yerini aldı. Kulaklarım üflemelere karşın hala sağlam gibi ve İstanbul'un yeni korkutucu siluetinden geçerek gece yarısı ikide evdeyiz. 

YENİ GEZİLERİMİZE, KONSERLERİMİZE YÜREKLERİ BARIŞ, DOSTLUK, MÜZİK VE İNSANCA YAŞAM İÇİN  ATAN HERKESİ BEKLİYORUZ UMUTLARIMIZI EKSİLTMEDEN...






  

24 Temmuz 2015 Cuma

LOZAN ANTLAŞMASININ YIL DÖNÜMÜNDE LMV BARIŞ KOROSU

Lozan Barış Antlaşması'nın 92. yıldönümüydü bugün. T.B.M.M. Hükümeti'nin Türkiye Cumhuriyeti kurulmadan önce imzaladığı bu belge her geçen an daha fazla saygınlığını arttırıyor. Bugün ülkemizin geldiği durum ve savaş günlerinin resmileştirildiği   zamanları yaşadıkça, her yaştan insanımızın korkunç bir şekilde kurban edildiğine tanık oldukça, sevgiye saygının kalmadığı, tümüyle maddesel bir dünyada yaşadıkça dayanmamız zorlaşıyor.

İşte bu kara günlerde yüreğinizi dostluk ve barış duygularıyla biraz olsun ferahlatmak istediğim için bir koroyu anlatacağım sizlere. LOZAN MÜBADİLLERİ VAKFI KOROSU  ya da kısaca LMV Korosu.

Birinci kuşaktan son dördüncü kuşağa kadar tüm mübadiller için 30 Ocak 1923 tarihi önemlidir çünkü o gün dünyanın ilk ve son olmasını dilediğimiz resmi mübadele antlaşması imzalanmıştır. Her yıl  o gün denize kırmızı karanfiller bırakılır vakfımızca Tuzla'da, tüm yitirdiklerimizin anısına... Tuzla, Çeşme, Samsun başlıca limanlardır mübadilleri taşıyan gemilerin yanaştığı ve karantinada bekletildikleri... 

Büyük 1999 Marmara ve Atina depremlerinin yaşandığı günlerden ve iki savaşan ulusun o zor günlerde karşılıklı yardımlaşmasından sonra eyleme geçen bir avuç gönüllünün iki yıllık uğraşlarının sonucu kurulur LMV. Bu yazıyı okuyabilen herkes o uzun yürüyüşün adımlarını, tüm projelerini, yayınlarını, mübadele müzemizi, atavatana yapılan  yolculukları ve ataların bıraktığı izlerde paylaşılan duyguları vakfımızın ve derneğimizin sayfalarında okuyabilir. 

Gelelim benim vakıfla ve dernekle ve son bir yıla yakın süredir koromuzla olan yolculuğuma: Çocukluğumda babaannemden dinlediğim anılar, mübadele türküleri, memleketten getirilip özenle saklanan bir kaç eşya, fotoğraf ve o çok büyük kürk ve deri kaplı sandığın gizindeydi aslında her şey. 2001 yılında sevgili arkadaşım Mürüvet'le Karaferye ya da bugünkü adıyla Veria'ya  yaptığımız ilk yolculuk hep daha çok öğrenme ve benzer öyküleri paylaşma isteğimi pekiştirdi.

İnternet'te 'Lozan Mübadilleri' diye ilk kez arama yaptığımda vakfın ve derneğin varlığından haberdar oldum. O yıllarda çok yoğun çalıştığım için tek yapabildiğim; kitap fuarlarında vakfımızın standına uğrayıp, güler yüzle karşılanıp, kitap almakta kaldı. Bir de açılan mübadele sergilerini gezdim. Emekli olduktan sonra  ve hele babacığımı sonsuzluğa uğurladıktan sonra Çatalca Mübadele Müzesi'nin açılışına gittik anneciğimle. Orada vakfın mottosu olan '' ÇEKİLEN ACILAR BİR DAHA YAŞANMASIN'' sözcüklerinin daha bir derinden ayırdına vardım, gördüğüm öyküsü olan her bir bağışlanan eşyanın önünde ve koromuzdan ilk kez dinlediğim şarkılar ve türkülerde.

Bir kaç ay sonra kardeşim ve kuzenimle derneğimizin düzenlediği 'mübadil buluşmaları' gezilerinden ilkine katıldım ve orada benzer öyküleri olan ve bugün de yaşamımda çok önemli yerleri süren ilk mübadil dostlarımla tanıştım. Karaferye bu kez çok daha anlamlı bir iz bıraktı bende. İlk gezimde babaannem ve dedem için aldığım memleket toprağını bu kez babacığım içn taşıdım.

Bu ilk buluşma sonbahardaydı. Nisan sonunda GSÜ'deki kurslarda verdiğim dönem dersleri bitmiş ve bu kez vakıfça Yanya'ya düzenlenen gezinin haberini almıştım.Artık derneğimizin üyesiydim. Bu kez tek başıma çıktığım gezide vakfımızın ve koromuzun bilge çınarı Lütfü Karadağ ve ailesi vardı çünkü Lütfü Amcamız 99. yaşını bitiriyordu. Unutulmaz anılarla geçen bu yolculuk yaşamımda yeni bir bakış açısı ve yepyeni görünen ama kırk yıllıkmış gibi gelen dostlar kazandırdı. 

Artık alışkanlık haline gelmişti Lütfü Amca'mızın doğum günlerine Yanya'da konuk olmak. Ertesi yılki gezide Lütfü Amca'nın kendi kızlarının yanında korodaki kızlarıyla da tanıştım. O yolculukta karar vermiştim. Bir gün ben de Lütfü Amca'yla koroda birlikte şarkılarımızı, türkülerimizi söyleyeceğim ve sanki yitirdiğim tüm aile üyelerime sesleneceğim.

Bunun için geçen yılki Yanya gezimizde koro başkanımız ve  Lütfü Amca'mızın diğer iki koro kızıyla adeta bir ön protokol imzalayıp ilk izinleri aldım ve geçen sonbaharda provalara başladım.

Vakfımızın giriş bölümü dışındaki tek oda/salonu, Sefer Bey'in ofisi, seminer yeri, Yunanca dersliği ve Salı akşamları da koro prova odası olan o mekan bana müzikle birlikte paylaşılan dostluğun ve sevginin ne denli yoğun olduğunu anlattı. 

2005 yılında kurulan koromuzun ilk günlerinden bugüne dek katılanları olduğu gibi genç ve sanatının pırıltısını her an yansıtan sevgili şefimiz ve genç arkadaşlarımız o güzelim sesleriyle can oldular dünyama.  

Ve değerli müzisyen arkadaşlarım: Akordiyonist doktorumuz Erdal Oltulu, Udi sanatçımız Emin Çetin, ritmde Görkem Şişko ve çiçeğimiz , kemancımız Dilek Orhan. Onların fedakarca çalışmaları ve işlerini, izinlerini ayarlayarak bize eşlik etmeleri, kısıtlı ses sistemleriyle mücadeleleri... Çok şanslıyız hep birlikte takım çalışmasına inandığımız için.

  
İlk kez Çatalca konserinde, lise yıllarımın beş yöreden halk oyunları oynadığımız günlerinden 40 yıllık bir süre geçtikten sonra mikrofon ve müzik sistemi eksikliğini içten katılımımız ve şefimizin bizlere de yansıttığı enerjisiyle ortaya çıkan coşkumuzla, sahnede olmanın heyecanını ve Yunanistan'dan gelen koroyla ortak şarkı söylemenin unutulmaz  duygulanımını yaşadım. Ve o günden sonra Yunanistan'a yapılan dört ayrı yolculuk, Sulamız'ın, Sefer Bey'in ve Esat Kardeşimin tüm emekleri sonucunda verilen altı konser, her konser öncesi açılan '' Mübadele Öyküleri sergimizde aile öykümüzün önünde çekilen fotoğraflar ve en önemlisi konser sonunda Türk ve Yunan koroları olarak birlikte söylediğimiz ortak şarkılar, izleyicilerin unutulmaz alkışları, bizler söylerken iki halkın elele, omuz omuza dansları, konserler sonrası hep birlikte yenen yemekler için kurulan güneş sofraları; kısacası barışın tablosu... 

Barış için uğraş veren vakfımızın, derneğimizin ve koromuzun bir üyesi olarak kuruluşundan bugüne dek yoğun bilgi ve emek veren tanımaktan onur duyduğum  dostlarımın adını anmadan geçemem. Unuttuklarım varsa affola: Başta Lütfü Karadağ ve ailesi, yitirdiğimiz Atilla Karaelmas, başkanımız Ümit İşler, her an çalışan genel sekreterimiz Sefer Güvenç, Çimen Turan, Müfide Pekin, Filiz Yenişehirlioğlu, Esat Ergelen, Sula Aslanoğlu, Tanaş Cimbis, Şule Kılıç, Nüshet Ak, Çetin Özer, Oğuz Altay, İskender Özsoy,, Sadrettin Soylu koro başkanımız Nevin Uzsoy, Füsun Coşkuner, Yasemin Ağaoğlu, Nalan Moray, Mehveş Sorkun  koro şefimiz Garip Mansuroğlu ve  tüm sevgili koro arkadaşlarım emekleriniz hiç unutulmasın.  

Bunca sözün özü: Kurtuluş ve kuruluş için verilen bir savaşın çocukları, torunları olarak barışın önemini, savaşın kötülüğünü bizler çok iyi biliyoruz ve savaş karşıtlığımızı savaş verilen tarafın çocukları ve torunlarıyla şarkı söyleyerek, her iki tarafın da çok acı yaşadığının bilincinde olarak müzikle büyütüyoruz... 

UMUDUMUZ ŞARKILAR HEP BİRLİKTE VE HEP BARIŞ İÇİN SÖYLENSİN...









            

9 Haziran 2015 Salı

ANNEANNEMİ ANNEANNESİNİ ÖZLEYENLER İÇİN YAZDIM

Daha umutlu günlere başlarken en güzel çocukluk anılarımın pek çoğunu paylaştığım sevgili anneannemi anlatmak istedim bu sabah. İİk torun sevgisini benimle tadan ve kendi çocukluk anılarını tüm canlılığıyla anlatan Karadenizli ve evlenene dek yaşadığı Giresun'un bol yağmurlu yeşilinin bazen boğucu olduğunu anlatan anneanneciğim.

Babaannem, Şükrü ve Rauf  dedem hep mübadeleyle geldikleri için Anadolu doğumlu yalnızca anneannemdir aile ağacında. Daha sonra Mualla yengem anlatınca öğrendim ki anneannemin dedeleri de Batı Trakya'dan göç ederler, '93 Harbi' diye de bilinen Osmanlı-Rus Savaşı sonrasında Antalya'ya yerleşirler. Toprak sahibi aile rahat bir yaşam sürdürürler. Anneannemin babası Rahmi Bey ilk eşi Adife Hanım'la evlenir. Üç oğulları olur. Ancak Adife Hanım Balkan Savaşında biricik kardeşinin şehit haberi gelince üzüntüden ölür. 

Çok sevdiği eşinin ölümünden sonra kendini toparlayamayan Rahmi Bey, Antalya'da daha fazla duramaz ve Karadeniz'e Şebinkarahisar'a göç etmeye karar verir. Burada teninin beyazlığı nedeniyle 'Yoğurt  Nine' diye bilinen komşularının torunu Hafize Hanım'la evlenir. En büyükleri anneannem olmak üzere dört çocukları olur. Fatma, Enver, Kadriye ve Ertuğrul. O yıllarda Rahmi Bey midesinden rahatsızlanır ve dinlenmek niyetiyle eski bir Ermeni köyü olan Asarcık'ı satın alır. Terk edilmiş kilisesi ve evleriyle, yazları geçirdikleri bu köyün anneannemin anılarında ayrı bir yeri vardır. 

Rahmi Bey, 1923 yılında Giresun'un il olmasıyla oraya taşınır ailesiyle. Emekli olur ve büyük bir bakkal dükkanı açar ki anneanneciğime göre o dükkanda yok yoktur. Artık Giresun Çınarlar Mahallesinde üç katlı, panjurlu bir evde oturmaktadırlar. Sabahları semaverde demlenen çayın kokusuyla uyanır çocuklar.  Anneannem 1919 doğumludur. Ve genç Cumhuriyet'in ilk çocuklarındandır. Anaokuluna da gitmiş ilk çocuk şarkılarını orada öğrenmiş ve hiç unutmadan çocuklarına ve bana da öğretmiştir. Teyzem bu şarkılardan birini sevgili Gülrumuzun bildiğini anlatmıştı. 

Anneannem o yılların Giresun'unda denize de girermiş arkadaşlarıyla. Geceleri bile kadınlara ayrılmış sahil banyolarında deniz sefası yaptıklarını  eklerdi sözlerine. Babası sessiz sinema gösterimlerine de götürür, piyano eşliğinde oynatılan filmleri izlerlermiş. Anneannemin  'Raspa' dansı yaptığını, hatta  bir kez anneannemin onlar için dans ettiğini anımsıyor teyzem. Çocukluğunda yazları yaylaya (Asarcık'a) çıktıklarında topuk otu kızağı da yaparlarmış. O da ne derseniz; günümüzde nasıl çim kayağı varsa, kayak yapılan yerde kızakla da kayıldığı için anneannemler de mera hayvanlarının pek sevdiği topuk otuyla kaplı yaylalarda kızakla kayarlarmış. Çocukluğunda kar öylesine yoğun yağarmış ki komşularına bile ulaşmak için karda tünel kazarlarmış. Eh, karda kızağa  alışkın olduklarından yazları da kaymadan duramazlarmış. 

Anneannem arkadaşlarını anlatırken isimleri bana çok ilginç gelirdi. Benim hiç Kiraz ve Ayna isimli arkadaşım yoktu ama onun en iyi arkadaşlarıydı Kiraz ve Ayna. Çok gülerdim o isimlere. Şimdi düşünüyorum da Kiraz Giresun'un antik çağ adına bir göndermeydi belki. Ve hiç göremediği çocukluk dostlarını kim bilir nasıl özlüyordu Tire'nin yeşil Güme dağlarına bakarken.

Bir ilginç anı da soyadı yasasının çıktığı günlerinden. Tahrirat katibi, okumayı seven Rahmi Bey özkitapçı olarak seçer aile ismini. O yıllarda çok sık rastlanan bir hata ile Özkütükçü diye yazar nüfus memuru. Yani kitap yerine ham maddesi olur soyadları. Neden değiştiremezler? O da ayrı bir soru.    

Nakış işleyen menekşe gözlü güzel Fatma'ya görücüler gelir. Hiçbirine evet demezken, 19 yaş büyüğü Rauf Bey'in  isteği kabul edilir ve modern Cumhuriyet'in şapkalı kızı özenle hazırlanmış çeyiziyle Tire'ye gelin gider. Artık Karadeniz'in boğucu yeşilinden Ege'nin verimli ovasına yol almaktadır .

Rauf Dedemin  öyküsünde yazdığım gibi gemi yolculuğu sonrası karaya inerlerken taşıyıcıların dikkatsizliğiyle kırılır tüm porselenleri. Sonra da dedemin verdiği  o romantik sözleri yerine getirememesinden kırılır gencecik yüreği.

Yıllar geçer, anneannemin Gülsen'i, Ruşen'i ve Altan'ı doğar. Tire'nin en verimli ve lezzetli sebzelerinin yetiştiği Rauf Bey'in bahçesinin hanımıdır. Önce Kurtuluş Mahallesi, sonra bahçenin içindeki Kule ev ve ömrünün sonuna dek yaşayacağı Rauf Bey'in kahve, fırın ve berber dükkanının üst katını kaplayan ulu çınarın gölgesindeki evde yaşam sürer. 

Anneannem benim için yalnızca son evinde vardı. Her gidişimde içimi bir sevinç kaplardı. Ne de olsa dört yaşıma doğru abla olmuş, birdenbire büyüdüğümü hissetmiştim. Anneannemdeyken, evin tek kraliçesi bendim hala. Salondaki büyük kare masanın altına kurduğum evimde istediğim gibi nazlanır, Mülkiye'den yaz tatiline gelen teyzemin getirdiği birbirinden güzel oyuncaklarla oynar, dayımla gezmeye gider dim. Ve bahçede beslenen ineklerin sütünden anneannemin elleriyle yaptığı peynir, tereyağla ve dedemin tenekeyle aldığı çok lezzetli balla ve de evin altındaki fırında pişen Tire'nin ünlü tatlı maya ekmeğiyle yaptığımız sabah ve akşamüzeri kahvaltılarının tadı tüm canlılığıyla belleğimdeki yerinde saklıdır.

Anneannemin müthiş bir 'Radyo dergisi'  koleksiyonu vardı. O siyah beyaz fotoğraflarla süslü dergileri okumayı öğrendikten sonra okumak ne çok hoşuma giderdi. Perihan Altındağ Sözeri, Muzaffer Sarısözen isimleri de o sayfalardan aklımda. Sarı pirinç karyolalı yatak odasının,kurutulmuş sarı kantaron çiçeğiyle dolu vazosu ve yeşil dağlara bakan penceresinin önündeki dantelli divanında otururken radyodan gelen müziğin eşliğinde nasıl bir sakinlik ve huzur yayılırdı. 

Benim rahatım eve İstanbul ve Giresun'dan dedemin ablaları büyük halalar gelip de bir kaç ay kalınca kaçardı. Çünkü misafirler evin en büyükleri olarak her türlü ayrıcalığa sahipti. Çok da ağır ve ciddiydiler. Biz de dayımın plaklarını dinlerdik evin teras bölümünde. Bu kez bendeniz bir müzik devrimi yaşar, onlu yaşların başında Erol Büyükburç, Alpay ve Cem Karaca'nın müziklerinin tadına varmaya başlardım.  Hele dayımla gittiğim ilk açık hava konserinde Erol Büyükburç'u dinlerken nasıl coşup tüm şarkılarına eşlik ettiğimizi hiç unutamam.

Sevgili anneannem, işlemeli keten perdeli, bol begonyalı evini dedemi kaybedip dayımı askere yollayınca bırakıp Ankara'ya o sırada OYAK Genel Müdürlüğünde işe başlayan teyzemin yanına taşındı.

Ben de iki aylık Ankara tatilimi iki sevdiğim insanla geçirdim. Anıtkabir'e yakın Maltepe'deki evde geçen günleri 'Teyzemle Ankara' yazımda anlattığım için pek yinelemeye gerek yok. Ama bir kez daha anneanneciğimle Anıtkabir pikniklerimizi ve o sırada nişanlı olan teyzemle eniştemin her buluşmalarında eniştemin getirdiği çikolataların tadını bir kez daha yazmadan duramayacağım.  

Teyzemin ev sahibi o zamanın sağlık bakanı Mustafa Özkan'dı. O yılların bakanları gayet sade döşenmiş evlerinde oturur ve ayrıcalıklı konumları göz önünde olmazdı. Annesi de anneannemin iyi komşusuydu. Birlikte sohbet ederler, sabah kahvelerine giderlerdi. Teyzemin yakın arkadaşı Hamiyet Ablanın annesiyle çıktıkları pazarlardan memnun değildi yalnızca anneannem. Tire'deki bereketli bahçelerinin özlemini çekerdi. Eniştemlerin Yenimahalle'deki bol meyve ağaçlı bahçeli evlerine gitmekten ikimiz de keyif alırdık. Ben arkadaşlarımla buluşmaktan, anneannem de dalından koparılmış meyveleri tatmaktan.  Eh, bir de Cevdet Hanım Teyzenin nefis yemekleriyle donatılmış sofrasında hep birlikte yemek yemekten. 

Anneannem iki yıl sonra evine döndü, can dostu, bacısı İhsan Hanım Teyze'ye ve bizlere kavuştu. Dayım evlendi. Artık altı tane kız torunu vardı. Bir de oğlum Barış doğunca ilk torun çocuğunu görmenin sevincini yaşadı. Sonra dayımın çocuklarına yakın yaştaki kızım Başak'ın ve biricik yeğenim Akgün'ün. 

Artık yaşlanıyor, bol bol Kuran okuyor, tüm oruçlarını tutuyor, bizlerle her buluşmasında nazar duası yapıyordu. Gül küpeleri hep kulaklarındaydı. Ve saçlarını hiç bir zaman boyasız bırakmaz, sokağa çıkarken ipek eşarplarıyla örter, yazları Kuşadası'nda biraz annemlerde, çoğunlukla dayımlarda kalır, komşularıyla görüşmeye hep devam ederdi.

Göz tansiyonu, romatizma ve böbrek rahatsızlıkları vardı. Annem ilaçlarıyla ilgilenir, doktor kontrollerini yaptırırdı. Seksen yaşının ortalarına doğru üç gün yattı ve bir daha kalkamadı. Kimseyi üzmeden, tüm çocukları ve torunları başındayken Karadenizli Fatma Hanım bir sevgililer gününde tüm özlediklerine kavuştu. 

Canım anneannem, hep ışıklar içinde yat. Nur yüzlüm diye sevdiğin ilk torunun bu satırları yazarken seni ne çok sevdiğini bir kez daha yineliyor  ve öykünü anneannesini tüm özleyenlere gönderiyor.            

        

  
  




11 Mayıs 2015 Pazartesi

BİLGELİĞİN İZİNDE ÇINARIN GÖLGESİNDE

Sevgili bilge çınarımız Lütfü Amcamızla birlikte Yanya'yı görme mutluluğunu bir kez daha yaşamak, unutulmaz anılara bir yenisini eklemek, dostlarla buluşmak ve ilk kez Lütfü Amcamla doğduğu şehirde koromuzla sahnede olmak, kısacası ne güzel yaşamak...

Yola çıkışımız anılara kavuşmamızın coşkusunu taşır her kezinde. Ortak öykülerimizin içtenliği sarar hepimizi. Bu kez vakıf koromuzla birlikte Lütfü Amcamın doğduğu şehirde ilk kez konser vermenin heyecanı da vardı yüreklerimizde. Gece yarısında sınıra ulaşıp ata vatana geçtiğimizde, ilk molamıza dek uykudaydık pek çoğumuz. Sabah kahvaltısıyla enerjimize kavuştuk. En öndeki, kaptanımızın arkasındaki koltuk Lütfü Amcamızındır. Diğer taraftaysa Sulamız oturup tüm yolculuk süresince bizimle başarılı bir şekilde baş etti. Lütfü Amcaya oğlu Süleyman ve biricik eşi Yasemen eşlik ediyordu. Koro elemanları ve yakınlarından oluşuyordu bizim kafile. Diğer otobüste sevgili Ayla Ablam, Aydın Ağabey, Çetin Hocamız, yolculuk anılarını güzel gönlüyle paylaşan Nesteren Silivrili ve diğer konuklar vardı. Yanyalı kızlarımız Şule ve Lale ABD'deydiler. Bu kez vakıf başkanımız Ümit Bey, dernek başkanımız Esat kardeş yanımızda olmasalar da kulakları çınlatıldı bol bol.

Geçen yıl Yanya yolculuğunda koroya kabul almıştım başkanımız Nevin Uzsoy ve koromuzun kıdemlileri Füsun Coşkuner ve Yasemin Ağaoğlu'ndan ki üçü de Lütfü Amcamızın vakıf kızları olurlar ve bu kontenjana dahil olmak için verdiğim büyük mücadeleyi sonunda takdir etmişler ve olur vermişlerdir. Ben de bu güzel topluluğun üyesi olmanın sevincini yaşıyorum, işin şakası bir yana.Çünkü bizim koromuz başkadır. Suyun iki yanının ortak türküleri bambaşka bir ruhla söylenir ve insan olmanın, barışın sesi yankılanır her tınıda, her sözcükte. Hele iki tarafın koroları ve şefleri hep birlikte o güzelim mübadele türkülerini söylerken gözlerimiz dolar. 

Haydi yine yolculuğumuza dönelim ve Ayla Ablamın ata memleketi Kastorya'da konaklayalım. Ne güzel bir otel seçilmiş bu kez. Kuş seslerini duyduğumuz, gölü seyrettiğimiz Chloe Oteldeyiz. Nazik sahibesi karşılıyor bizi.  Bu oteli yaparlarken eşini yitiren hanımefendi, ortak hayallerini yaşama geçirmiş ve tüm zarafetiyle konuklarını ağırlıyor. Odalarımıza yerleşip biraz dinlendikten sonra geleneksel akşam yemeğimizin saati geliyor. Lütfü Amcamızla fotoğraf çekimlerimiz başlıyor karnımız doyar doymaz ve o da hiç itiraz etmeden poz veriyor. 

Kastorya, Yunanca'da kunduz anlamına geliyor. Kürk merkezi. Biz o yönünden hiç haz etmesek de, günümüzde kunduz kalmadığından vizon kürkünün kullanıldığının bilgisi veriliyor. Göl kenarında yürümek, fotoğraf çekmek çok iyi geliyor.

Ertesi sabah otelimizdeki enfes kahvaltıdan sonra Yanya'ya hareket ediyoruz. Ve ilk provamıza otobüste başlıyoruz. Sevgili şefimiz Garip Meriçoğlu, müzisyenlerimiz Dilek Karayılan,Ali Aydın ve Ergin Şimşek'le çalışıyor önce. Bu arada keman sanatçımız Dilek çiçeği burnunda evli ve eşi Adnan'la bir anlamda balayı da yapıyorlar. Adnan profesyonel müzisyen ve sahnede Selanik Türküsü'nü seslendirecek solo olarak. Solo demişken, Nalan Hanım bizimle gelemiyor ve o özel sesi ata toprağında dinleyemiyoruz. Ama Cevriye Hanımımız Esma Erdok ve Cevri Beyimiz Sadrettin Soylu her zamanki gibi güzel sesleriyle ve uyumlarıyla her dinleyişimizde içimizi açıyorlar.

Yanya, erguvanlarının rengiyle hoşgeldin diyor bize. Otele yerleşir yerleşmez Lütfü Amcamızın doğduğu konağa gidiyoruz. Giriş katının restorasyonu sürüyor. Kısa bir süre sonra müze olarak hizmet verecek. Lütfü Amca'nn doğduğu odada 102 yaşındaki çınarımızla ışıkla anılarımızı yazıyoruz ve belediyedeki törene gitmek için yürüyoruz. Belediye başkanı değişti. Ancak yeni başkan da ilgiyle yanımızda. Lütfü Amca, doğduğu dilde konuşmasını yapıyor, karşılıklı armağanlar veriliyor. 

Sırada Tepedelenli Ali Paşa'nın adasına ziyaret var. Ben daha önce bir kaç kez gittiğim için sahilde bir cafede oturup hem bir şeyler yiyor hem de sosyoloji çalışıyorum. Saat altıya yaklaşırken kale içindeki eski Süvari Saray'ında vakfımızın 'Hasretin İki Yakası' sergisinin açılışı var. Nasliç'deki konserimizin öncesinde serginin son günüydü ve aile öykümü, yaşandığı topraklarda kendi sözcüklerimden okumak çok farklıydı. İlk okuyuşum, iki yıl önce İzmir'de kucağımda torunumlaydı. Bu kez daha da büyüktü coşkum. Çünkü sergi panolarının yanında öykülerimizin kitabı da ilk kez satıştaydı. Ve yalnızca 'Karaferye'nin Çamları' değil 'Yüreği Yorgun Gönlü Engin Rauf Dedem' de eklenmişti kitaba. Sanki dedelerimin,babaannemin,anneannemin amcalarımın ve babacığımın gülümsemelerini duyumsadım satırların arasında... Büyük emekle kitabı hazırlayan Sefer Bey, çeviren dostlar Sula Aslanoğlu  ve Tanaş Cimbiş'e bir kez daha buradan teşekkür ediyorum bizi öykülerimizle buluşturdukları için. Sevgili koro arkadaşlarımla aile öykümün panosunun yanında fotoğraf çektirmek de çok mutluluk verdi, unutulmaz anılarıma eklendi.Akşamına yediğimiz yemek, Füsun ve Yasemin'in de uçaktan iner inmez bize katılımıyla dinlediğimiz müzik ve danslar çok keyifliydi.Bir de serginin açılışını beklerken Kapadokya mübadillerinden Sophia'yla sohbetimiz,  onun Türkçe sohbeti, özleminin göstergesiydi. 

Ve 1 Mayıs, akıl tutulmasının pençesindeki vatanımızda, biber gazlı, TOMAlı kutlanayan bayramların hüznü içimizde Arta ve Parga'ya doğru yola çıktık. Önce otobüs provamızda şefimizden aferin aldık, sonra da Arta'nın Arathos nehri üzerindeki Osmanlı Körüsü'ne bakan cafede kahvelerimizi içip Parga'da kocaman bir masada Lütfü Amcamızla öğle yemeğimizi yedik. Bir de üzerine Parga'nın sahilinde yürürken Tülin'le dondurmamızı bitirdik. Tülin benim eş tarafından kuzenim. Mübadil kökenli olmamasına karşın öykülerimizden çok etkilendi.         

Ve döner dönmez konser için hazırlanmaya başladık. Üç koro sahne aldık. İlk olarak Yanya korosu ve sonra benim ata vatan şehrimin Karaferye/Veria  korosunun konseri ve finalde biz. Dinletinin bitiminde iki koro sahne önüne geldi, hep birlikte söyledik.Günün bitmesine bir saat kala bizler için hazırlanmış sofralardaydık. Bu arada Ayla Ablam'ın dokuttuğu 102. yıl havlularını çantalarımıza yerleştirdik. Ne güzel düşünmüşler, sağolsunlar.

Esma, Karaferye korosunun genç kadın şefi ve Garip hocamız bizlerin de katılımıyla Sagapo'yu yani sevginin şarkısını söyledik, Lütfü Amca'mızın yeni yaşı için. Karaferye korosundan tanıştığımız hanımlar dansa çağırınca hep birlikte dans ettik. Saatler ikiyi gösterirken otelimize döndük, yüreklerimiz sıcacık... 

Ve ertesi sabah manastır ormanı Meteora'ya gitmeden Lütfü Karadağ ailesinin ilk kez dede köylerindeki çiftliklerine gittiklerini öğrendik. Bu sürprizi TV haberlerinde Lütfü Amca'nın konuşmasını dinleyen köylüleri otele gelip köylerine davet etmişler ve arabayla alıp götürmeleri çok anlamlıydı. Tam otobüslerin hareket saatinde dönerek bizi bekletmemeleri de büyük incelikti. Yanya'yı kuşbakışı gören manzara eşliğnde tüm gezginler birlikte, Şule'yi, Lale'yi, Filiz Hocamızı ve Seçkin Hanım'ı düşünerek, Lütfü Amca'mız ortamızda ne hoş fotolar aldık. Yeniden doğduğun toprakları görmen dileğiyle Lütfü Amcacığım.   

Meçova'da kahve molası, peynir, bal alışverişi ve Kalambaka'ya ulaşmak için bol virajlı yollar, işte karşımızda 22 manastırlı Meteora, tüm görkemiyle, erguvanlarıyla, yeşiliyle. Tatil nedeniyle nasıl bir kalabalık. Onlarca otobüs ve yolcuları. ilk yolculukların anılarını tazeleyerek bol yürüyüş, manastırların basamaklarını tırmanıp gezenlerin izlenimlerini dinlemekle geçen saatlerin sonunda otobüsteki Sula ve Muzaffer Bey'in çift dil, çift sonuçlu sayımları, şarkılar ve fıkralarla geçen yolculuktan sonra sanki İzmir'e gelmişim gibi hissettiğim Selanik'e varış. Renkahenk gün batımının eşliğinde en neşeli grup olarak 'Efaristo para poli' diye bağrışarak çektiğimiz fotolar ve Kordonboyu'na karşı, Beyaz Kule'nin önünde ışığın en güzelinde kısacık bir mola.

Selanik akşamları en güzel Elizabeth'in Rouga Tavern'inde yaşanır. Çünkü hep dostça karşılanır, en sevdiğiniz Türkçe ve Rumca şarkıları da dinleyebilirsiniz yemeğinizi yer, ayran(!) ya da şıralarınızı(!) yudumlarken. Bizim soframızda o akşam Mehveşciğimiz'le iki gün önce Selanik'de evlenen erkek kardeşi ve eşi de vardı.Onları da kutlayıp mutluluk diledik. Rouga'nın nerdeyse yarı nüfusu bizden olunca bol şarkılı, horonlu bir yemek yedik. 

Dönüş yolu hep daha kısa gelir ya, doğrudur. Kavala kurabiyeleri de alındı, çaylar içildi.

İşte yine sınırdayız. Çok teşekkürler tüm vakıf emekçileri.Sağlıklı yaşlar Lütfü Amcam.Size gözü gibi bakan Yasemen, Süleyman ve Karadağ ailesinin sevgili Tülin ve Gülgün ablaları, İsmet Ağabey; iyi ki sizleri tanıdık. Büyük ailenizle, asırlık çınarımızın gölgesinde, bilgeliğinde daha nice güzel günlere. Bundan böyle atavatanda çekilen acılar bir daha hiç  bir yerde ve biricik anavatanda hiç yaşanmasın.


                                                                                                  

16 Şubat 2015 Pazartesi

BİR ÖZGECAN'DIR YÜREKLERİMİZDE SAKLIDIR

Yüreğim yanıyor Cuma akşamından beri. Bir can daha yitirdik bu topraklarda. Belleklerimize, yüreklerimize Özgecan'ın ismini de yerleştirdik tüm acısıyla. Artık o da Ali İsmail gibi Berkin gibi, Güldünya gibi hani ta 70'lerden beri gencecik ölümlerle dolan toplumsal belleğimize eklenen bir simge oldu.

Medya çağında yaşayanlar olarak acılarımızı çok görünür şekilde paylaşır olduk. Kin, öç alma, idam, işkence sözcükleri eklendi o ceylan gözlü ölüme. Ben en çok geleceğin umutlarından birinin daha can vermesine yanıyorum. İnsanlıktan bu denli nasibini almamış, canavarlaşmışların  her geçen gün çoğalmasına yanıyoruım. Özgecan'ın annesinin sözlerine, babasının yavrusunu son kez öpüşüne yanıyorum. Evrensel olmayı ad edinmiş bir kurumda okuyan, psikolog olmayı seçen bir gencecik canın böylesine  vahşice katledilmesine yanıyorum.     

Sakın rakamlara bakıp da bu kaçıncı cinayet demeyin. İçim o yüzden daha çok yanıyor. Küçücük çocuklar bile bu şekilde öldürülüyor, farklı kimliklerde yaşayanlar, toplumda farklılık yaratmak isteyenler, bu karanlığa yuvarlanışı görenler  ya bedenen yok ediliyor, ya işkence görüyor ya da yasaklanıyor.

Okuduklarımdan yola çıkarak devletin ne için var olduğunu sorguluyorum. Bize dayatılan devlet baba kültürü her geçen gün daha çok kararıyor. Devlet baba başta kızları olmak üzere çocuklarını, gençlerini koruyamıyor. Korumak şöyle dursun, içtenlikle üzülemiyor. Yalnızca olanları gizlemeyi ve bizleri korumakla görevlendirdiklerini, bizlere şiddet kullandırarak öfke tohumlarını serpiyor durmaksızın. Her geçen gün biraz daha ölüyoruz. Yüreklerimiz dağlandıkça her geçen gün sevgimizi öldürüyorlar, insan olmanın en güzel duygusunu. Umutlarımızı yok ediyorlar, verdikleri görüntülerle. Göz yaşlarımızdan kırgınlık ve kızgınlık aktığı için arınamıyoruz.

Umuda yürümeyi seçenler çok çevremizde. Ama birlik duygusunu yitirmişiz. İdden kurtulup egoya geçenlerin pek çoğu orada kalıyor. Narsizm çıkmazında durmaksızın bölünüyoruz. Doğrularımızla onulmaz yanlışlar üretiyoruz.

Gelişmiş devletler sınıfında rol alan olaylara bakıyorum. Şiddet onların gündeminde de var. Ama siyasal oyunların dışındaki halk kütleleri birlik içinde karşı çıkışlarını silahların ve gazların gölgesinden uzakta ortaya koyuyorlar. Biz, ne kadar çoğalırsak o denli cezalandırılıyoruz. Az önce ekranda izledim. Yalnızca beş genç kız Özgecan'ın katlini kınamak için bir afiş asıyorlar diye çoğunluğu kadın polisler tarafından yaka paça götürüldüler İstanbul'da. Artık tereddüt etmeye bile hakları yok, boyunlarından tutulup zorlanmamak için.

Cinsiyete bakmadan yalnızca insan gibi yazmaya çalışsam da öylesine zorda kalıyorum ki son yıllarda yürütülen politikalar yüzünden. Bu toprakların Kibelesi'nin yalnızca üremeye aracı varlık olarak kodlanmasından ötürü. Halbuki Kibele yaşamdır, berekettir, geniş anlamıyla doğadır. Belki de o nedenle yalnızca insanı değil doğayı da katleder oldular en ilkel benlikleriyle.

Bugün Cumartesi olduğu gibi yine katılacağım Özgecan'ın canının hakkını arama eylemine. Haziran'a dek birlik olup insanca bir düzen yaratabilmek için elimden ne geliyorsa yapacağım.Sizi de beklerim. Hani demiş ya Karacaoğlan: ''Güzel sever diye isnat ederler-Benim haktan ÖZGE sevdiğim mi var?''

              

11 Şubat 2015 Çarşamba

BİR CUMHURİYET FİLİZİDİR BUGÜN BİLE ASIRLIK SEMAHAT HALA

Siz kaç kişinin 100. yaş gününe katıldınız? Şanslıyım ki bilge çınarımız Lütfü Karadağ Amcamızdan sonra Ankara'nın ve ailenin Karaferye kökenli, yaşam sevincinin simgesi, başında çiçeklerden yapılmış tacıyla, büyük halamız Semahat Bolevin'in dalya gününe de büyük bir mutlulukla tanık oldum. 

İzmir'de Ocak ayının son gününde annem ve kuzenim Ebru ile bir aile toplantısındaydık. Kemeraltı'nın en eski saatçilerinden Aziz Şuşut Amcamızın kızı Füsun ve Semahat Halamızın torunu Selda düzenlemişlerdi güzel geçen günümüzü. Selda, bizi Ankara'ya 8 Şubat'ta kutlayacakları, babaannesinin 100. yaş gününe çağırdı. Ben zaten teyzemi ve Ankara'yı özlemiştim. Ve büyük ailenin bir çok bireyiyle en son Gülruşumuzun anma gününde görüşmüştüm. Bu yaş günü ancak yüzyılda bir olacağına göre yola çıkmaya hazırdım.

O içten kutlamayı ve İstanbul doğumlu, 80 yıllık Ankaralı ve 1950'den beri Kavaklıdereli  Semahat Halamızı anlatmaya başlayabilirim elimden geldiğince.

Karaferye'den gelir Semahat Halanın annesi, iki küçük erkek kardeşiyle, Balkan savaşlarından sonra. Kadıköy'e yerleşirler. Anneyi evlendirirler. Küçük kardeşi de ayrılmaz yanından. O yüzden 'çocuklu gelin' derler annesine. 

Annesiyle birlikte bir gün Bakırköy'e, deniz kenarında bir akraba ziyaretini unutamaz küçük Semahat. Amcaları Cevdet Bey, mübadeleyle Karaferye'den gelmiştir kısa bir süre önce. Ağlamaktadır kocaman adam. doğup büyüdüğü topraklarda yaptırdığı evinin inşaatı yarım kalmış, altınlarına devlet el koymuştur mübadeleden önce. Rauf Dedemin ağabeyidir, o ağlayan kocaman adam.

 Ne yazık ki annesini henüz on iki yaşındayken kaybeder küçük Semahat. Ablası Çapa Muallim Mektebinde okumaktadır. Onu da oraya yazdırırlar. O yılın sonunda ablası mezun olur, Düzce'ye tayini çıkar. Kadıköy Altıyol'daki evlerini kapatmışlardır. İki yıl daha yatılı okur öğretmen okulunda.Öğretmen olan dayıları yardımcı olur hafta sonlarında.  Ancak büyük bir böbrek hastalığına tutulur ve okulunu bırakmak zorunda kalıp, ablasının yanına gider. Ablası o sırada Bolu'ya tayin olmuştur. Ali Canip Yöntem tekrar okula yazdırır kendisini. Ortaokulu orada bitirip tekrar İstanbul'a döner ablasıyla. Bir kaç yıl sonra evlendirirler. 

Eşi, Rıdvan Bey yirmi iki yaş büyüktür genç gelinden. İstanbul'un eski ailelerindendir. Uzun yıllardan beri  Haydarpaşa Uzun Hafız Sokağında oturmaktadırlar. Çok sever sportmen eşini Semahat. Merkez Bankası Levazım müdürü olan Rıdvan Bey, gencecik eşiyle genç cumhuriyetin başkentine yerleşir.

Yıllar yılları kovalar. Kavaklıdere'de Merkez Bankası 26 adet üç katlı ev yaptırır. 13 yıl oturdukları Işıklar Caddesindeki evlerinden dört çocuk annesi olarak ayrılır Semahat Hanım.   Evlerinin taksitlerini üst katlara kiracı olarak gelen Amerikalı komşuları sayesinde öderler. Evin en büyüğü ailenin tek kızı Serpil 13 yaşında, en küçük oğlu Sedat henüz altı aylıktır. Amerikalı komşu çocuklarıyla oynarken İngilizce de öğrenirler hepsi. Bir yirmi yıl da böyle geçer. Serpil ve Selahattin evlenmiş ve iki oğul Sinan ve Sedat da İsveç'e gitmişlerdir okumak için. 

O dönemde apartmanlaşma başlar Kavaklıdere'de. Semahat Hala ve Rıdvan Enişte daha sakin buldukları Yalova'ya yerleşirler, artık apartman olan evlerini bırakıp.

Sevgili eşini Yalova'da yitiren Semahat Hala yeniden Kavaklıdere'ye döner, kızının karşı dairesine yerleşir. Ve yaşamının en büyük acısını tadar. Büyük oğlu Selah Ağabeyimizi kaybeder. Artık tek tesellisi torunları ve bugün salonunun duvarlarını süsleyen elinin emeği goblen işlemeleri ve yağlı boya tablolarıdır. Çocukluğumun unutulmaz tatlarında kalan muzlu rulo pastaları ve diğer leziz yemekleriyle dostlarını, akrabalarını da ağırlamak büyük zevktir onun için.        

Cumhuriyet'in aydın beyinli kadınlarındandır Semahat Hala. Çocukluğunu Kadıköy'de yaşamış Kavaklıdere'nin ilk kuruluş yıllarında tüm komşularıyla Kavaklıdere İlk Okulunun temeline harç koymuştur. Tel dolaplarda sakladığı, eşinin Ulus'dan yiyecek getirdiği, komşulardan Şaziye Hanım'ın İsmet İnönü geçerken yoluna çıkıp Kavaklıdere'ye yol yapılmasını istediği günler çok eskide kalmıştır ama belleğinde canlılığını korumaktadır. 

Hele Atatürkümüzle ilgili anıları en unutulmazlarındandır. 17 yaşında evlenip geldiği Ankara'da ilk yılbaşı balosunda Orduevi'ne gider eşiyle. Atatürk de Sabiha Gökçen'le katılır baloya. Nasıl heyecanlanır gördüğünde. Daha sonra ilk bebeği Serpil'i bebek arabasına koyup, Kızılay'a gider tenis oynayan eşini seyretmeye. ''Birden ''Atatürk geliyor.'' diye sesler duyulur. Herkes yola dizilir, alkışlamaya başlar, o da bize şapkasını çıkarıp selam verirdi, o denli yakınımızdan geçerdi.'' diye anlatır o günleri.

Ve bugün o yılları yaşamış olmanın kıvancıyla ayaktadır, gözlerinde hala o günlerin ışığıyla.

Yüzüncü yaşında da bizi aynı ışıkla karşıladı, yanında sevgili çocukları,damadı, İsveç'den gelirken eliyle yaptığı çiçek tacını getiren gelini Mirya ve Selah ağabeyimizin eşi Nesrin Ablamız, yeğenleri ve torunları ve torun çocuklarıyla. Mutfak şefliğini devrettiği Serpil Ablamız başkanlığında hazırlanan eşsiz yemeklerle dolu bereket sofrasında ağırladı. Şarkılar söyledi çocuklarıyla, şiirler okudu, pastasından önce gelen bir yüzyılın mumlarını üfledi, pastasını yedi, hepimizin ellerinden tuttu, konuşurken. Fotoğraflarını çekerken el salladı, gülücükler dağıttı hepimize. Ve gelecek yılki doğum gününe çağırmayı da unutmadı.

İşte Cumhuriyet'in kuruluşunun gencecik filizi Semahat Halamız, varlığıyla bugünün Türkiye'sinin umutsuzluğunda olan bizlere de yeniden yaşam sevincini ve umudunu aşıladı ışığıyla. 

Nice yıllara sevgili Semahat Hala. Biliyorum, bir gün torunların tüm yaşamınızı daha ayrıntılı yazacak. Bu yazı da benim ufacık bir armağanım olsun ve bugün yazımı yazarken doğum gününü kutlayan biricik oğluma da  sizin ışığınızı, yaşam sevincinizi yansıtsın. 

Bir ufak not: Ne çok isterdim, çocukluk anılarımda kalan Semahat Halamızın küçük dayısı, Rauf Dedemin kuzeni eğitimci Kemal Ertem Amcayı ve sevgili eşi Mutahhar Yengeyi de yazabilmeyi. Ancak bilgiler çok yetersiz. Işıklar içinde yatsınlar.     

              




3 Şubat 2015 Salı

LODOS FIRTINASI EŞLİĞİNDE 15. YIL YEMEĞİMİZ

Bugün Mübadelenin 92. yılı ve birlikteliğimizin ve geleneksel buluşmalarımızın 15. yıl dönümünü kutladığımız 1 Şubat yemeğimizi yazmak için bilgisayarımın başına oturduğumda İz TV açıktı ve ekranda Nazım Alpman'ın hazırlayıp sunduğu 'Yakın Tarih' programında 26 Temmuz'da sonsuzluğa uğurladığımız vakfımızın kurucularından Atila Karaelmas görüntüde anlatıyordu Türkiye'nin 68 baharını.Yaşam böyle acı tatlı sürprizlerle doludur.  İki gün önce yemekte herkes onun yokluğunu duyumsarken yazının içine sesi ve görüntüsüyle katılıverdi. Lozan Mübadilleri Vakfı'nın  birlikteliği,ortak anıların paylaşılması, ortak öykülerin dostluğu değil midir? Yorucu ve günden güne katlanması zorlaşan ülke gerileşmesini bir kaç saat ya da gezilerimizde bir kaç gün için unutup  yalnızca dostluğun nefesiyle tazelendiğimiz buluşmalardır her biri.

Bu yılki yemeğimiz kolayca unutulmayacak lodos fırtınasına denk geldi. Vapurların çalışmadığı, tüm katılımcıların trafikte azimle çabalayıp ulaştığı Pazar akşamı, Modaspor Lokali'ne adım atınca rahatlanan bir buluşma oldu.

Açılış konuşmasını başkanımız Ümit İşler ve  genel sekreterimiz Sefer Güvenç yaptılar. Sefer Bey'den söz edince onun anılarını yazmadan olmaz. 

Büyük Marmara depreminden sonra 1999'da ilk yardımımıza koşanlar suyun öte yanındaki komşularımız olur. O günlerin sağlık bakanı 'yunan kanı istemeyiz' diye bir mesaj verince Sefer Bey'in kanı donar, çok etkilenir ve Yunanistan'a ilk ziyaretini yapar. Konuk olduğu yerlerde ilk kuşak Türkçe konuşmaktadır ve yerleşim bölgelerinin adları önlerine 'yeni' sözcüğü eklenmiş Anadolu topraklarından gelmektedir. Dönüşte mübadil çocukları olan arkadaşlarını arar ve Müfide Pekin, Füsun Çeliker, Atila Karaelmas ve Çağatay Yaylalı ile birlikte vakfın çatısını oluşturan 'Büyük Mübadele Çocukları Girişimi' bildirisine imzalarını atarlar. 25 Mayıs 2001'de tüm uğraşlardan sonra Vakıf kuruluşu resmileşir. O gün bugündür Sefer Bey ve Vakıf ayrılmaz ikilidir. Emeği geçenlerin hiç biri unutulmaz. Bugün kocaman bir aileysek hep onların gönüllü çalışmalarıdır nedeni.

Haydi yine yemeğe dönelim. Sahnede birinci kuşaktan Vedia Elgün ve Refia Çeliker hanımlar ve bilge çınarımız Lütfü Karadağ'ımız var. En genç mübadil torunlarından çiçeklerini alıyorlar. Hepimiz duyguluyuz. Vedia Hanım konuşma hazırlamış. Tüm coşkusuyla okuyor ve ben de sizinle paylaşmak üzere konuşmasını not ediyorum. 

''Sevgili Dostlar, Vakıf Arkadaşlarım, 
Yeni bir Mübadil buluşmasında tekrar beraberiz. Ne mutlu hepimize. Böyle güzel ve etkin bir vakfımız var. Geçtiğimiz yılı da başarı ve etkinlik dolu geçirdik. 
Türkiye Avrupa Birliğine giremedi ama vakfımız orada çok iyi tanınıyor. 
2014'de çok acı kayıplar da yaşadık. Vakfımızın kurucularından,kusursuz değerler sahibi Atila Karaelmas'ın kaybı hepimizi derin bir acıya boğdu. Kendisini sevgiyle ve hüzünle anıyoruz. 
Yeni yılın da ülkemiz ve vakfımız için başarı ve güzelliklerle dolu geçmesini diler, hepinizi sevgiyle selamlarım,benim canım dostlarım. 

Bu anlamlı konuşmadan sonra koromuz programda olmasa da dernek başkanımız Esat Ergelen'in isteğiyle 'Hey Onbeşli' türküsünü söyledi 15. buluşma ve gönülleri genç bilgelerimizin hatırına. 

Sıra 'Tatavla Keyfi' müziğiyle ruhumuzu, yemeklerle midelerimizi şenlendirmeye gelmişti. Bizim masa Şule ve (aylar sonra kavuştuğumuz) Lale kardeşler, Erşen bey, kuzenleri ve yaşça benden küçük ama mübadil kuşağı olarak (Osman Amcacığım Karaferye'de doğduğu için) benden büyük kuzenim Gonca'dan oluşuyordu. Hemen yanımda Ayla ablacığım, Aydın Ağabey ve çocukları, önümüzde Lütfü amcamız ve Gülgün ablanın dışında büyük ailesi,onların önünde Ergelenler, arkamızda İşler ailesi hep birlikteydik. Koro masasından biraz uzak kalsak da karşılıklı ziyaretlerle bu uzaklığı yakınlaştırdık. Gezi arkadaşlarımız Yurdanur hocam ve Saime hanımlarla da sohbet etmek iyi geldi. Yanımızda olmayan Özlem'in ve Şadan ablanın da kulaklarını çınlattık. 

Gözüm Çimen ablayı, Müfide ve Semra hanımı da aradı. Çünkü onlarsız vakıf buluşmaları hep eksik gelir bana. Hemşehrim Erol ağabey de yoktu. Biliyorum ki hepsinin de  katılamadıkları için bir nedenleri vardı. Buradan sevgilerimi iletiyorum. Çetin hocamıza gelince; bu yıl onun güzel sohbetinden ve fotoğraflarından yoksun kaldık. Beşiktaş'a kadar gelmiş deniz ulaşımının iptalinden ve köprü trafiğinin yoğunluğundan geri dönmek zorunda kalmış.  

Müzikle halaylar çektik, Lütfü amcam yoğun istek üzerine koronun öz grubuyla şarkılar söyledi. Fotoğraflar çektik. Sıra Ayşe'nin çabasıyla satılan piyango biletlerinin çekilişine geldi ve Sefer bey tarihin en hızlı çekilişini yaparak armağan kazanan numaraları açıkladı.

Ertesi sabah iş günü olduğu için bir yemeğimizin daha sonuna gelmiştik. Vedalaşmalar ve yeniden buluşma dilekleriyle yola koyulduk. Dönüş yolunu sormayın, vakfımızın çalışkan ve güler yüzlü sekreteri Ayşe ve eşi Altan komşucuğum Sula'yı, beni ve Oğuz hocayı arabalarına aldılar. İki saatte geçebildik karşıya. Bir kez daha teşekkür ediyorum. 

Ne diyelim, gelecek buluşmalarımız eksiksiz ve daha sakin bir hava durumunda gerçekleşsin. Ve çekilen acılar bir daha yaşanmasın, dostluğumuz hep sürsün.            

      

27 Ocak 2015 Salı

YİNE YENİDEN ÖĞRENCİYİM

Yeni bir yıla gireli tam yirmi yedi gün biterken blogumu açmak, ara verdiğim kırk günden sonra yeniden yazmaya başlamak heyecanlandırdı beni. İlk yarı yıl sınavlarını bitirmiş bir öğrencinin heyecanı gibi desem hiç yalan değil. Biricik oğlunun düğününden altı buçuk yıl sonra bir tanecik kızının da evlenmesini görmüş bir annenin mutluluğu desem, o da doğru. 

Haydi, başlayalım o zaman: Dünyaya solak gelişimden midir bilmem, hani o klişeleşmiş yaşam sıralamasından farklıdır bazı dizinler benim yaşamımda. 

Üniversite sınavına on yedi yaşında girdiğimde Türkiye'de üniversiteye giriş soruları çalındı ilk kez. ve bizim 8 Eylül'de ikinci kez girdiğimiz sınavda sonuçlar ancak Aralık başında açıklandı. Eh, ben yeni nişanlı bir kız olarak o zamanki adıyla Buca Eğitim Enstitüsü olan okulumun İngilizce Öğretmenliği Bölümü'nün bir buçuk aylık yatılı öğrencisiydim. Çok istediğim Hacettepe Üniversitesi Sosyoloji Bölümüne gitmek yerine babamın isteğiyle Buca'da kaldım. Bir yıl sonra evlenip Ankara'ya gidince okuluma tam dokuz yıl ara verip çıkan afla iki çocuk annesi olarak DEÜ  Eğitim Fakültesi olarak adlandırılmış Buca kampüsüne geri döndüm. Hemen her ders arasında henüz bir buçuk yaşında olan kızımı sormak için bakıcımızı ankesörlü telefondan arayarak geçen üç yıldan sonra Haziran döneminde sınıfımızdan mezun olan beş öğrenciden biriydim.

Dokuz yıl ara vermiştim ancak o uzun arada iki kez daha atakta bulundum. Milliyetçi Cephe Hükümetleri döneminde yine af çıkmış, ben okula teslim ettiğim belgelerimle okula dönmeyi beklerken, kağıtlarımın kaybolduğunu  öğrenmiş ve ne yazık ki hiç bir şikayette bulunamamıştım. Yine karanlık ve kanlı bir dönemdi seksen darbesi öncesi...

İçimdeki okuma aşkını söndüremeyince 81'de bir kez daha ÖYS'ye girip tek tercihim olan Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türkoloji Bölümü'nü kazandım bu kez. İngilizce yarım kaldı, Türk Edebiyatı'ndan mezun olurum diye düşündüm herhalde. Yine İzmir dışında oturduğumuz için üç hafta devam edip Osmanlıca sözcük yazmayı öğrenirken bir kez daha kaldı öğrencilik yaşamım.         

Neyse ben yine sonunda görebildiğim mezuniyet günlerine döneyim. Öğretmenlik için alan yeterlilik sınavı yapılırdı o yıllarda.Sınavı kazanan ilk yirmi beş öğrenci arasında olmama ve eş durumu belgelerime karşın tayinim Düzce Anadolu Ticaret Lisesi'ne çıktı. İlkokul beşinci sınıfa başlayan oğlum kolej ve Anadolu lisesi sınavlarına hazırlanıyordu, bırakıp gidemezdim. Tam o sırada Kıbrıslı arkadaşım Yeşim, Eylül döneminde mezun olduğu için memleketine dönmüş, bitirme belgesini almam için bana vekalet yollamıştı. Bölüm Başkanımızdan belgesini almaya gittiğimde benim tayinimin gelip gelmediğini sordu. Durumumu anlatınca çok üzüldü. Ne de olsa İngilizce-Türkçe çeviri derslerinin en devamlı, en çeviri sever ve dönemimin tek anne öğrencisiydim. Eşinin görev yaptığı İzmir Anadolu Ticaret Lisesinde İngilizce öğretmeni eksiği olduğunu ve bana yardımcı olacağını söyleyince dünyalar benim oldu. Hem onların büyük yardımı hem de benim tükenmeyen çabamla bir ay içinde yaşamımda unutulmaz izler bırakan sevgili öğrencilerimi bulacağım okulumda göreve başladım ve on yıl süresince bugün bayrağı devrettiğimiz bir çok meslektaşımızı yetiştirdik, mesleğinin ustaları olan ve ömür boyu dostluğumuzun süreceği zümre arkadaşlarımla.                            

Hep üniversitede ders verme düşüm vardı. British Council'ın sürekli çalıştaylarına katılırdım. Bir kezinde fakülteden arkadaşım Selami'yle karşılaştım. Çalıştığı DEÜ Yabancı Diller Yüksek Okulu'na okutman alınacağını söyledi. Arkadaşlarım emekli olmuşlar, zümre başkanlığı görevi bana verilmişti. Ama takım çalışmamızı çok arar olmuştum. Böylece büyük bir coşkuyla sınava girdim. Ancak yazma sınavında başlık atmayı unutunca elendim. Belki de çok kısa bir süre önce lösemiden yitirdiğim Yıldız arkadaşıma verdiğim sözü tutmam gerekiyordu. Çünkü benden son isteğiydi o yıl ATL'ye başlayan kızını okutmam.Böylece sevgili Başak da hazırlık sınıfını geçti benim yanımda ve yakınımda. İkinci kez sınav açıldığını duyunca hemen başvurdum. Gönlüm rahattı,  bu kez. Tam sınavdan bir gün önce eşim trafik kazası geçirdi. Arkadan çarpmışlardı arabasına ve doktoru geçirdiği sarsıntıdan ötürü 24 saat uyumaması gerektiğini söyledi. Tüm gecenin uykusuzluğuna karşın, geçen saatlerin sağlığında olumlu gelişmeler göstermesinin sevinci ve rahatlığıyla girdiğim sınavda meslek yaşamımın yeni ve en çok istediğim bölümüne başladım. Nasıl anlaştık, nasıl bir hevesle sarıldık derslerimize anlatmak zor. Ve yaşamımın beşizler dönemi başladı. Çünkü dostluk şansım çok açıktır. Önce sevgili partnerim, daha sonra diğer üçlüm ve aramızdan çok erken ayrılan Meralciğimizle birlikte on beş okutman çok mutlu neşeli ve akademik yönden verimli dönemler geçirdik. 

Türkiye dönüşürken, okulumuzda da yönetsel değişiklikler olumsuz yöne kaymaya başladı. Tıp Fakültesi koordinatörlüğü ve ders programı hazırlama komitesi görevleri  de yapıyordum değerli Mehmet Ali Yavuz ve Uğur Altunay hocalarımızın yönetiminde. Bir de DEÜ Vakfı İlköğretim Okulunun kuruluşunda gönüllü komisyon çalışmalarında. En yoğun yıllarımdı o sıralar. Bu kez kızım üniversite sınavlarına hazırlanırken Genel Dilbilim yüksek lisans programına başladım. Yedi öğrenci- öğretmendik sınıfta. Benim tez konum 'İslami Kadın Dergilerinde Kadına Yüklenen Anlamsal Roller' üzerineydi. Ve tam AKP iktidarı başlarken bitirdim. Biraz önce açıp sonuç bölümüne baktığımda tüylerim ürperdi. Dönüşümün kuramsal göstergeleri nasıl da yerleştirilmiş diye. Doktoraya başlayıp bu konuda devam etmeyi çok isterdim, isterdim de bazı hocalar fazla sorgulayanları sevmezlerdi o dönemde de...

 Kısa bir süre sonra Mehmet Ali ve Uğur Hocalarımız da YDY'den ayrılınca her şey birden çok farklılaştı. Galatasaray Üniversitesi'nin okutman aradığını öğrendim Mısır gezisinde karşılaştığımız tur arkadaşlarımızdan.

Ve final çok sevdiğim Boğaziçi'nin kıyısındaki o minik yerleşkede oldu. Emekli oluşumun üçüncü haftasında mesleğimi özlemeye başladım. Babam çok zor bir ameliyat geçirmişti çaresi tam bulunamayan hastalıktan. İzmir'e dönmem gerekiyordu. Yine de yalnızca üç yıl süren iyilik döneminde önce Kadir Has Üniversitesi, sonra İTÜ'de yaşamımın en güzel derslerini verdim diyebilirim. Çünkü yeniden öğrencilerime kavuşmanın coşkusunu yaşıyordum. Babacığımın hastalığı yinelenince her şey anlamını yitirdi uzun bir süre. 

Babamı sonsuzluğa uğurlayışımızdan yedi ay sonra canımın içi torunum katıldı aramıza. Ve babaanneliği öğrenmeye başladım. Arada GSÜ haftasonu kurslarında ders verdim ve iki yıl önce çok sevdiğim mesleğimi artık tümüyle gençlere bırakmaya hazır hissettim kendimi .

Ve bu yıl Eylül'de ilk göz ağrım Sosyoloji'de öğrenciliğe başladım. Tüm arkadaşlarıma öneririm. Anadolu Üniversitesi'nin ikinci üniversite programlarını. Kayıt ve kitap kuyrukları dışında yaşamımın en rahat öğrenciliği diyebilirim. Çünkü olgunluk döneminde yeni bilgilere kavuşmanın tadı bir başka. Ama benim öğrencilik dönemlerim hep hareketli ya; kural bozulmadı. Tam vizelere hazırlanırken kızımın yaşamında yeni dönem hazırlıkları ve yarıyıl sınavı öncesinde de evlenmesi çok tatlı anılar oldu. Ama azimli bir öğrenci olarak ilk dönemi başarıyla atlattım. Umarım sakince mezuniyetimi de görürüz hep birlikte.

Bu arada öğrencilik karanlık dönemlerin bir umut ışığı gibi. Toplumbilim öğrenirken sabretmeyi de daha kolay başarıyorum sanki...