18 Aralık 2014 Perşembe

BABAANNEM

Babaannemi yazmak ailenin en güçlü kadının anlatmak, mübadeleyi anımsamak, çocukluğumu çağırmak ve zor zamanlarda onu düşünüp güç almaktır. 

Karaferye'de doğmuş babaannem. Bir ablası ve dört kızkardeşi ve ailenin en küçüğü bir erkek kardeşiyle,anneleri Leyla Hanım ve babaları İbrahim Bey'le büyük bir aileymişler. Behçet Dayımız Kozacı soy adını aldığına göre ailenin ipekçilikle uğraştığını varsayalım. Ne yazık ki babaları genç yaşta vefat eder. Büyük abla Necmiye hanım, (benim 'Masalcı Teyzemiz' yazımda anlattığım) yardımcı olur Leyla Hanım'a. Kızkardeşler, Fatma, Atiye, Faika, Emine, Rukiye dikiş nakışla uğraşmayı severler. Necmiye Hanımın evlenmiştir. Sıra babaannem Fatma Hanıma gelir. Karaferye'nin Çermen mahallesinin varlıklı ailelerinden Edip Ağa'nın oğlu Şükrü Bey'e isterler. Babanın sağlığında onay çıkmaz. Edip ağa çevresinde geçimsizliğiyle bilinir çünkü. İbrahim bey'in vefatından sonra yeniden isterler Şükrü dedeme babaannemi. Bu kez razı olur Leyla Hanım.


Sevgili  Osman Amcam 1920 doğumlu olduğuna göre yıl 1918- 1919 olmalı. Edip Ağa'nın durumu gayet iyi. Saat kulesinin yanındaki konağına gelin gider Fatma Hanım. Dedem Şükrü Bey, çok narin yapılıdır. Babaannemi çok sever aile. İlk bir iki yıl rahat geçer. Osman Amcam ve ardından ikinci oğulları İbrahim doğar. Ne yazık ki zor zamanlar başlamış, iyi komşuluklar geride kalmıştır. Üstüne Bulgar çetelerinin baskını da ortaya çıkmıştır. 

Mübadele kararından sonra konaklarını paylaşmak zorunda kalırlar ve Edip Ağa bu eziyete dayanamaz, Konağı terk etmelerinden hemen önce babaannemden süt getirmesini ister ve sütünü içip daldığı uykudan uyanamaz. İsteği olmuş, bedeni doğduğu topraklarda kalmıştır. Dedem ve babaannem daha güvenli diye mübadele yoluna çıkmadan son haftaları Leyla Hanım'ın evinde geçirirler. Trenle Selanik Limanı'na gelirler. Babaannem yola çıkış sıralarını beklerken ailenin ilk kızı Muzaffer dünyaya gelir. 

Gemi yolculuğunda, kaptan lohusa babaanneme kamara verir. Ve  yeni vatanlarına ayak basınca Karaferyeye çok benzediğini duydukları Tireyi seçerler. 


Tire'de ellerindeki onca tapuya karşın yerleşmeleri çok uzun süre alır. Bir ay Kaptanoğlu Mağazası diye bilinen tüm mübadillerin bekletildiği soğuk ve nemli yerde kalırlar. O sürede hem iki yaşındaki İbrahim hem de bebek Muzaffer'i hastalıktan kurtaramaz, kaybederler. 


Onca üzüntüden sonra evlerine kavuşurlar. Konakları, hizmetkarları, çiftlikleri  uzak ve güzel bir hayaldir artık. Ellerine 'Koca Han'ın sekizde yedi tapusu verilir sadece. 

Babaannem güçlü olmak zorundadır. Dedem hiç bir şekilde alışamamıştır yeni durumlarına. eski günlerin özlemiyle yaşamaktadır. 'Hancı Fatmanım' olmuştur Tire'de Edip Bey'in çok sevdiği ve güvendiği gelini. Ah, bir de kasabanın yerli halkının ilk yıllardaki küçümseyen bakışları daha da arttırır hasretlerini. 

Aradan tam dokuz yıl geçer ve babannemin yitirdiği çocuklarının acısı biraz olsun küllendikten sonra sırasıyla, Necdet Amcam, canım babam, Hikmet Amcam ve halam dünyaya gelir. Benim becerikli ve güçlü babaannem, ciddiyeti ve disipliniyle herkesin saygısını kazanmıştır. çocuklarına bakacak yardımcıları da vardır. 


Yüzünde gülümsemesi azalmış, herkesin sorumluluğunu üstüne almıştır. Ailenin en büyük çocuğu Osman Amcam okumayı aklına koymuştur. Ama babaannem işleri ona bırakmayı planladığı için izin vermez. Bir at arabasına atladığı gibi Buca Ortaokulu'na gider,amcacığım. Ve Atatürk Lisesi'ni de üstün dereceyle bitirip, parlak matematik zekasıyla İTÜ İnşaat Fakültesinden mezun olur.


Sıra Necdet Amcam'da ve babamdadır. Babacığım Tire Ortaokulu'nu üç yıl üstüste iftiharla geçip Maarif Vekaleti'nin hazırladığı İftihar Kitabında yer almasına karşın, okuma hakkını Necdet Amcama verir. Ve handa babaannemin daha fazla çalışmasını istemez. En küçük amcam küçüklüğünde ağır bir böbrek ameliyatı geçirdiği için babaannem onu kaybetme korkusunu yaşar sürekli. ve Necdet Amcam Çapa Tıp fakültesi'ne Hikmet Amcam da onun koruması altında Diş Hekimliğini seçer. 


Babam, babaannem ve dedem, Osman Amcamın planını çizdiği Tire'nin en modern otelinin ve hemen yanındaki evin sahibidirler 50'li yılların başında. Halam dört ağabeyin baskısıyla Tire'de lise olmadığı için evde babaanneme yardımcı olur. Necdet ve Hikmet Amcam uzmanlıkları için bir süre İkinci Dünya Savaşı sonrası Almanyasında, Hamburg'da eğitimlerine devam ederler.


O yıllarda babamın askerlik görevi gelmiş ve aynı yıllarda Türkiye Cumhuriyet'i Kore'ye asker göndermeye başlamıştır. Babamı çok seven komutanı, onu yazıcısı olarak tutmuş ve belki de Kunuri Faciasından kurtarmıştır. 


Evin en yakışıklı oğlu askerden dönüp kurduğu otelde işlerine devam eder, boş zaman buldukça da futbol oynar ve motorsikletine biner. Babaannem ve dedem, Osman Amcamı nerdeyse on yıl önce,Kavalalı Köseoğlu ailesinin güzel ve alımlı kızı Nihal yengemle evlendirmiş hatta ilk iki erkek torunları Edip ve Zafer'e kavuşmuşlardır. Halam da babamın arkadaşlarından Ispartalı Keresteci ailesinden Süleyman Eniştemle evlenmiştir. Sıra babama gelmiştir. Babaannem  ve dedem bu kez Karaferye'den uzak akrabaları olan Şuşut ailesinin büyük kızı, güzeller güzeli anneciğimi isterler gelin olarak. Annem için yazdığım blog yazımda anlattığım gibi anneciğim, İzmir Kız Lisesindeki öğrenciliğini babasının dileğiyle bırakır ve babamla nişanlanır. Genç çift, annemin amcasının deyişiyle '' Ancak yedi yılda bir sizin gibi uyumlu bir çift bir araya gelir.'' sözlerine yakışan bir yuva kurar ve tam 55 yıl boyunca aynen ilk günlerindeki gibi bir aşk ve anlayışla sürdürürler, babacığımın son nefesine dek.Bu arada unutmamakta yarar var. Annemle babamın düğünü Tire'nin bugün Kent Müzesi olan Belediye Salonunda yapılan ilk düğündür. bir hafta sonra da babamın ömür boyu sevgili arkadaşı Ayhan Gülcüoğlu evlenir Güler Uğurbil'le aynı salonda.


Babaannem ve dedem halamın ilk bebeği İbrahim'le üçüncü erkek torunlarına da sahip olmuşlardır bu arada. Eh, sıra bendedir şimdi. Ailenin ilk kız torunu gelince herkes çok sevinir. Özellikle Şükrü dedem hep Yançister'deki  çiftliğinin özlemini gidermek istercesine 'Çiftliğim geldi.' diye severmiş.

Ne yazık ki yalnızca yedi ay sonra dedem vefat etmiş. 

Belleğimde  kalan bu çiftlik sözcüğü ve yedi yaşındayken kaybettiğim anne dedemin çocukluk anılarımın en güzellerinden olan o kocaman, bereketli ve tüm Tirenin bildiği sebze- meyve bahçesi yüreğimde müthiş bir toprak ve doğa sevgisi yeşertmiş herhalde. Umarım bir gün küçük de olsa birkaç zeytin, bir kaç meyve ağacı ve biraz da sebze yetiştirebileceğim bir bahçem olur.


Neyse, artık benim babaanneli yıllarımı anlatabilirim. Gezmeyi, sinemayı çok seven babaanneciğim. Her zaman tertemiz, düzenli giyinen babaannem. Gardırobunda iki türlü sıralardı elbiselerini, dikiliş yıllarına göre. Evin içinde de hep ipekli ve yünlü giyerdi. En yeniler gezmeye,diğerleri evdeyken. Düğmeler bile özenle seçilirdi o yıllarda. Saçını hep enseden küçük bir simit topuz yapardı. Ancak son yıllarında iğne oyalı bir yemeni takar onu da Balkan usulü bağlardı. Gezmeye giderken ipek eşarbını takardı. 


Benim görevimdi yakında oturan kız kardeşleri Atiye ve Rukiye Teyzelere gideceği zaman haber vermek. Kapıyı çalar, seslenirdim. ''Atiye Teyze, Bir maniniz yoksa, babaannem size gelecek.'' Bu kız kardeş buluşmalarından başımda bir yara izi de kalmıştır, eh, sohbetler koyulaşınca,olur böyle kazalar. 


Masalcı Teyzemiz, İstanbul'dan gelecekti. Parka gitmiştik otobüsü beklemek için. Söke'den gelen Emine kardeşleri, Atiye Teyzem ve babaannem konuşmaya dalmışlar, annemin işlediği keten boy önlüğü ve altındaki mavi elbisemle üç- dört yaşlarındaki bendeniz parkın bankının tahtaları arasından kayıp başımı betondan çite vurunca akan kandan telaşlanıp tütün basmışlardı yaraya ilk müdahale. Sonra da en yakın eczanede bandaj. Tütün basmak bugün pek anımsanmaz. O yıllarda saf memleket tütünü kullanıldığı için ilk yardımda malzemesiymiş demek. 


Dört yaşım biterken ailemize çok zor bir doğumla dünyaya gelen biricik kız kardeşim katıldı. Babaannem ve anneannemin adı Fatma verildi. Ama, o bizim Fatoşumuz oldu resmi kullanımı dışında. Zaten Fatma değil Fatoş yakıştı hep ona hiç değişmeyen o bebek yüzüne. Babaannemse adı konduğundan mı, yaşama zor tutunduğundan mu bilemem, başka türlü bağlandı üçüncü kız torununa. Hiç kimseyi nazlamadığı kadar nazladı. Bu benim abla görüşüm değil, tüm ailenin dile getirdiği görüştür ayrıca. 


İşte burada, Fatoşcuğumla dinlediğimiz babaanne masallarını anımsarım. Babaanneyle aynı evde yaşamanın en güzel yanıydı her akşam uykudan önce masal dinlemek. ne güzel anlatırdı tüm masalları. Sonra da öğrettiği kısacık duaları yineler, saf çocuk uykularımıza dalardık.


Babaannemden öğrenmiştik, 'Ankara'nın taşına bak, gözlerimin yaşına bak' marşını ve Selanik türkülerini. Keyifli olduğunda söyler ve Atatürk'e çok şey borçlu olduğumuzu, özgürlüğe onun sayesinde kavuştuklarını sürekli yinelerdi. Doğdukları topraklardan kopsalar da esaretin acısını bildiği için çok değerliydi Atatürk'ümüz.


Babaannem her yıl bir kaç ay İstanbul'a gider, Necdet ve Hikmet Amcamlarda kalırdı. Hiç unutmam, Migros'u ilk kez ondan duymuştuk. ''Bilir misiniz, İstanbul'da kapımızın önüne gelir gezici bakkal arabası. Her şeyimizi oradan alırız.'' diye farkında olmadan Türkiye'nin ilk süpermarketinin reklamını yapardı.


Mübadil olmasına karşın Rumca bilmezdi. Yalnızca geniş zamanı bolca kullanırdı. Bir kaç özel sesletimi vardı ama çok fark edilmezdi.Yıllar sonra Lozan Mübadilleri Vakfının araştırmalarında ya da konuşmalarında bunun nedeninin Karaferye'nin Türk nüfusunun çoğunlukta olmasından kaynaklandığını anladım. Çünkü evimizin mutfağından hanın avlularına çıktığımda hemen yanımızdaki iki odanın sakinleri Giritli Nine ve kızı Zehra Nine hep Rumca konuşurlardı aralarında. 'Kopela' ve 'Okso' diye seslenirlerdi diğer çocuklara. Ah, öğrensem ne güzel olurmuş onlardan bir dil daha.


Babaannem ve annemin mutfağı tümüyle Rumeli lezzetiydi. önceleri babaannemin daha sonra annemin daha büyük bir incelikte açtığı patlıcanlı, kıymalı kol böreklerinin,etli yaprak sarmalarının, Elbasan tavanın,kadayıf sarmanın,içi muhallebili muska böreklerin tadı damağımdadır. Ama yetmişli yaşlarından sonra babaannem akşam yemeklerinde sadece çorba içerek sağlığını korudu.Yine de sevgili Fatoşuyla ikili olarak bol bol ayçiçeği çekirdeği yerlerdi.    


Çocukluğumda kuskus, tarhana,erişte, salça yapılır, saklanırdı. Salça, şimdi antika diye satılan o büyük memleketten getirilmiş seramik tabaklarda güneşe çıkarılırdı. Karaferye anısı büyük deri sandık çocukluk evimin tavan arasındaydı. Bir de kırmızı renkli memleketten gelen yün battaniye, lacivert çini soba, pirinç mangal,incecik dokunmuş halılar,yeşil billur camdan reçel takımları bugün bile gözümün önünde.


 O yıllarda her evde pek bulunmayan buzdolabı bizde vardı. Babaannem bir gün aceleyle su yerine rakı şişesini alınca ve içince nasıl söylenmişse, ben de onun etkisinde kalıp elli yaşına gelene dek yalnızca şarap içtim içki olarak. Neyse ki son yıllarda bu hatadan kurtuldum.


 Yetmişli yılların ortalarında Çeşme Boyalık Sitesinde yazlık evimiz olmuştu. Aynı sitede Hikmet Amcam da ev almıştı. Oğlumun doğumundan altı yaşına dek yazları o büyük aile ortamında geçti. Babaannem hem yeğenlerimin sorumluluğunu alır hem de Barış'ı da görmenin tadını çıkarırdı. 


Kızım Başak doğduğunda, babaannem doksan yaşına gelmişti. '' kızın becerikli olacak, yaptığını yakıştıracak.'' demişti ilk kucağına aldığında. Hep dualarında tekrarladığı  ''Akıl sağlığımı bozmadan al emanetini.'' tümcesine uygun pırıl pırıl belleğiyle yaşadı doksan altı yaşına dek. 


Bir gün kemikleri ona ihanet etti ve düştü. Kalça kemiği kırıldı ve yatağa bağlandı. Tüm yaşamı boyunca geçirdiği hafif bir cilt kanseri dışında hiç ameliyat geçirmeden ve hep çocuklarından,kardeşlerinden saygı görerek yaşadı.


Yatağa bağlanmak onun güçlü duruşuna hiç yakışmadı ve ilk kez, yaratana, ''Al artık emanetini'' diye yakardı ve sonsuzluğa kavuştu çok geçmeden. O gidince sanki koca bir çınar devrildi, çocukluğumun anılarının büyük bir bölümünü de götürse de yanında,hepimize genetik olarak bıraktığı disiplini, azmi ve yaşama bağlılığının izleriyle güç veriyor her an.         






17 Aralık 2014 Çarşamba

DAYANMAK MASUM ÇOCUKLAR İÇİN

Merhaba, sevgili blogum,

Bugün tam bir ay olmuş sana içimi dökmeyeli. Ne zaman böylesine uzun ara versem, şu artık tanıyamadığım, yabancılaştığım ülkede sürekli eksilen ve yerine konanlarla ilgili dertlenmişimdir. Kutular, şura, çArşı, kriz, cemaat, çocuk katliamı,ağaçlar ve insanlar  diye başlasam...

Şura, sözcüğü Arapça kökenli ve Kuran'da da geçiyor. aslında ilk kez 15 Temmuz 1921'de TBMM hükümetinin kuruluşundan sonra Mustafa Kemal'in başkanlığında   Maarif Kongresi olarak toplanıyor ve ilköğretimle orta öğretimin düzenlenmesi konusunda kararlar alınıyor. Daha sonraları da 1926'ya dek Heyet-i İlmiye adıyla bu toplantılar sürüyor. Atatürk'ün vefatından sonra 'eğitim Şurası' adıyla toplantılar yapılıyor.Ve bildiğimiz gibi Milli Eğitim burada alınan kararlara göre düzenleniyor. 

Bu yılki şura kadar geriye dönük ve laiklikten uzak, bilimden uzak yoğunlaştırılmiş sonuçlar hiç bir zaman çıkmadı ortaya. Eğitime, bilime ve çağdaş bilgiye gönül vermiş biri olarak etkilenmemek olanaksız. Tek umudum, yetiştirdiğimiz pırıl pırıl öğrencilerimizin ve mesleğimizi devralmış çocuklarımızın her tür karanlığa karşın çağdaşlıktan vazgeçmeyeceklerine ve çocuklarını yetiştiren genç annelerin babaların sessizce de olsa bilimin yolundan ayrılmayacakları yolundaki inancım. 

Kutuların birinci yıl dönümü bugün. Artık onların toplumsal belleğimizde farklı bir algısı var. Belki bugün tarihin derinliklerine yollanmış gibi görünüyor. bir yılda zaman aşımıyla her şey sonlandırılıyor da, bazı zamanlar gelecek günler geçmişini de sorar, unutmayalım.

Cemaat, Zaman ve erk ortaklığı da unutuldu ve yeni duvarlar yapılandırıldı. Onlar uğraşadursun; bizim çArşı'mız var. Adliye saray'larının çevresini bile renklendiren kalabalığımız var. 82 yaşındaki nineden 15 yaşındaki gence dek, herkesn birlikte umut türküleri söylediği, hukuk tarihine geçen, bir taraftar grubunun ömür boyu tutsaklıkla yargılandığı davalarımız var.

Bu nice uygarlığın yeşerdiği kadim topraklardaki beton çılgınlığına artık hiç bir uzman meslek odasının karışamadığı yeni yönergelerimiz de var. Ekonominin yalnızca beton bloklarla canlandığı, her gün yeni işçi ölümlerini kanıksattıkları bloklarlarla tarihe geçmek de var.

Basın özgürlüğüne kocaman bir kilit vurulmuş, imalarla, sezgilerle, satır aralarını okuyarak bilgilendiğimiz haberler, yazılar, gün ve gece rahat uyuyalım diye her televizyon kanalında izlediğimiz bol dizili, bol eğlenceli programlarımız da var.

Devlet tiyatrosu sanatçılarımız bulabildikleri salonlarda izin verilen oyunlarda ya da oyunlarının giysileriyle karşılama törenlerinde...

Bizim topraklar böyle de diğer benzer topraklar sakin mi derseniz; dün insanlıktan bir zerre almamış yaratıklar resmi verilere göre 141 çocuğu ve öğretmenlerini katlettiler  okulda, Pakistan'da.

Tüm bu acılara, kin güdücülüğe, sevgisizliğe, bağnazlığa karşı daha güçlü olmak gerek. İnadına dayanmak, inadına insanım diyebilmek her geçen gün çok daha değerli. Dünyaya gözlerini yeni açan masum çocuklara bırakacağız her şeyimizi...  

         

     





       

17 Kasım 2014 Pazartesi

TARİH NASIL DEĞİŞTİRİLİR

Gündemin değişmesi üzerine yazmak istemiyorum derken tarihin değiştiğini okuyunca tüm kararlığımdan vazgeçtim. Eh, her faniye nasip olmazdı böylesine önemli olayları yaşamak. 

Günümüz Türkiyesi'nde aklı tutulan vatandaşlar olarak, sürekli biber pardon haber gazlarına alışmıştık kendi toprağımızda. İnsanlar, ağaçlar, eğitim, ekonomi, hukuk, sanat,kültür ardı ardına devrilen kağıt desteleri gibiydi. Ama sıra tarihin değişmesine ve neredeyse vahiy yoluyla yeni cami yakıştırmaları, gitmesek de görmesek de, düşlerimizdeki son kalenin içine yapılsa iyi olur denince şaşırmamaya and içmiştik ama yine ağzımız açık kaldı.

Halbuki ne güzel bir hafta geçirmiştim. Kendi dramamda, Kitap Fuarı, Çağdaş Sanat Fuarı koridorlarında geziyor, ruhumu arındırıyordum. 

Üç haftada Kerbela, Kalp Düğümü ve Bir Delinin Hatıra Defteri gibi nitelikli oyunlar izlemiş, güzel dinletilerin notalarında dolaşmıştım. Bu ruh dinginliği umutsuzluğumu umuda döndürmüş, güneşin sofralarına ne olursa olsun ulaşacağız düşlerime kavuşmuştum. 

Haberleri bağzı seslerin konuşmasına dayanamayıp dinlemediğimden okumakta da geç kalabiliyordum. O akşam Interstellar- Yıldızlar Arası filminin geleceğe yönelik kaygılarına ve çocukluğumun Jules Verne romanlarından gelen bilim kurgu sempatisiyle dalmış ve gözümü kırpmadan izlemiştim. 

Uykudan önce alışkanlığım olan sosyal medya iletilerine bakınca Gezi kuşağının orantısız zeka yüklü tümceleri beni günümüze ışık hızında döndürdü. Haydi bir kaç tanesini yazayım da blogumda da bulunsun:

_Küba'ya cami yapmaya git de direniş nasıl olurmuş görürsün.
_Ha ha ha, Fidel'e de takke.
_Che Guevera da Küba'daki Havana İmam Hatip lisesi'nden mezunmuş.
_ Türkiye'de camiye ayakkabıyla gienler out, Küba'da camiye puroyla girenler in.

Bizim çocuklar Küba'da cami hayalini trend topic yapmışlardı. Ancak ertesi sabah İspanya'dan gelen kınama haberlerini ve akademisyen görüşlerini okuduğumda asıl haberin Amerika'nın keşfi olduğu kocaman bir kaya gibi çarptı başıma. 

Ülkemizde tarih kitaplarının ilk sayfaları daha 10 Ağustos seçimlerinden önce değiştirilip basılmıştı. Amerika kıtasının keşfi de rahatça değiştirilirdi. Eğitimci benliğim hemen yurt dışı sınavlara girecek öğrencilerin derdine düştü. Sonra teselli nedeni buldum. Onca sorunun içinde bir geçersiz yanıt da verilse bir şey değişmezdi canım.

Zaten biz seksenlerden beri 'Alışırsınız' denilerek nelere alıştırılmıştık. Bu söylem de tarihsel bir eklentiydi, o kadar. 

Unutmayalım ki zararlı alışkanlıklarımızdan kurtulmak da mümkün. Reçetesi de çok basit: SORGULAMAK.

Sorgulamayı öğrenirsek, bizler bu masallarla uyutulurken arka planda neler satılmış anında anlarız. 



   

16 Kasım 2014 Pazar

GÜMÜLCİNELİ KÜÇÜK ALİ AİLESİNİ BİR DAHA HİÇ GÖRMEDİ

Ali tren istasyonlarını hiç sevmezdi. İstasyonlar ayrılık ve kavuşmadır aslında. Ali içinse yalnızca ayrılık.Maviş gözlü küçücük çocuk Tuzla tren istasyonunda bırakıldı ve o anda bedeni minik olsa da ruhu birden yaşlandı. 

Bu bir mübadele öyküsü. Hani Lozan Mübadilleri Vakfı'nın temeli olan ''Çekilen acılar bir daha yaşanmasın'' ilkesinin en acı örneklerinden. 

1924 yılında Tuzla İstasyonu'nda mübadil kafilelerinin kalabalığındayız. Gümülcine'den gelen Zehra Hanım, genç yaşta eşi Hüseyin'i kaybetmesinin üzerine bir de mübadele kararının çıkmasıyla sinirleri yıpranmış, yorucu yolculuğun sonucunda perişan düşmüştür. Yanında henüz 17 yaşındaki yeni evli kızı, damadı, 13 yaşlarındaki büyük oğlu ve henüz okula başlamamış altı- yedi yaşlarındaki küçük oğlu Ali ile öyle çaresizdir ki halini gören istasyon şefinin ''İsterseniz bu küçücük çocuğu da peşinizden sürüklemeyin. Benim hali vakti yerinde  akrabalarım var. Onlar Ali'ye iyi bakarlar.'', önerisini bir anda kabul eder ve bırakır oğulcuğunu. 

Ali tutar, istasyon şefinin elinden, İstanbul'da eskiden sarayın saraç başı olan yeni ailesine giderler. Ve bir daha kendi ailesini hiç göremez, hiç haber alamaz.

Ali'nin yeni ailesi ona iyi bakar. Evin babasının  Mercan , Uzun Çarşı'da işliği vardır. Ali'nin ustası olur ve onu iyi yetiştirir. Ali durumunu kabulenmiştir. Tek üzüntüsü evin çocukları okula giderken onun gönderilmeyişidir. Kendi kendine öğrenir okuma yazmayı. Ustasıyla en güzel zamanları, tatil günlerinde, sabahın erken saatlerinde, birlikte Belgrad Ormanları'na gidip bülbüllerin seslerini dinlemeleridir. 

Yıllar geçer. Ali iyi bir saraç olmuş, atlarına koşum takımları yaptıranlar onu aramaya başlamışlardır. Ekonomik durumu zora giren, oturdukları konağı elinden çıkaran ustasına daha fazla yük olmak istemez. Kendi kanatlarıyla uçmak ister. Uzunçarşı'nın ufak tefek, maviş Ali'sini sevmeyen yoktur. Zaten soyadı yasası çıktığında da o yüzden'Küçük' olur isteği. Daha önce başkaları aldığı için seçimini 'Çokküçük' olarak yapar. 

Tanıdıklarının araya girmesiyle İstanbullu Muazzez Hanımla evlenir. Muazzez Hanımın daha önceki evliliğinden iki yaşlarında Olcay isimli bir kızı vardır. Çiftin Mete, Mine ve Hüseyin adını koydukları üç çocukları olur. Muazzez  Hanım eşi gibi mavi gözlü ancak uzun boylu bir hanımdır. Öyle ki eşiyle ayakkabı numaraları aynıdır. 

Ali Usta çok iyi kalpli, acıların olgunlaştırdığı bir insan olarak, hiç kimse hakkında tek kötü söz söylemeden yaşadı 96 yaşına dek. Geleneksel babalardandı.Çocuklarını çok sevdi ama sevgisini ulu orta göstermeyi sevmezdi.   Ustasını hiç unutmadı. Büyükçekmece'ye taşınmışlar orada da yakın olmuşlardı. Ziyaretlerini hiç aksatmadı. 

Yaşamının son bir yılında artık pek bir şeyin farkında değildi. Hep doğduğu toprakları özledi ama bir kez daha göremeden ayrıldı bu dünyadan.

Çocuklarından, Mete'nin Tünel'deki iş yerine yıllar sonra bir gün bir müşteri gelir. Uzun bir süre önce Türkiye'den göç etmiş Musevi ailelerden birinin oğludur. Sohbet ederlerken, babasının eskiden Uzun Çarşı'da çalıştığını ve çocukluğunda babasının yanına gittiğinde, orada Ali Amca diye birinin onu çok sevdiğini ve Ali Amcasını çok özlediğini söyler. Ve anlar ki Ali Amcasını göremese de oğluyla sohbet etmektedir. 

Işıklar içinde yat Ali Amca. Belki bu yazıyı okuyan bir akraban çıkar da yıllar sonra çocuklarınız, torunlarınız kavuşur. 

Öykünü bana anlatan, seni çok seven ve özleyen lise arkadaşım sevgili Necla Çokküçük'e çok teşekkürler. 

10 Kasım 2014 Pazartesi

10 KASIM 2014 TÜRKİYE'NİN HAL VE GİDİŞ NOTLARINDAN

Bu başlığı atmak doğaçlama oldu ama yazmaya gelince... Aslında hiç düşünmeme gerek yok. Yalnızca okuduğum haberlerden örnekler vereceğim; son günlerin ya da diyelim bir iki haftanın gidişinden.

İlk haber Genelkurmay Başkanlığından geliyor: 10 Kasım'da bu yıl ilk kez ''Asaletini, zarafetini, bilgeliğini... Seni Özledik'' ifadesine yer verildi. Halbuki şimdiye dek ya ''Özlemle anıyoruz'' ya da ''Emanetini daima taşıyacağız'' tümceleri yer alıyordu. Dikkatimi çeken yazım kurallarımızda okuyucunun hayaline bırakılan veya anlamı güçlendirmek için kullanılan üç noktanın (...) -bilgeliğinden sonra cümleciğine eklenmesiydi. Diğer afişlerinde de ilk kez bu yıl '' Mustafa Kemal, Sizsiniz, Hepinizsiniz'' ve ''Bizimle Bizde Yaşıyorsun''diye yazıldı...  

Atamızı anarken bir haber daha okuduk. Atatürk Orman Çiftliği bundan böyle kentsel dönüşüm içine alınmış. Daha rahat davranıp 1000 odalının yanına diğer çok odalıları da eklerler.

Son haftalarda içimizi yakan Ermenek'te karanın içine dolan suyun içinde kalan maden işçileri, gündeliğe giden tarım işçilerinin acı sonları, canlarına verilmeyen değerdi. İşçi ölümleri bu denli hızla artınca artık TMMOB'nin vize ve onay yetkilerinin Gezi olaylarından hemen sonra ellerinden alınması geliyor. Bir yılı aşkın bir süredir bu yetkiler Çevre ve Şehircilik Bakanlığında.

Soma Yırcalı'da termik santral bahanesiyle 6000 zeytin ağacı bir çırpıda çırpı oldu. Köy halkının tüm direnişi hiç dikkate alınmadı aynen Validebağ Korusu direnişinde olduğu gibi. Ama işte halkın dayanışmasıyla tazecik fidanlar dikildi bile kesilenlerin yerine.

III. Boğaz Köprüsü ve yeni hava alanı için kesilen milyonlarca ağacın yerini ne alacak peki?  

Her zaman dini referanslarla örnekleme yapan hükümet, 
nasıl oluyor da Kuran'da yer alan ağaç kesimine karşı ayetleri hiç önemsemiyor? Almanya, İngiltere gibi görece soğuk ülkeler durmaksızın güneş enerjisi panelleri kurarken bizde niye ruhsat almak için sırada bekleyen işletmelere izin vermiyor?  HESler, RESler, barajlar ve hatta yalnızca termik santral  değil nükleer santral kurarak doğayı korkunç şekilde mahvedeceğini düşünmek istemiyor. 12 yıldır soruyoruz, sorguluyoruz ve soracağız.

Suruç-Kobani hattı alevler içinde 50 gündür. Gençler en çok kurban oluyor Gezi'deki gibi. 

Ve Gezi kurbanı gençlerin katilleri için açılan davalarda ya  savcı uyuyor ya da yargıç, bin üç yüz  kilometrelik yoldan gelen ailelerin yüzlerine karşı...

YÖK başkanı Çetinsaya görevden alınıyor ''YÖK buharlaştırılmalıdır'' dediği için. Öte yandan 4+4+4 modelinin sonucu first lady modeli küçük çocuklar üç kişilik sıralarda oturuyor. TEOG din sorularının farklı inançtaki öğrenciler tarafından yanıtlanmaması gerektiği beş ay sonra anımsanıyor, sonuçlar değişiyor.

Alevi vatandaşlar bu yıl Aşure gününde nedense çok fazla anımsanıyor. Bir kase aşureyle tüm yapılanlar unutturulurmuş gibi. Hatta cumhurbaşkanlığı forsu süsleme olarak kullanılıyor kazanlarda...

Başkentin kaç yıllık Akün ve Şinasi sahneleri de satılıyor bir anda, toplumsal kültür belleğimiz biraz daha boşalsın, otel yatak sayıları artsın diyerek...

Bonzai kullanımı bir yılda % 25 artıyor ama çözüm üretilemiyor. 

Çevre katliamı ve iklim dengesi öylesine büyük boyutlara ulaşıyor ki İstanbul'da Hem Bebek hem de Kuzguncuk'ta yaban domuzu görülüyor. 

Yapılan anketler sonucunda Türkiye'de birey başına günlük TV seyretme süresi 6 saat, kitap okuma ise bir yılda bir sayfa diye açıklama yapılıyor.

Hemen tüm ürünlerin ve hizmetlerin fiyatları ve vergileri artıyor ortalama %10 oranında, maaşlar ise %3. küçük ve ora ölçekli işletmeler büyük hızla kepenk indiriyor, kısacası hızla bir dibe vuruş eylemindeyiz sanki.

Ve her geçen yıl artan büyük bir çoğunlukla Atamızı anıyoruz derken çok ama çok ARIYORUZ.


  




5 Kasım 2014 Çarşamba

PIEMONTE BAĞLARI YA DA TORİNONUN AYRANI

İşte bir gezi yazısı daha. İnsan, ruhunu yeniler ilk kez gördüğü yerlerde,hani hep sığındığı sevdiği mekanlar gibi.
Torino ya da bölgesel konumuyla Piemonte de benim için öyle oldu.

Başlangıçta sevgili arkadaşlarımız Tülay ve Adnan'ın zorlamasıyla gider gibiydim. Ancak dört kişilik ve dört günlük  turumuz öyle güzel geçti ki yazmasam olmaz dedim. Biz,dört kişi çıktık ama Koptur grubu olarak çok değerli, bilgisine hayran olduğum Murat Yankı rehberimizle 25 kişiydik unutulmaz gurme ve kültür gezimizde.

Millenyumu karşıladığımız klasik Roma-Floransa-Venedik turumuzdan sonra düşümde Toscana'ya gitmek vardı. Torino bana hep FIAT 'ı yani otomotiv endrüstrisini çağrıştırırdı. Gezince ne denli farklı olduğunu anladım.'FABBRICCA ITALIANA AUTOMOBILI TORINO'nun baş harfleri bildiğimiz FIATmış. 1889 yılında 150 kişiyle üretime başlayan eski fabrika bugün bomboş. Neyse bir de ünlü futbol takımı Juventus'u da anımsayıp gezimize dönelim.

Torino, Keltçe dağlar anlamındaki 'tau'dan gelse de İtalyanca'da küçük boğa anlamında olduğu için flamasında  boğa figürünü bugün de taşıyor. Ayrıca İtalya Krallığı'nın 1861-1865 arası Roma'dan önceki ilk başkenti olmuş. Torino 1563den itibaren Savoya Dükalığı'nın da başkenti olduğu için yapılarıyla o yılların görkemini çok iyi korumuş. 2006 yılında şehirde gerçekleştirilen Kış Olimpiyatları için yapılan harcamalar kenti daha da güzelleştirmiş. Uçaktan inip otelimize yerleştiğimizde akşam yemeği için hazırlanmaya başladık hemen. Tarihi bir otel olan Sieta'nın özel salonunda yemeğe başlamadan önce hoşgeldiniz içkilerimizi aldık ve Murat bey, bize Fransa'nın Champagne bölgesinde 1688'de  Ober Villie Manastırı rahiplerinden Pierre Perignon'yun yaptığı şarapların tam fermente olmadan soğukta patlaması üzerine şeker ekleyerek ilk kez mantarla kapatmasıyla içinde kalan karbondioksitle köpüklenmesi sayesinde baharda havalar ısınınca bir kez daha mayalanmasıyla şampanyayı elde ettiğini de açıkladı.Ancak biz Champagne'de olmadığımız için bölgenin muskat/misket üzümlerinden yapılmış köpüklü şaraplarımızı çok beğendik. Piemonte'nin çok iyi korunan mutfağından oluşan ilk menümüzde servis yapan şefin 'Life is Beatiful' filminin aktörü Roberto Beningni'ye tıpatıp benzerliği çok sevdiğim filmi bir kez daha anımsattı bana.     


Ertesi sabah Langhe ve Roero bölgelerine gitmek üzere erkende yola çıktık.Günümüz şarap tadımlarıyla doluydu. Şaraplar demişken; ülkemizde artık ikramı bile yasaklanan kadim içkinin kral ve kraliçesiyle tanıştırdı bizi tam bir uzman olan rehberimiz. Bir günde iki tadım iki yemekten sonra hepimiz mide fesadına uğramış gibiydik. Barolo adını yetiştirildiği Barola'dan alan kral ve Barbaresco- kraliçe şaraplarıyla ünlü  ) ve oranın en eski şarap üreticilerinden Cordero di Montezemola ailesinin mahzenlerini ziyaretimizde sabahın onunda şaraplarımızı içmeye başlamıştık bile. Bu tümceyi yazarken sanki 1000 odalı biri bizi azarlıyormuş gibi korku içindeyim:))) Mahzenlerde bir çok bilgi edindim, MSA'daki şarap kursumuzdan altı yıl sonra. ilk şarap fıçıları M. Ö. 1. yüzyılda kullanılmaya başlanmış, anforalardan sonra. Piemonte'ye meşe fıçılar 1990 yılında gelmiş ve böylece yıllandırma işlemi daha kolaylaşmış. Yalnızca  dağların sisi anlamına gelen Nebbiolo üzümlerinin yetiştiği tek yer olan yörede üzümler gerçekten de sisli bir görünümde olurmuş. Unutmadan şarap şişelerinin neden 75 cc yapıldığını da anlatayım. İlk zamanlar şişeler üfleme tekniğiyle yapılırken ortalama akciğer kapasitesi bir insanda bu ölçüdeki bir şişe için yeterli olduğundan dolayı geçerli olmuş. İçtiğimiz her şarap farklı aromalar taşıyordu. Nedeni fermantasyona bağlıymış.Bir de bağ bozumu sürecinde üzümlerin  birazı dallarında kuşların payı olarak bırakılırmış. Bu bilgileri aldıktan ama kral ve kraliçe şarapları kırarız korkusuyla taşıyamadıktan sonra rehberimiz bizi önce çok farklı turbişonların sergilendiği Barola turbişon müzesine  sonra dağların zirvesine yakın bir restorana götürdü. 

Orada fındıklı ton balıklı püreli hamsi sunumunda Trabzonlu yol arkadaşımız 'fındığı da hamsiyi de mahvetmişler' diyerek bir yandan yakınıp öte yandan iştahla yemeğini yerken, bölgenin italya'nın tek fındık üreticisi konumunda olduğunu ve Nutella markasının çıkış yeri olduğunu öğrendik. nedeni de Torino'nun Fransa'dan sonra çikolata üretilen ilk yer olduğu, Ferrero Roche'nin fabrikasını orada kurduğunu belleğimize kaydettik. 1830larda III. Napolyon Torino'ya gelen kakao  satışını kesince fındık kreması kullanmaya başlıyorlar. günümüzde fındıklı çikolataları en çok satılan ürünlerinden. Neyseki şaraplar gibi olmadı bir kaç kutu ünlü Torino çik0latacısı ve pastanesi Baratti&Milano'dan alabildik. 


Bakın yine öykülere daldım. Öğle yemeğini yediğimiz aile restoranının menüsündeki beyaz trüflü makarnanın tadı eşssizdi. daha sonra gittiğimiz Alba'da 4 Ekim-6 Kasım arası her hafta sonu Tartufo Bianco toplama turları yapılıyormuş. 

Gün bitmeden Pollenzo'da sıra. Po nehrinin276 kmlik kolu olan Panoro nehri kıyısında kurulmuş olan bu tarihi şehir günümüzde kalesinin içinde yer alan Gastronomi bilimleri fakültesiyle de ünlü. Kalede İtalya'nın tüm şarap türlerini saklayan Banco del Vino da var. Çok ilginç bir banka gerçekten. Dehlizlerin içinde kalenin kalıntıları ve 100.000 şişeden fazla şarap.              

Güz yapraklarının yarı yeşil yarı kırmızı renkleriyle çevrelenmiş yolu izlemeye doyamadım her anıyla. Masallardan fırlamışcasına yapıları ve sakinliğiyle bizim ülkemizin karmaşasından öylesine uzaktık ki...

Sakinlik deyince;Torino ya da Piemonte bölgesi 1989'da 'slow food' hareketinin başladığı yer. Slow food hızlı yemeğe karşı olmanın çok ötesinde 'iyi, temiz ve adil üretim ve tüketimi savunuyor. Carlo Petrini adlı gazetecinin başlattığı eylem günümüzde tüm dünyaya yayılmış durumda. Salyangoz sembolleri. 1990'da 'citta slow', doksanların sonunda 'slow wine' ortaya çıkıyor ve en son olarak da 'slow money'. Amaçları giderek kapitalist sistemin pençesine düşen ve kirlenen gezegenimizde kirlilikten uzak, küçük yerel üreticilerin adaletle yer aldığı bir sistemi yaymak. Acı tebessümlerle yeni Türkiye'nin hedeflerine ne denli aykırı olduğunu düşündürüyor bize.

Ertesi gün İtalyan rehberimizin eşliğinde kültür turumuza başlıyoruz. .  Teatro Regio Puccini'nin ünlü La Boheme operasını 1896'da ilk sahnelendiği yer. İsa'nın çarmıha gerildikten sonra sarıldığı kefenin saklandığı Duomo di san Giovanni Katedrali'ne gidiyoruz. Herkes Milano'da 2015'de yapılacak EXPO'nun Torino'ya çekeceği turist artışında bu mucizevi kefenin rolü olacağına inanıyor. Eh, kolay mı 1997'de düşen yıldırım büyük bir yangına neden olmuş ama kefen yanmamış.

Sıra benim favorim Plazzo Madama'da Prag'da gotik mimarisine, meydandaki duruşuna hayran olduğum Elizabeth kilisesi gibi sıcaklık duydum bu zarif yapıya. Müze salonlarında RAI TV kanalında eğlence programlarında yıllar boyunca giyilen kostümler de sergileniyordu. Benim gibi Rafaella Carra showlarıyla büyüyen kuşaklar için o günlere dönüş oldu. Müzede en tanınmış yapıtlardan biri Messini'nin Flaman etkisinde yaptığı tablosu. Gözlerde her yeri kontrol eden Mafya bakışı varmış. Bu arada Mimar Sinan'ın çok etkilendiği çağdaşı mimar Palladio'nun eseri, Meryem'e adanmış bir kilisenin olduğunu da öğreniyoruz. 

Otomobil Müzesi'nde 200 civarında en eskisinden, üretilmesi planlanan modellere dek 200 araba sergileniyor. İlginç olansa eski modellerin içinde yer aldığı filmlerden görüntülerle sergileniyor olması. Daha sonra Torino Eataly'yi geziyor ve İstanbul şubesinin küçüleceği haberini alıyoruz.  

Benim için sinema müzesi çok daha ilginçti. Herkesin öğle yemeği yediği saatlerde müzeyi gezdim. Yalnızca İtalyan sineması değil tüm unutulmaz filmlerin de olduğu müze binası da çok ilginçti. Mole Antonelliana adlı eski bir sinagogun içinde kurulan müze  galerilerle çevrili beş katta milyonlarca belge, poster ve görüntüyü koruyor. Torino Film Festivali'nin ana mekanı ayrıca. 

Del Cambio restoranda yine lezzetli bir akşam yemeği yemeden önce yalnızca Piemonte'ye özgü süt kremalı kahve 'Biccolino' içimini de gerçekleştiriyoruz. .  

Ve son gün Venaria Reale gezimiz var. Bir av köşkü olduğuna inanmak zor. UNESCO'nun korunması altında. Cardio planda ve Barok tarzda inşa edilmiş. Ayrıca çok mükemmel sergilenen Savoy hanedanın tabloları da çok etkileyici. Av tanrıçası da olan Diana'nın burada tapınağı olduğuna inanılıyor. Ve sarayın tam ortasındaki salon onun adını taşıyor. Her yıl 3 Kasım'da saraydaki antik çalgılarla burada konser veriliyor. ve köpeklerde içeri alınıp onların da sesleri dinleniyor. Sarayda yalnızca geçiş olarak kullanılan görkemli koridorların zarafeti, bembeyaz sadeliğiyle büyüleyici. 

Sarayın Michelin yıldızlı şefinin yemekleri de saray gibi sade ve bir o kadar da lezzetli. Versaille Sarayını anımsatan bahçelere bakarak yediğimiz yemek ve avludaki havuzda klasik müzik eşliğinde izlediğimiz suların dansı unutulmazlar listemizde yerini aldı bile.

Daha yazacak çok şey olsa da içindeki güzellikleri gizli tutan Torino'ya veda zamanı. Haydi biz güzel ama yalnız vatanımıza geri dönüyoruz. En büyükler tarafından azarlanmayı, kötü ve taraflı haberleri özlemiştik
desem yalan olur.
Piemonte bağlarının şaraplarına elveda, milli içkimiz ayrana, merhaba.















9 Ekim 2014 Perşembe

HERKESİN SAKIZ TURUNUN RENGİ FARKLIDIR

İki gün her şeyden kaçmak istedim ve Sakız'a attım kendimi. On iki yıl sonra yalnızca otuz altı saatlik bir ara nasıl iyi geldi onca karamsar haberlerden öncesi ve sonrasına dayanmak için. 

Haziranda  Girit'e gitmiştik ve yalnızca dört günlük bir tatilden sonra IŞID haberleri karşılamıştı gündemin baş köşesinde. Aradan geçen üç ay, Suriye sınırı ve savaş ve insanlık dışı görüntüler, haberler ve ölümler ve yağmalanan ülkemiz ve anlamamak ve okumamak...

Ben üstteki paragrafı da yazmayacaktım aslında ama beynimiz öylesine dolu ki olmuyor değinmeden.

Bu bir gezi yazısı, Çeşme'den ışıklarını seyrettiğimiz, artık hızlı feribotla on sekiz dakikada ulaşabildiğimiz Yunanistan'ın beşinci büyük adası Chios ya da kırsal anlamına gelen adıyla Hora ya da bizim Sakız adamız.    

Ekim'in altısı, sakin bir deniz ve Çeşme limanına bilet almaya gidiyorum Ertürk ofisine. İnanın ben bu denli fazla araba park edildiğini görmedim liman tarafında. Ana yolun iki yönü, üstte Çiftlikköy yönü ve limana bakan evlerin arka yolu tümüyle dolu. ''Acaba geri dönsem mi?''' iç sorgulaması, ''Dönsen ne değişir ama gidersen yeni fotoğraflar ve bilgiler eklersin belleğine...'' ''Eh, bir ben mi fazlayım, haydi, gidiyorum.''  Ve tam da ofistekiler yolcu listesini gemiye yollarken son bir bilet kestiren ben.  Yola çıkmadan e hafifledim; ruhum gezgin benim.

İki gündür Internet'i  tarayarak tüm turları ezberlemenin yararını kırk dakika süren keyifli bir deniz yolculuğunun adından liman çıkışında gördüğüm 'Alsancak Turizm' etiketiyle yolcularını bekleyen genç turizmci sağladı doğrusu.  Yanına yaklaşıp turlarında yer olmadığı için bireysel geldiğimi, günlük gezilerine katılıp katılamayacağımı sordum. Hemen sol eline alıp kalemi adımı not aldı ve bir solak olarak daha da bir rahatladım. ( bu tümceyi solaklar daha iyi anlar, yaşam sağ ellerini kullananlar için daha rahattır her tür toplumsal düzenlemede.) Liman çıkışı,biraz sola doğru yürürsem 'Kanaris Turu' bulabileceğimi ve oradan turlarına yolcu olabileceğimi söyledi. 

 Kanaris Tours çalışanları gayet anlaşılır İngilizce ve Türkçe bildikleri için bir gecelik otel rezervasyonumu hem de tam şehir merkezinde olmak üzere hızlı bir şekilde ayarladılar. Bendeniz, iyimser gezginin şansı daha da açıldı. Alsancak Turizm'in sahibi olan rehberimiz Kıvanç Bey (limandaki solak genç) iki gündür yoğun yolcu trafiğinden ve hep otobüsle konuk gezdirmekten bitkin düştüğü için otobüs fazlası biz yedi kişiyi konforlu bir minibüsle çıkardı Güney turuna.

İlk durağımız Mesta. Girişinde Ortaçağ Kalesi yazılı. Merkeze 35 kilometre uzaklıkta. Daha sonra da göreceğimiz gibi bir kale köy olarak yapılmış, korsan saldırılarından korunmak için. Beşgen şeklinde inşa edilmiş ve her bir köşeye günümüzde ev olarak kullanılan gözetleme kuleleri yapılmış. Çok iyi korunmuş bir köy. Dehlizler ve üstten küçük, kapalı köprülerle (Lokos) birbirine bağlanmış evler ve sokaklar. Ve pencereler hep içe bakıyor korunma açısından. Mesta'nın böylesine sağlam kalışının en büyük nedeni 1881 büyük depreminden kayalık bir yapısı olduğundan ve mimarisinden ötürü dayanması. Ayrıca içinde çok değerli ikonaların bulunduğu Palaios Taksiarhis Kral Kilisesi de köy meydanına bakıyor. 

Artık sıra Pyrgi'de. Merkeze 25 kilometre uzaklıktaki bu Güney köyü de  Mesta gibi birbirine bitişik yapılar ve iç yöne bakan pencereleri, taş döşeli dar sokaklarıyla ve özellikle bu mevsimde balkonlarda sıra sıra iplere asılı kurutmalık domatesleriyle siyah beyaz ve kırmızı renkli bir yerleşim. Siyah ve beyaz rengin kaynağı, Cenovalılardan  kaldığına inanılan sıva üzerine el oyması teknikle geometrik desenlerle bezenen Xsistalar. Köyde gördüğümüz hemen tüm yerli halk Eylülde biten toplama işleminden sonraki aşama olan ayıklama ile meşguldüler. Ben de damla sakızımı rehberimizin önerisiyle gençliğinde bir Türk kızına sevdalanıp evlenemeyen yaşlı amcadan aldım. Nedense minik sakız torbalarıma, kendiliğinden bir kaç parça daha sakız ekledi. 

Sakız deyip geçmemek gerek.  Bu azizler adasının neredeyse tüm tarihi sakız üretimiyle bağlantılı. Bir de efsanesi var ağacın. M.S. 250 yılında Romalılar tarafından öldürülen Aziz Isidoros'un ağlamasına dayanamayan ağaç da göz yaşını dökmeye başlar. İşte bugün elde edilen ürün o gözyaşları gibidir. Beş yaşından sonra ürün verip elli yaşında en yoğun durumuna geçiyor. zeytin gibi kadim bir bitki ve ölümüne yakın mutlaka bir sürgün bırakıp kendini yeniliyor. 

Adada 250.000 sakız ağacının üçte biri 2012 Ağustos ayında başlayıp bir hafta süren büyük yangında yanmış. Güneydeki 21 köyde sakız üretimi yapılıyor. Biz bir zamanlar Cristof  Colomb'un  ailesinden gelenlerin de yaşadığı Pyrgi'den ayrılıp seramikleriyle ünlü Armolia'ya geçiyoruz. Ancak dükkanlar öylesine kalabalık ki ben kendimi hemen sakız ağaçlarının yanına atıyorum ve fotoğraf çekerken rehberimizi de dinlemeyi sürdürüyorum. 

Saat öğle yemeğini bildiriyor. Bugün tam Greek tarzı yemeğe uymaktayım. Sabah yolda içtiğim kahve ve  az krakerin ardından Emperios koyunun sakinliğinde soğuk adı gibi efsane Mythos birası, musakka ki çok lezizdi ve caciki. (LMV dostlarımın kulaklarını da çınlatıyorum bu arada.) Tur arkadaşlarım Fulya hanım ve eşi de bu seçime uyup memnun kalıyorlar. sırada volkanik taşlarıyla kaplı (lava stones) Mavra Volia plajına yürüyüş var. bu plajın taşları SPA merkezlerinde kullanılıyormuş. iki küçük örnek ve bol fotoğrafla oradan ayrılıp adanın 10 kilometre güneyindeki Karfas plajını da görüp turumuzu bitiriyoruz. 

Akşam yemeğinde Seden'in önerisiyle Türk dostu Xthanti'nin yerindeyim. Bana uzosu ve özel hazırladığı Çipura filetosu, Greek salatasıyla eşlik ediyor. Yetmiş yaşındaki bu güçlü ada kadını yaşamının onbeş yılını A.B.D.'de geçirmiş. Aynen bizdeki gibi güçlü aile bağları ve eşinin babasının isteği üzerine adaya dönmüşler. Çevrede gördüğüm başları örtülü kadınların aileleri ve ceplerindeki bol miktarda Türk liralarıyla Sakız'a gelip kısa süre içinde Atina'ya geçtiklerini  anlatıyor. Sırada kordonda oturup kahve ve İnstagram'a fotoğraf yükleme var. 


Sabah erken kalkıp şehir turu yapıyorum. Tarihsel yapıları ve Mecidiye Camiini fotoğraflıyorum. Çarşısı küçük ama özelliğini korumuş. Ünlü reçelci Rena'nın dükkanını ve merkez parkını, insanların ve havanın sessizliğini seviyorum.  Mastika SPA'dan az alışveriş. sıra kuzey turunda. 

Kuzey turu Güney'in aksine büyük otobüsle ve yoğun bir katılımla virajlı yollarla başlıyor. Bu kez Atlas Turizm'in konuklarıyla ve tur sahibi Bahadır beyle geziyoruz. Sakız adası limana girer girmez bulduğumuz ücretsiz dağıtılan ayrıntılı Türkçe tanıtım kitapçığı gibi yüz yıl sonra yeniden kuşatmamız altında. Genç girişimci turizmciler bayram yoğunluğu ve yorgunluğunu bir arada yaşıyorlar. 

UNESCO'nun koruması altındaki bu bin yıllık efsanevi tapınak görülmeye değer. tarihin karanlık sayfalarında yerini alan 1822 isyanı ve sonrası yaşananlar manastırın ek yapılarının birinde utanç veren buluntuları saklasa da görkemini ve söylencesini ve Bizans İmparatorluğuna açılan yolu tanımlayan üç keşişin bulduğu yalnız Meryem ikonuyla görülmeye değer. Metaora'yı görmüş biri olarak etkilendiğimi söylemem gerek. 

Şimdi Anavatos  yani ulaşılmaz anlamına gelen sarp bir tepede kurulmuş ve öyle kalmış hayalet köydeyiz. Adanın pek çok yerinde gördüğümüz taş yapılar ve dehlizlerle örülmüş bu köyün sakinleri isyanda yok olunca bugün yalnızca dört aileye ev sahipliği yapıyor. Gördüğüm tek köy sakini kadın astığı çamaşırlarıyla Ağrı Dağının eteğindeki köyde gördüğüm genç anneyi anımsattı bana. Köyün rengi çiçekler  ve ağaçlar yaşamın izlerini veriyor. 

Tarihin karanlığından bu gezideki ikinci solak, gülümseyen yüzüyle Sevil ve eşi Tamer Avgonima Köyünün enfes deniz manzaralı köy lokantasının masasına çağırarak neşelendiriyorlar beni. Tatlı bir sohbetin eşliğinde yenen oğlak eti iyi geliyor. Aldığımız köy peyniri ve armağan edilen Bora için sakladığım narla birlikte bu korunaklı köyden adanın merkezine ulaşıyoruz.

Artık dönüş zamanı. Homeros'un köyü, Citrus narenciye müzesi ve diğer müzeler bir sonraki sefere. Arayı uzatmamak gerek hemen karşımızdaki komşuyla.


      



  













   

24 Eylül 2014 Çarşamba

İSTİYORUZ

öğretmenlerimiz ve velilerimiz sokakta. Belki sayıları az, katılımları umduğumuzdan az ama yürekleri sokağa inme cesaretini gösterdi ya bu da bir başlangıç. 

On yaşındaki kız çocuklarımız okullarına isterlerse baş örtüleriyle de gidebilirmiş; velilerden talep gelmiş. Aman ne de duyarlıymış bizim eğitim bakanlığımız. Sen türbanı beşinci sınıfa dek indir, sonra da talep diye açıkla. 

O halde bizim de eğitimci olarak taleplerimiz var. Çağdaş eğitim istiyoruz. Ders programlarında bilime dayalı konular istiyoruz, seçmeli derslerde sanata, sorgulamaya, düşünce tarihine ve gerçek bilimsel araştırma tabanına dayanan modeller istiyoruz. Ayrıştırılan Türkiye'de barış eğitimi istiyoruz. Çok sesli müzik tarihinin öğretilmesini, böylece bir yönden de takım ruhunun geliştirilmesini istiyoruz. Yabancı dili konuşabilen ve bunu araştırmalarında kullanabilen öğrenciler yetiştirilmesini istiyoruz. Bin odalı çalınan topraklara dikilen binalara, en son model uçaklara harcanan paraların öğretmenlerin yaşam koşullarının iyileştirilmesine yatırılmasını istiyoruz. Örtünün altında sıkılan saçların yaptıkları sporun esintisinde dalgalanmasını istiyoruz. 

Çarşının yargılandığı değil, 'Gezi Direnişi' ve nedenlerinin öğretildiği bir ülke istiyoruz. Kentlerin ve yeşilin nasıl yağmalanıp siluetlerinin ne üstüne bozulduğunu öğretmek istiyoruz. RES, HES ve korkulan santraller yerine bu güneş ülkesinde güneş enerjisi nasıl geliştiriliri öğretmek istiyoruz. Görgü kurallarını öğretmek ve dil kullanımını zenginleştirmek istiyoruz. Çocuklarımıza şiiri, doğayı ve tınıyı algılama eğitimi vermek istiyoruz. Öğrenci konseylerinin kurulup her basamakta dileklerinin dikkate alınmasını görmek istiyoruz. 
Kısacası güneşi görmek istiyoruz. 

2 Eylül 2014 Salı

PERİ ANNEYİ BİR YIL SONRA ANARKEN

Bugün Peri annemi, çocuklarımın sevgili babaannesini sonsuzluğa uğurlayışımızın birinci yılı. Bloguma yazmaya başlarken ilk düşüncem biricik torunuma sevdiklerimizi tanıtmak, yaşadığımız günlerden etkilendiklerimi yansıtmaktı. Çünkü ''Söz uçar, yazı kalır'' fikrine inanmışımdır. Çocukluğumda yitirdiklerimi hep ikinci ağızdan dinleyerek yazdım. Keşke dememek için yazıyorum  elimden geldiğince.

Benim için Peri anne, tüm tanıyanlar için Ferihan, Perihan ya da nüfus kaydına göre Fikran hanım tanıdığım en doğal, en bozulmamış insanlardan biriydi. Doğduğu, büyüdüğü Tire'sine ve anılarına özellikle çocukluğuna bağlılığını hiç yitirmedi. 

On yedi yaşındaydım ilk tanıdığımda. Dünya güzeli, çağına göre uzun boylu, sarışın, mavi gözleriyle öyle güzeldi ki. Aslında birbirimizi ilk kabullenmemiz pek de kolay olmadı. Aynı yerde doğup büyümemize karşın aile yapılarımız çok farklıydı.

Tire'nin eski ailelerinden, medrese alimlerinden Rıfat Hocanın torunuydu. Sevgili babacığını henüz on beş yaşındayken yitirmiş, güçlü bir babaanne ve ona kusursuz saygı gösteren annesi, biricik ablası ve küçük erkek kardeşiyle büyümüştü. Üzerlerindeki emeğini hiç unutmadığı büyük dayısı kol kanat germişti hepsine.  

Yirmi yaşındayken, onu hep çok seven eşiyle evlendirilmişti. Çok sevdiği kayın validesi Şakire hanım ve sert görünüşlü, otoriter kayın pederiyle aynı evde oturmuşlardı ilk yıllar. O zamanları tüm canlılığıyla anımsar ve anlatırdı bize.

Biricik oğlu henüz yirmi iki yaşında Tire'nin mübadil ailelerinden birinin torununu sevince hayalindeki yerli aileden gelin adayları birden bire yok olmuştu. Hele on yedi yaşındaki gelini, anne diyemediği için ilk yıllarda çok üzülmüştü. Üstüne üstlük bir de yakınları ''Ya oğlun okumayı bırakırsa,'' diyerek aklını karıştırınca başının ağrısını hiç durduramaz olmuştu. Ben her hafta sonu okul dönüşü ziyarete gittiğimde hep düşünceli ve başında çatkısıyla bulurdum onu. Ama ben de çocuktum daha, okuma aşkıyla doluydum. Üzülürdüm o haline. Herhalde yurt dışında okuyan oğlunu özlüyor diye düşünürdüm.

İlk yılların bu farklı anlayışı yıllar geçtikçe birbirinin halinden anlayan ve dinleyen iki dosta dönüştü. Onun öz Türkçe ve tam Tire ağzıyla güzelim sözleri benim gibi bir dil öğretmeni için eşsiz bir kaynaktı. Nazlı anlamında 'baylan, şikayetçiyim yerine 'yangınım', tembel yerine 'uluk', yavaş mizaçlı yerine 'tırıl' sözcüklerini kullanması ilk aklıma gelenler.

Bilgece bakardı bazı ilişkilere ve yakınlıklara. Duygudan çok mantık çerçevesinde karar verirdi. O zamanlar bana sert gelen söylemlerinin yıllar geçip de onun yaşına geldiğimde doğruluğunu anladım.Hatta, aramızda 'Muhacir kızı' olmamdan ötürü pek onaylamadığı ilk yılların anısına; ben de ona, ''Sizde de kesin bir karışıklık var. Bu sarışınlık ve mavişlik nereden geliyor?'' der, güldürürdüm. 

Oğlum ilk torunuydu ve çok düşkündü ona. Son nefesine dek de sürdü gitti sevgisi. Kızımla farklı bir bağları vardı. çok sık görüşemeseler de, her bir araya geldiklerinde acısını çıkarırlardı yoğun paylaşımlarıyla.

Dedeyi kaybedene dek klasik bayram buluşmaları yaşanır,  büyük aile bayram sofralarında toplanırdı. Zaten bu yüzden benim mutfağım Tire'nin iki farklı kültürünün birleşimidir aslında. Annemin Rumeli lezzetlerinin yerine her yemekte zeytinyağ ve daha az pişmiş,daha az et ve bol sebze (marulun bile yemeğini öğrendim), Tire'ye özgü patlıcanlı, domates, biberli pide, patlıcan balığı ve pisi pisi gibi hamur işleri menümüze yerleşti. Babaanne sarması,böreği, lor tatlısı ve keşkeğinin yeri hep ayrı oldu.

Ablasını erken yaşta kaybedince yaşama sevinci azaldı Peri annemin. Onlar birbirlerinden hiç ayrılmazlardı, çok farklı yapıda olsalar da. Hele dedeyi yitirince kendini eve kapatıp o çok sevdiği ve mükemmel yaptığı dantellere, örgülere verdi. Bir de son yıllarında  vazgeçemediği televizyon dizileri vardı.

Dindar bir ailede büyümesi ve hacca gitmesine karşın hep bağnazlıktan uzak kaldı. Kendi içinde yaşadı inancını.Yalnızca içki sofralarını hiç sevmezdi. bizlerle oturur, kadeh sayardı. 

Hep yalnız ve güçlü göründüğü için yoğun çalışmalı yıllarımızda onun yaşlandığını hiç anlayamadık; ta ki evin içinde şanssızca düşüp yatana dek. O günlerde bizi hep yanında istedi ama farklı şehirlerde oturduğumuz için telefon konuşmaları ve hafta sonu ziyaretleriyle yetinmek zorunda kaldı.

Ve geçen yıl bir haftanın içinde yaşlılığa bağlı zatürreden yitirdik. Hastanedeki odasında birlikte kurduğumuz iyileşip Çeşme'deki evimizde dinlenmesi düşümüz yarım kaldı. Sonsuz uykusunda huzur içinde uyusun.