Yürekleri ısıtan kocaman bir dostluk gezisini yazacağım bu akşam, suyun öte yanındaki duygularımı. Bazı zamanlar karar vermemin güç olduğu anlarda ne denli doğru davrandığımı, vazgeçmemenin güzelliğini...
İki ay kadar önceydi, Lozan Mübadilleri Vakfı'nın yemeğinde Nisan'da ilk kez yeni bir rotayla Yunanistan'a gidileceğini duymuştum. Ekim gezisindeki dostlar çok istedikleri halde katılamadılar. Ben de GSU kurslarındaki derslerimi bitirmiş bu ilkyaz gezisini iple çeker olmuştum. tam o sırada sevgili kuzenim Zafer ağabey'imin ani kaybıyla sarsıldım. Beş gün tüm acılardan, ülkemin yorucu gündeminden, yaşamın sorumluluklarından uzaklaşmak çok iyi gelecekti. bu duygularla çıktım yola.
Yeni günün ilk dakikalarında çıktık yola. Bir İzmir'li olarak 35 numaralı koltuk bana yan koltuk komşularım iki kızkardeşin, Şule ve Lale'nin güzel dostluğunu kazandırdı.Hemen arka sıradaki Çetin Hocamız, dernek başkanımız Esat kardeş, değerli akademisyen, tüm olgunluğuyla bizlere katılan Fatma hanım ve iki gün sonra yol arkadaşım olan sevgili Ülkü, hepsine teşekkür borçluyum bu neşeli yolculuğu paylaştığım için.
Gezinin ilk dakikalarından dostluğun paylaşımına geçtim hemen. Evet, ilk durağımız Dedeağaç'dı. Güneşin ilk ışıklarıyla şehir planlamasını Rus'ların yaptığı bu sahil kentinde ben hemşerim Çimen hanımı tanıdım. Sema ve Semra hanım ve Umut'la nefis böreklerimizi (hele kremalı böreğin tadını unutmak mümkün mü?) çaylarımızı, kahvemizi içip Selanik yoluna devam ettik.
Selanik'e üçüncü gidişim de olsa her kez daha çok seviyorum. Atatürk'ümüzün evine gittik ilk olarak. Ve orada beni en çok 98 yaşındaki birinci kuşak Lütfü karadağ'ın yazdıkları etkiledi.
''Aziz Atam, Senin doğduğun topraklara bugün bir kez daha geldim, bir kez daha evini gezdim.
Doğduğun bu evde aldığım her nefeste seni yaşadım, seni andım. Sana, bize armağan ettiğin ülkenden yüreğimi getirdim.
Şükranımı daha başka nasıl ifade edebilirim ki...
LÜTFÜ KARADAĞ
Emekli TCDD müfettişi.
1 Mayıs 1914 doğumlu
birinci kuşak Yanya mübadili''
Yaşamımda unutamayacağım anlardan biriydi Lütfü Bey'in 98 yıllık yüreğinden koan bu mesajla Işık İlk öğretim okulu'ndan öğrencilerin yaprak yaprak yazdıkları mesajların bir araya gelişi.
Lütfü Bey, yaşama ve ilkelerine bağlılığıyla beni derinden etkiledi. O akşam, Beyaz Kule, Kordon gezileri ve Umut'la bol fotoğraf çekimlerimizden sonra tavernadaki yemekte Lütfü Bey'den 'Haydar Haydar' dinledik. İki yakanın insanları elele hora teptik. Sofra lezzetli, müzik ve ruhlar dosttu.
Ertesi sabah Yanya'ya hareket ettik. Şehre girişte erguvanlarla bezenmiş bulvar karşıladı bizi. Erguvanların açmasını her yıl sabırsızlıkla beklerim. Ve bu bahar ne şanslıyım ki suyun öte yanında İyonya yollarındaki erguvanları da gördüm.
Yanya, göl kıyısında çok güzel bir şehir. Göldeki adada Tepedelenli Ali Paşa'nın son günlerini geçirdiği konağını gezdik. karlı dağların eteğindeki şehri fotoğrafladık. Akşam üzeri de kaleyi ve Aslanpaşa Camiini görmeye çıktık. Güzel bir resim sergisi gezdik. Ve en ilginci fotoğraf sanatçısının Türk dostu olması, sufizme ilgisi ve ney çalmasıydı. Sergiden sonra ik yunanlı genç hanmla sohbet ettik. Christina ve Maria türkçe kursuna devam ediyorlardı. Birbirimize e-posta adreslerimizi verdik. Dün Christina'dan Türkçe yazdığı içten bir mesaj alınca çok sevindim.
Ertesi sabah Yanya'da Lütfü Bey'in doğduğu konağa gittik.
Bir hafta öncesinden doğum gününü kutladık hep birlikte. Tüm grup gelecek yıl 100. yaşına
basışını kutlamak için sözleştik. Rotamız Parga'ydı. Parga, sevgili Meral Okay'ın senaryosunu yazdığı 'Muhteşem Yüzyıl' dizisinin güçlü karakteri Pargalı İbrahim paşa'nın bize yakınlaştırdığı çok şirin ve bozulmamış bir sahil kenti. Kalesiyle, özgün mimarisiyle, balıkçıları ve çocuklarıyla anılarımızdaki yerini aldı. Parga'da grubumuzla yediğimiz lezzetli deniz ürünlerinden sonra Preveze'ye gittik. Osmanlı'nın uzun süren deniz savaşlarından sonra kazandığı bu kentin sahili kadar sokakları ve Endülüs tarzı Belediye binası da çok hoştu. Akşam yemeğini Yanya'da bir tavernada aldık. Lütfü bey'in yemeğin sonunda Lale'yle bana küpe armağan etmesi otobüsümüzün diğer üyelerince de değerlendirildi:))
Yanya'dan Meçova'ya yola çıktık kahvaltıdan sonra. Meçova küçük bir dağ kasabası. ulu ağaçları ve yaşlı insanları, lezzetli peynirleri ve balı ile özgünlüğünü koruyor. Sıra Çimen hanım'ın görünce çok etkileneceksiniz dediği Meteora Manastırları'ndaydı. Kaya ormanı da denilen Kalambaka'nın bu bölgesinde tam 21 manastır varmış. Özellikle Zembilli Manasır çok ünlü. Keşişler günlerini üçe bölerlermiş. uyku-ibadet-günlük işler.Sarp kayaların üzerine kurulmuş manastırların görkemi görülmeden anlaşılmaz gerçekten. Her ne kadar fotoğraf çekimine doyamadıksa da yola çıkma zamanı gelmişti ne yazık ki. Artık benim yanımda yirmi yıldan fazla yaşadığı Preveze'den İstanbul'a dönüş yapan Ülkü vardı. Ne güzel aydınlattı bizim grubu. 23 Nisan'ı kutlarken LMV'nin genel sekreteri Sefer Bey'in doğumgününü de kutladık.
Selanik'e dönüş yolumuzda Narda Trikala ve Larissa'da Osmanlı mimarisinin izlerini gördük. Narda'da tarihi köprüyü fotoğrafladık. Umut yolculuğuna çıkan Pakistan'lı ve Bangladeş'li göçmenlerin hali yüreğimizi acıttı. Yunanistan Avrupa Birliği üyesi olduktan sonra kadim zeytin ağaçlarının bir bölümünü yok edip narenciye dikimine yönelmiş. Hasan Baba Tekkesi'ne giderken yol kenarlarında çok lezzetli portakallar düştü kısmetimize.
Yunanistan'ın Epir bölgesi verimli toprakları ve Adriyatik'e kıyısıyla görülesi bir yer. Ve bu bölgede terkedilmiş ya da kültür merkezine dönüştürülmüş de olsa Osmanlı dönemi yapıtlarını görmek hoşuna gidiyor insanın. Tarihin izlerini yaşıyorsunuz çünkü.
Selanik'e dönüş yolunda dedelerimin şehri Karaferya ya da bugünkü adıyla Veria'yı bu kez karşıdan görmek çok iyi geldi doğrusu.
Selanik'de son akşam yemeğimizi dört kız (dördümüz de sanki 17- 18 yaşların neşesindeydik çünkü) Ladadika'da çok güzel bir Girit lokantası olan Pakadiko'da yedik. Gerçek Yunan rakısı olan 'çikudya' eşliğinde. Çok keyif aldık dördümüz de.
Gün 25 Nisan'dı ve dönüş günü gelmişti. Serez'de Şeyh Bedrettin'i Nazım usta'nın şiiriyle anıp Kavala'da öğle molamızı verdik. Ekim gezisinde yemek yediğimiz lokantada enfes midyeli pilav, caciki ve veda uzolarından sonra bol esprili grubumuzla sınıra nasıl vardığımızı anlamadık bile.
Yeni bir güne başlarken otobüsteki sevgili yol arkadaşlarımla vedalaşıyordum bu kez. İyi ki varsın LMV. Yüreklerin ve anıların benzeştiği dostları buldum senin aracığınla. Hep birlikte yeni gezilere ...
29 Nisan 2012 Pazar
14 Nisan 2012 Cumartesi
KARANLIĞA AÇILAN PERDELER
Öyle günlerde yaşıyoruz ki genellikle anıları,dostlukları ve sanatı yazarken mutlu olabiliyoruz. Bir kaçış sendromu bu açıkçası. Bu sabah Karşıyakalılar için yüreğimden gelenleri yazdıktan sonra gazetemi elime alıp okumaya başladım. İlk sayfanın ilk haberi ' Tiyatroya belediye darbesi' idi. Gözümün önüne Edward Munch'un 'Çığlık' tablosu geldi o anda. Seesizce 'yeteeeeer' diye bir çığlık attım ben de.
Daha dün Silivri tutuklusu üç kişinin her an ölüm haberi gelebilir haberiyle sarsılmıştım. Suriye krizi sınırımızdan içeri girmişti. Köprüler çöküyor, Van yine sarsılıyordu.Meral Okay'ın ardından bir kısım medya arsız başlıklar atıyordu. 4+4+4 'ün ilk etkileri fotoğraflarıyla yayımlanıyordu.Tüm bunlara dayanmak için dostluklardan, sanattan almaya çalışıyorduk gücümüzü.
Ve işte sıra İstanbul Şehir Tiyatroları'na el koymaya gelmişti. Rosembergler Ölmemeli'yi Harbiye'de izlediğimde içime bir kurt düşmüştü zaten. 'Bu oyunun ömrü ne kadar sürecek?' sorusuyla çıkmıştım salondan. Gerçekten de bir iki ay sonra ONK Ajans'a suçlamada bulunularak kaldırılmıştı oyun.
Bir an gazetenin başlığını tersine çevirdim. Belediye'ye tiyatro darbesi diyerek. Bu ancak 1 Nisan haber başlığı olabilir artık bu ülkede diye acı acı gülümsedim. Darbe sözcüğünü hiç bir anlamıyla sevmedim ve sevmeyeceğim. Yıkımdan ve karanlıktan başka bir anımsatması yok çünkü. Yalnızca sanatın başat olduğu bir çağ gelecek mi diye düşledim. Çünkü insanı ancak sanat ve bilimin aydınlatacağına hala inananlardanım ben.
Sonra başka bir düşe geçtim. AKM'nin hiç kapatılmadığının,Taksim sahnesinin açık olduğunun hayaline daldım. Kimbilir kaç kişi o kapılardan içeri girip neler izleyecekti dedim. Nasıl bir karanlık bu diye isyan ettim kendimce.
Evet, görüntüyü kurtarmak için bir takım zevksiz salonlar yapıldı,perdeler açıldı,yadsıyamayız. Ya kaliteye ne oldu? Daha dört beş yıl önce izleyebildiğimiz o ölümsüz sanat yapıtlarını izleyecek kaç sahne kaldı Türkiye'de? Gencay Gürün'ün dediği gibi 'Yapmak zor, yıkmak kolay'. Belediye, devlet yalnızca finansal katkıda bulunmalıyken, nasıl oyun seçici kurulunun başına gelebilir? Niye hep bilimsel bakışı sürekli yıkmaya yöneliyor bu güzel ülke?
İçimdeki çığlıkların tümünü yazmaya yetecek gücüm yok. Yine satır aralarından anlarız biz birbirimizi. Biliyorum ki bu yazıdan hoşlandım demeye bile cesaret kalmadı okuyacaklarda. Artık bir orman içinde yapayalnız ağaçlarız pek çoğumuz. Karanlığa açılacak perdeler. Siyasal tarihi okumak gücümüz olsun a, dostlar. Bu da geçer...
Daha dün Silivri tutuklusu üç kişinin her an ölüm haberi gelebilir haberiyle sarsılmıştım. Suriye krizi sınırımızdan içeri girmişti. Köprüler çöküyor, Van yine sarsılıyordu.Meral Okay'ın ardından bir kısım medya arsız başlıklar atıyordu. 4+4+4 'ün ilk etkileri fotoğraflarıyla yayımlanıyordu.Tüm bunlara dayanmak için dostluklardan, sanattan almaya çalışıyorduk gücümüzü.
Ve işte sıra İstanbul Şehir Tiyatroları'na el koymaya gelmişti. Rosembergler Ölmemeli'yi Harbiye'de izlediğimde içime bir kurt düşmüştü zaten. 'Bu oyunun ömrü ne kadar sürecek?' sorusuyla çıkmıştım salondan. Gerçekten de bir iki ay sonra ONK Ajans'a suçlamada bulunularak kaldırılmıştı oyun.
Bir an gazetenin başlığını tersine çevirdim. Belediye'ye tiyatro darbesi diyerek. Bu ancak 1 Nisan haber başlığı olabilir artık bu ülkede diye acı acı gülümsedim. Darbe sözcüğünü hiç bir anlamıyla sevmedim ve sevmeyeceğim. Yıkımdan ve karanlıktan başka bir anımsatması yok çünkü. Yalnızca sanatın başat olduğu bir çağ gelecek mi diye düşledim. Çünkü insanı ancak sanat ve bilimin aydınlatacağına hala inananlardanım ben.
Sonra başka bir düşe geçtim. AKM'nin hiç kapatılmadığının,Taksim sahnesinin açık olduğunun hayaline daldım. Kimbilir kaç kişi o kapılardan içeri girip neler izleyecekti dedim. Nasıl bir karanlık bu diye isyan ettim kendimce.
Evet, görüntüyü kurtarmak için bir takım zevksiz salonlar yapıldı,perdeler açıldı,yadsıyamayız. Ya kaliteye ne oldu? Daha dört beş yıl önce izleyebildiğimiz o ölümsüz sanat yapıtlarını izleyecek kaç sahne kaldı Türkiye'de? Gencay Gürün'ün dediği gibi 'Yapmak zor, yıkmak kolay'. Belediye, devlet yalnızca finansal katkıda bulunmalıyken, nasıl oyun seçici kurulunun başına gelebilir? Niye hep bilimsel bakışı sürekli yıkmaya yöneliyor bu güzel ülke?
İçimdeki çığlıkların tümünü yazmaya yetecek gücüm yok. Yine satır aralarından anlarız biz birbirimizi. Biliyorum ki bu yazıdan hoşlandım demeye bile cesaret kalmadı okuyacaklarda. Artık bir orman içinde yapayalnız ağaçlarız pek çoğumuz. Karanlığa açılacak perdeler. Siyasal tarihi okumak gücümüz olsun a, dostlar. Bu da geçer...
35.5 VE KARŞIYAKALILAR
Karşıyaka ve Karşıyakalı'lar ya da İzmir'in en aydınlık yüzü, 35,5u. Yaşamımdaki güzel anıların, güzel insanların şehri. Artık çok büyüse de hala farklı bir rengi olan Karşıyaka...
Küçük bir kızdım Karşıyaka'ya ilk gittiğimde. Sevgili Osman amcam Karşıyaka'yı seçmişti emeklilik şehri olarak. Kardeşler birbirleriyle sık sık buluşurlar, bize de gün doğardı. İlk evleri Akkor apartmanındaydı. Hemen yanında trenyolu vardı. Her tren geçişinde ev sarsılır ama yine de çocukluğun o tasasız uykuları uyunurdu. Benim için ağabey olan iki büyük kuzen, bir yaş küçüğüm üçüncü kuzen ve sevgili bebeğimiz Gonca'cık. Ne güzel sofralar kurulur, yengemin lezzetli yemekleri yenir, amcacığımın doyumsuz sohbetleriyle aile sıcaklığı yaşanırdı bir araya gelince.
Biz iki kız kardeş olduğumuz için iki ağabeyin nasıl farklı ilşkileri olduğunu,delikanlı anlaşmazlıklarını da ilk o evde gözlemlemiş,şaşırmıştık. Sonra dedemin adını taşıyan üçüncü kuzenimin sünnet düğününü faytonlarla gezerek kutlamıştık. O fayton gezisinin tadını unutamam bu gün bile.
Üniversiteye başladığım yıl Çarşamba adresim amca eviydi. artık Yelken Klubü'nün yakınındaki 'Yelken apartmanı' yeni evleriydi amcamların. Yengeme çok uzak gelmişti yeni evleri. Çarşının yakınından oraya taşınmayı hiç istememişti önceleri. Bugünkü Karşıyakalılar için inanılmaz gibi o uzaklık tanımlaması.
Yıllar geçti. Bu kez babam seçti Karşıyaka'yı emeklilik günleri için. Ben minicik oğlumla her fırsatta Karşıyaka'daydım artık. Annem sevgili lise arkadaşlarıyla buluşmalarının keyfini yaşamaya başlamıştı. Her fırsatta sahilde yürüyüşlere çıkar,Kilise sokağında Sema'nın kitapçı dükkanına uğrar, oğluma ve kendime kitaplar seçer, ne güzel sohbetler ederdik. Ağam baklavacısının tadına doyulmaz şöbiyetlerinden alır, Tilla'da çaylarımızı içer, eve dönerdik.Annemlerle aynı apartmanda akrabalarımız Akil amcalar da otururlardı. Oğulları değerli müzisyen, Kurtalan Ekspres üyesi, yaşıtım Ömür, oğlumu çok sever, her okşamak istediğinde, oğlum da ağlardı.
Biz İzmir'i seçtik yaşamak için. Benim çalışma yaşamım başlamış, yoğun geçen günlerde Karşıyaka'ya daha az gider olmuştum. Zaten annemler de Tire'ye dönmüşlerdi. Karşıdan bakar olmuştum Karşıyaka'ya.
Sonra DEÜ günleri başladı. Biz onbeş arkadaş aynı dönemde göreve başladık Yabancı Diller Yüksek Okulu'nda. O günlerde bana, sen burada kendi 'Çelik Manolyalar' grubunu bulacaksın deseler inanmazdım. Ama nasıl da bulduk birbirimizi? Bizim beşlinin iki sağlam dalı da Karşıyaka'lı.Dostluğun güzelliğini yaşatan güzel insanlar.
Dün akşam sevgili Zafer ağabeyimin anısına kadeh kaldırdık Gülçin sofrasında. Bir haftadır ani kayıpla sarsılan yüreğimde Karşıyaka'nın kalan bahçelerindeki çiçekler açtı yine. Zaten ben bu yıl ilk erguvanları da Karşıyaka'da gördüm.
Bu arada artık Norveç'de yaşayan Aysun arkadaşımı da anımsayarak bir anımı anlatmadan bitirmek istemiyorum yazımı. DEÜ'deki ilk yıllarımızdı. O yıllarda İskele'nin üstünde ilk D&R ve cep sinemaları açılmıştı. Biz üç arkadaş Başrolünde Emma Thompson'ın oynadığı 'Winter Guest'i' görmeye gittik. Ancak izleyici olmadığı için filmi geri yolladıklarını söylediler. Biz üç arkadaş üzülünce filmi geri aldırıp bizim için oynattılar. Ne güzel bir filmdi. Ve oynatanlar da gerçek sinemacılardı. Artık o anlayıştaki insanları ancak film festivalinde görmek olası.
Yazımı bitirince Zafer ağabeyimi anmaya Karşıyaka'ya gideceğim. Bugünün 35,5 'u eskisi kadar sevimli olmasa da yine de ülkemin aydınlık yüzlü insanlarının ve sevgili akrabalarımın ve dostlarımın şehri. İyi ki varsın Karşıyaka.
Küçük bir kızdım Karşıyaka'ya ilk gittiğimde. Sevgili Osman amcam Karşıyaka'yı seçmişti emeklilik şehri olarak. Kardeşler birbirleriyle sık sık buluşurlar, bize de gün doğardı. İlk evleri Akkor apartmanındaydı. Hemen yanında trenyolu vardı. Her tren geçişinde ev sarsılır ama yine de çocukluğun o tasasız uykuları uyunurdu. Benim için ağabey olan iki büyük kuzen, bir yaş küçüğüm üçüncü kuzen ve sevgili bebeğimiz Gonca'cık. Ne güzel sofralar kurulur, yengemin lezzetli yemekleri yenir, amcacığımın doyumsuz sohbetleriyle aile sıcaklığı yaşanırdı bir araya gelince.
Biz iki kız kardeş olduğumuz için iki ağabeyin nasıl farklı ilşkileri olduğunu,delikanlı anlaşmazlıklarını da ilk o evde gözlemlemiş,şaşırmıştık. Sonra dedemin adını taşıyan üçüncü kuzenimin sünnet düğününü faytonlarla gezerek kutlamıştık. O fayton gezisinin tadını unutamam bu gün bile.
Üniversiteye başladığım yıl Çarşamba adresim amca eviydi. artık Yelken Klubü'nün yakınındaki 'Yelken apartmanı' yeni evleriydi amcamların. Yengeme çok uzak gelmişti yeni evleri. Çarşının yakınından oraya taşınmayı hiç istememişti önceleri. Bugünkü Karşıyakalılar için inanılmaz gibi o uzaklık tanımlaması.
Yıllar geçti. Bu kez babam seçti Karşıyaka'yı emeklilik günleri için. Ben minicik oğlumla her fırsatta Karşıyaka'daydım artık. Annem sevgili lise arkadaşlarıyla buluşmalarının keyfini yaşamaya başlamıştı. Her fırsatta sahilde yürüyüşlere çıkar,Kilise sokağında Sema'nın kitapçı dükkanına uğrar, oğluma ve kendime kitaplar seçer, ne güzel sohbetler ederdik. Ağam baklavacısının tadına doyulmaz şöbiyetlerinden alır, Tilla'da çaylarımızı içer, eve dönerdik.Annemlerle aynı apartmanda akrabalarımız Akil amcalar da otururlardı. Oğulları değerli müzisyen, Kurtalan Ekspres üyesi, yaşıtım Ömür, oğlumu çok sever, her okşamak istediğinde, oğlum da ağlardı.
Biz İzmir'i seçtik yaşamak için. Benim çalışma yaşamım başlamış, yoğun geçen günlerde Karşıyaka'ya daha az gider olmuştum. Zaten annemler de Tire'ye dönmüşlerdi. Karşıdan bakar olmuştum Karşıyaka'ya.
Sonra DEÜ günleri başladı. Biz onbeş arkadaş aynı dönemde göreve başladık Yabancı Diller Yüksek Okulu'nda. O günlerde bana, sen burada kendi 'Çelik Manolyalar' grubunu bulacaksın deseler inanmazdım. Ama nasıl da bulduk birbirimizi? Bizim beşlinin iki sağlam dalı da Karşıyaka'lı.Dostluğun güzelliğini yaşatan güzel insanlar.
Dün akşam sevgili Zafer ağabeyimin anısına kadeh kaldırdık Gülçin sofrasında. Bir haftadır ani kayıpla sarsılan yüreğimde Karşıyaka'nın kalan bahçelerindeki çiçekler açtı yine. Zaten ben bu yıl ilk erguvanları da Karşıyaka'da gördüm.
Bu arada artık Norveç'de yaşayan Aysun arkadaşımı da anımsayarak bir anımı anlatmadan bitirmek istemiyorum yazımı. DEÜ'deki ilk yıllarımızdı. O yıllarda İskele'nin üstünde ilk D&R ve cep sinemaları açılmıştı. Biz üç arkadaş Başrolünde Emma Thompson'ın oynadığı 'Winter Guest'i' görmeye gittik. Ancak izleyici olmadığı için filmi geri yolladıklarını söylediler. Biz üç arkadaş üzülünce filmi geri aldırıp bizim için oynattılar. Ne güzel bir filmdi. Ve oynatanlar da gerçek sinemacılardı. Artık o anlayıştaki insanları ancak film festivalinde görmek olası.
Yazımı bitirince Zafer ağabeyimi anmaya Karşıyaka'ya gideceğim. Bugünün 35,5 'u eskisi kadar sevimli olmasa da yine de ülkemin aydınlık yüzlü insanlarının ve sevgili akrabalarımın ve dostlarımın şehri. İyi ki varsın Karşıyaka.
2 Nisan 2012 Pazartesi
İKİ BÜYÜLÜ HAFTA
İKİ BÜYÜLÜ HAFTA
Üç gündür filmlerle nefes alıyorum. Sinemanın büyüsüne kapılmış yaşıyorum. Nasıl sabırsızlıkla bekliyormuşum meğer bu iki haftayı. Oyun oynamayı bekleyen bir çocuk gibi koşarak gidiyorum seçtiğim her filme. Teşekkür ediyorum bana çocukluğumdan sinemanın büyüsünü öğreten anneme ve babama.
Çocukluğum demişken; ne zaman çocukluğumun sinemalarını anımsasam parke taşlardaki topuk sesleri gelir kulağıma birden. Artık parke taşlı yollar pek kalmadı,kalanlardaysa sinemalar yok.Çocukluk evimin caddesi parke taşla döşeliydi.Ve insanlar en güzel giysileriyle sinemaya giderlerdi akşamları. O günler radyo günleriydi. Görsellik yalnızca beyaz perdedeydi. Özellikle sıcak yaz günlerinde akşam üzerleri üç yazlık sinema da duyururlardı hangi filmi oynatacaklarını. Sonra insanlar yavaş yavaş yollara dökülürlerdi. Tire'de en güzel yazlık sinema 'Şehir Sineması'ydı'. En güzel filmler de orada oynardı.
Babaannem hepimizden önce hazırlanır,bizi beklerdi. Sanki bir bayram gezmesine gidercesine sevinçle çıkardık evden. Film başlayana dek en sevilen Türk Sanat müziği parçaları dinlenirdi. Film biter, bu kez herkes yarı uykulu dönerken evlerine, topuk seslerinin tıkırtıları daha bir yoğunlaşırdı caddede. Şimdi artık o sesler yok. Hepimiz rahat ve sessiz ayakkabılarımızla yürüyoruz her yere...
İlk izlediğim filmi hatırlamayı çok isterdim. Ama çocuk yüzümü Jerry Lewis filmleri çok güldürmüştür,bilirim. Sonra unutamadığım filmlerden 'Bir Kadın ve Bir Erkek', Kiev'deki Adam' ve 'Doktor Jivago' gelir usuma, müzikleri ve görüntüleriyle. 'Neşeli Günler', 'Yedi Kardeşe Yedi Gelin' de öyle.
Çocukluk biter, Türkiye değişirken ortaokulda sevgili arkadaşım Saide ile Cumartesi matinelerinin keyfi başlamıştır artık. Bu kez Tarık Akan'lı romantik filmlerdir gözdelerimiz. Bu arada her film sonrası bir de değişik gümüş yüzükler alıp üç dört tanesi birden takılır parmaklarımıza, mini yeleklerimize ve eteklerimize aksesuar olarak.
Lise yıllarımız 12 Mart döneminin karanlığına denk gelir. O günlerin en romantik filmi İzmir'de dayımla Elhamra Sineması'nda izlediğim 'Love Story', ne çok ağlatmıştır benim dönemimin gençlerini. Ve liseyi bitirirken Yılmaz Güney almıştır gönüllerimizdeki yerini. 'Umut', 'Umutsuzlar' ve 'Arkadaş'. Gencecik yüzüyle Melike Demirağ belleğimdedir hala aynen şarkısı gibi.
Belki de tüm bu anılardan Film Festivali benim için en değerli görsel şölendir bugün de. Dünyayı, insanları izlemektir tüm emek verenlerin gözünden. Onlar çağdaş masalcılardır yüreğimde. Düşlerini, düşüncelerini, çatışmalarını,sevgilerini, incinmelerini anlatırlar en evrensel dilde.
Bu yılki festivalin ilk üç gününde tam dokuz film izledim. Sibirya'dan İsviçre'ye, Hindistan'dan Polonya'ya, Paraguay'dan Japonya'ya, Çernobil'den USA'ne farklı yaşamlar, ülkeler, çocuklar, vahşi doğa, savaşın en acımasız yüzü, öğretmenlik ve eğitim tüm farklı renkleriyle, açmazlarıyla, insana biçilen değer, değişen dünya ve sabit kalan ön yargılar her yönetmenin farklı diliyle ve oyunculuklarla sunuldu ve bize de izlemek kaldı.
Yedinci sanat yaşamdır, yaşamaktır, yaşamı sevenlere armağandır sözün özüyle.Sinematekle başlayıp bugünlere gelen festivalden sözedince Onat Kutlar'ı,tam festivalin açılış günü yitirdiğimiz Cumhuriyet yazarı Hüseyin Baş'ı anmadan olur mu? Ah bir de Emek Sineması açık olsaydı... Sanki Emek kapanalı festival de bir eksik var. Ama yine de unutulmaz bir armağan sunabilmek için kendinize bir bilet alın ve zaman ayırın yeter.
Çocukluğum demişken; ne zaman çocukluğumun sinemalarını anımsasam parke taşlardaki topuk sesleri gelir kulağıma birden. Artık parke taşlı yollar pek kalmadı,kalanlardaysa sinemalar yok.Çocukluk evimin caddesi parke taşla döşeliydi.Ve insanlar en güzel giysileriyle sinemaya giderlerdi akşamları. O günler radyo günleriydi. Görsellik yalnızca beyaz perdedeydi. Özellikle sıcak yaz günlerinde akşam üzerleri üç yazlık sinema da duyururlardı hangi filmi oynatacaklarını. Sonra insanlar yavaş yavaş yollara dökülürlerdi. Tire'de en güzel yazlık sinema 'Şehir Sineması'ydı'. En güzel filmler de orada oynardı.
Babaannem hepimizden önce hazırlanır,bizi beklerdi. Sanki bir bayram gezmesine gidercesine sevinçle çıkardık evden. Film başlayana dek en sevilen Türk Sanat müziği parçaları dinlenirdi. Film biter, bu kez herkes yarı uykulu dönerken evlerine, topuk seslerinin tıkırtıları daha bir yoğunlaşırdı caddede. Şimdi artık o sesler yok. Hepimiz rahat ve sessiz ayakkabılarımızla yürüyoruz her yere...
İlk izlediğim filmi hatırlamayı çok isterdim. Ama çocuk yüzümü Jerry Lewis filmleri çok güldürmüştür,bilirim. Sonra unutamadığım filmlerden 'Bir Kadın ve Bir Erkek', Kiev'deki Adam' ve 'Doktor Jivago' gelir usuma, müzikleri ve görüntüleriyle. 'Neşeli Günler', 'Yedi Kardeşe Yedi Gelin' de öyle.
Çocukluk biter, Türkiye değişirken ortaokulda sevgili arkadaşım Saide ile Cumartesi matinelerinin keyfi başlamıştır artık. Bu kez Tarık Akan'lı romantik filmlerdir gözdelerimiz. Bu arada her film sonrası bir de değişik gümüş yüzükler alıp üç dört tanesi birden takılır parmaklarımıza, mini yeleklerimize ve eteklerimize aksesuar olarak.
Lise yıllarımız 12 Mart döneminin karanlığına denk gelir. O günlerin en romantik filmi İzmir'de dayımla Elhamra Sineması'nda izlediğim 'Love Story', ne çok ağlatmıştır benim dönemimin gençlerini. Ve liseyi bitirirken Yılmaz Güney almıştır gönüllerimizdeki yerini. 'Umut', 'Umutsuzlar' ve 'Arkadaş'. Gencecik yüzüyle Melike Demirağ belleğimdedir hala aynen şarkısı gibi.
Belki de tüm bu anılardan Film Festivali benim için en değerli görsel şölendir bugün de. Dünyayı, insanları izlemektir tüm emek verenlerin gözünden. Onlar çağdaş masalcılardır yüreğimde. Düşlerini, düşüncelerini, çatışmalarını,sevgilerini, incinmelerini anlatırlar en evrensel dilde.
Bu yılki festivalin ilk üç gününde tam dokuz film izledim. Sibirya'dan İsviçre'ye, Hindistan'dan Polonya'ya, Paraguay'dan Japonya'ya, Çernobil'den USA'ne farklı yaşamlar, ülkeler, çocuklar, vahşi doğa, savaşın en acımasız yüzü, öğretmenlik ve eğitim tüm farklı renkleriyle, açmazlarıyla, insana biçilen değer, değişen dünya ve sabit kalan ön yargılar her yönetmenin farklı diliyle ve oyunculuklarla sunuldu ve bize de izlemek kaldı.
Yedinci sanat yaşamdır, yaşamaktır, yaşamı sevenlere armağandır sözün özüyle.Sinematekle başlayıp bugünlere gelen festivalden sözedince Onat Kutlar'ı,tam festivalin açılış günü yitirdiğimiz Cumhuriyet yazarı Hüseyin Baş'ı anmadan olur mu? Ah bir de Emek Sineması açık olsaydı... Sanki Emek kapanalı festival de bir eksik var. Ama yine de unutulmaz bir armağan sunabilmek için kendinize bir bilet alın ve zaman ayırın yeter.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)