KADINSAN EĞER DOĞUR YETER
DOĞURABİLDİĞİN KADAR DOĞUR
O DOĞURDUĞUN ÇOCUKLARI EĞİTMEYE, BÜYÜTMEYE GELİNCE
SEN HİÇ DÜŞÜNME SADECE DOĞUR
BİZDE PROJE ÇOK
İSTEDİĞİMİZ GİBİ ŞEKİLLENDİRİRİZ
SEN HİÇ TASALANMA
HER ÇOCUK İÇİN BİR TAS ÇORBA PARASI EVİNE
YETMEZ Mİ?
HA DOĞURMAM YA DA DOĞURAMIYORUM DİYORSAN
SEN İŞİMİZE YARAMAZSIN
DÜŞÜNMEYE SORGULAMAYA ZAMANIN OLUR
TEHLİKELİ OLURSUN
SAKIN İSTEMEDİĞİM ZAMAN DOĞURMAM DEME
YASAK BU SAKAT DÜŞÜNCELER YASAK
GÜN GELİR YANARSIN SONRA BİR ŞEKİLDE
27 Mayıs 2012 Pazar
FİGÜRANLAR
Figüranlar ve figüran olmayanlar. Önce sözlük anlamını yazalım. Fansızca'dan dilimize yerleşmiş bir sözcük. İlk anlamı: Tiyatro ve sinema sahnelerinde kalabalığı gösteren ve önemli bir rolü olmayan kimse. İkincisiyse şöyle: Bir toplulukta veya toplum içinde hiçbir etkisi olmayan, hiçbir varlık gösteremeyen silik ve sönük kalan kimse. Siz hiç kendinizi figüran hissettiniz mi? Ne zaman, nerede, nasıl diye sorabilir misiniz en derinden?
Peki, gencecik ölülerin figüranlar diye küçümsendiğini hiç duymuş muydunuz şimdiye dek? Hani İslam dininde ölülerin arkasından küçümseyerek konuşulmazdı? Düşüncelerini, yaşam tarzlarını benimsemeniz de konuşulmazdı? Nerede kaldı sizin her konuda dini ilkeleri rehber edinen yaklaşımınız? Empati sadece empati. Ama olur mu, şehitlere kelle denen bir iktidar anlayışında kaçakçı delikanlılara figüran denmesi sizce bayağı ilerlemedir değil mi?
Ben üniversitede okutmanlık görevindeyken bazı zamanlar figüran gibi duyumsardım varlığımı. Tüm emeğim ve birikimimle öğrencilerime bir şeyler öğretmeye uğraşır ancak akademik bir karar alınacağı zaman resmi olarak bir oyumun bile olmayacağını bilirdim. DEÜ Yabancı Diller Yüksek Okulu'nda 150 kadar okutman çalışırdık. Ancak okulumuz adına yeni düzenlemeler yapılırken görüş ya da oy hakkımız yoktu. Yine de güzel günlermiş. Çünkü öğrencilerimizden gördüğümüz saygı ve sevgi herşeyi unuttururdu bize. Bugün el etek öpen bazı rektörleri gördükçe biz onurumuzu her zaman koruduk diye haklı olarak gururlanıyorum.
Sanatta figüran olanlar yalnızca sahneyi doldurur gibi görünür. Ancak birinin hatası ya da eksikliği yapıtın tüm etkisini yitirmesine yol açar. Ya da opera veya balede sahnedeki o kalabalık yıldızların parıltısını yansıtır. Onlar olmasa tüm sahne yıldızları sönük ve hüzünlü kalırlar tek başlarına.
Senfoni orkestralarını düşünün; yaylılar hep başat öğelerdir. Ancak nefesliler ya da vurmalılar olmasa o dev ezgiler kimsesiz kalırlar, görkemlerini koruyamazlardı.
Bir ressamın yalnızca ana renklerle boyadığını düşünün tablolarını. Ara renkler olmasa gözümüze o denli hoş görünürler miydi?
Toplumsal kimliklere gelince: Biz eğitimliler zanaatkarlar olmasa ne yapardık? İş yaşamlarımızda her türlü kolaylığa ulaşmamız beynimizdeki donanıma koşut elimizdeki araçlara ve onları üreten isimsiz emekçilere bağlıdır.
Gönülden başladığımız okul bağışı projesinin temel atma töreninde iki kez ağladım ben. Eski işyerimizde tüm yükü paylaşan dostlarıma sarıldığımda ve Engelliler Eğitim Merkezi'nin halk oyunları ekibinin oyunlarında. İsimleri söylenmedi ama onların gücü ve varlığı en büyük desteğimizdi bizim.
Günümüzün baş rol oyuncuları, iktidarın yıldızları asla unutmayın; tüm gücünüzü ve parıltınızı o isimsiz kalabalığa borçlusunuz. Konuşmayan kalabalıklardan her zaman çekinmeyi bilin. Çünkü gün gelir onların iç sesleri sizin gürültünüzü bastırabilir. O yüzden canlarının ya da ruhlarının değerini bilin. Ve insan olun, insanları küçümsemeyin. Bugün ne oldum demek çok kolay ama yarın ne olacağımızı bilmek gerçekten çok ama çok zor.
Peki, gencecik ölülerin figüranlar diye küçümsendiğini hiç duymuş muydunuz şimdiye dek? Hani İslam dininde ölülerin arkasından küçümseyerek konuşulmazdı? Düşüncelerini, yaşam tarzlarını benimsemeniz de konuşulmazdı? Nerede kaldı sizin her konuda dini ilkeleri rehber edinen yaklaşımınız? Empati sadece empati. Ama olur mu, şehitlere kelle denen bir iktidar anlayışında kaçakçı delikanlılara figüran denmesi sizce bayağı ilerlemedir değil mi?
Ben üniversitede okutmanlık görevindeyken bazı zamanlar figüran gibi duyumsardım varlığımı. Tüm emeğim ve birikimimle öğrencilerime bir şeyler öğretmeye uğraşır ancak akademik bir karar alınacağı zaman resmi olarak bir oyumun bile olmayacağını bilirdim. DEÜ Yabancı Diller Yüksek Okulu'nda 150 kadar okutman çalışırdık. Ancak okulumuz adına yeni düzenlemeler yapılırken görüş ya da oy hakkımız yoktu. Yine de güzel günlermiş. Çünkü öğrencilerimizden gördüğümüz saygı ve sevgi herşeyi unuttururdu bize. Bugün el etek öpen bazı rektörleri gördükçe biz onurumuzu her zaman koruduk diye haklı olarak gururlanıyorum.
Sanatta figüran olanlar yalnızca sahneyi doldurur gibi görünür. Ancak birinin hatası ya da eksikliği yapıtın tüm etkisini yitirmesine yol açar. Ya da opera veya balede sahnedeki o kalabalık yıldızların parıltısını yansıtır. Onlar olmasa tüm sahne yıldızları sönük ve hüzünlü kalırlar tek başlarına.
Senfoni orkestralarını düşünün; yaylılar hep başat öğelerdir. Ancak nefesliler ya da vurmalılar olmasa o dev ezgiler kimsesiz kalırlar, görkemlerini koruyamazlardı.
Bir ressamın yalnızca ana renklerle boyadığını düşünün tablolarını. Ara renkler olmasa gözümüze o denli hoş görünürler miydi?
Toplumsal kimliklere gelince: Biz eğitimliler zanaatkarlar olmasa ne yapardık? İş yaşamlarımızda her türlü kolaylığa ulaşmamız beynimizdeki donanıma koşut elimizdeki araçlara ve onları üreten isimsiz emekçilere bağlıdır.
Gönülden başladığımız okul bağışı projesinin temel atma töreninde iki kez ağladım ben. Eski işyerimizde tüm yükü paylaşan dostlarıma sarıldığımda ve Engelliler Eğitim Merkezi'nin halk oyunları ekibinin oyunlarında. İsimleri söylenmedi ama onların gücü ve varlığı en büyük desteğimizdi bizim.
Günümüzün baş rol oyuncuları, iktidarın yıldızları asla unutmayın; tüm gücünüzü ve parıltınızı o isimsiz kalabalığa borçlusunuz. Konuşmayan kalabalıklardan her zaman çekinmeyi bilin. Çünkü gün gelir onların iç sesleri sizin gürültünüzü bastırabilir. O yüzden canlarının ya da ruhlarının değerini bilin. Ve insan olun, insanları küçümsemeyin. Bugün ne oldum demek çok kolay ama yarın ne olacağımızı bilmek gerçekten çok ama çok zor.
INSAN OLMANIN ANLAMI
Günümüzde insan olmanın anlamı her geçen an hızla değişiyor. Her geçen an insanlığın renklerini solduruyor ülkemizde.Anlama ve algılama yetisi olan her birey okudukları,duydukları ve gördükleriyle kahroluyor.
Günlerden 27 Mayıs. Türkiye'de ilk askeri darbenin yıldönümü. Bizim kuşağın çocukluğunda bayram olarak kutlanırdı. Öncesinde ve sonrasında çok acılar yaşanmış bir gün. Ah, bir televizyon kanalı bugün Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan'ın anıt mezarlarında anma töreni düzenleneceğini duyuruyor. Bu mudur doğru yöntem? Niçin tarihimizdeki kara lekelerden biri olan asıldıkları Eylül ayını beklemiyorsunuz? O zaman Denizleri de12 Mart 'ın yıldönümünde analım bundan böyle.
Geçenlerde Nilgün Cerrahoğlu'nun çok etkilendiğim bir yazısı vardı gazetede. İspanya'da General Franco rejiminden sonra başa gelen krallık yönetimi geçmişlerinin bu zulüm dönemini unutturmak için tutarlı bir politika uyguluyormuş. Nedenini düşündünüz mü? Vatandaşına değer veren ve ruh sağlıklarını korumaya çalışan bir devlet politikası budur bence.
Doğru yöntem bu olmasa bugün en başta Avrupa ülkeleri bir araya gelemezlerdi. İki dünya savaşında birbirlerine karşı savaşmış, milyonlarca kayıp vermiş bu ülkeler geçmişin acılarına yönelik yaşasalardı, bırakın günümüzün Avrupa Birliği'ni birbirlerinin yüzüne bakacak durumları kalmazdı.
Kurtuluş Savaşımızdan sonra Ata'mızın önderliğindeki genç Türkiye'yi düşünün. Savaştıkları ya da her türlü siyasal komployu kurdukları bir ülkeye ve liderine tüm dünya ülkeleri saygı duyar ve tanır mıydı?
Bugün bizde neler oluyor?
İktidar Osmanlı hayranlığını yalnızca savaşma ve fetih gücüyle yansıtıyor.Padişahların reformist ya da sanatsal yönleri kesinlikle vurgulanmıyor.23 Nisan şenlikleri her nasılsa birkaç yıldır tarihi hiç değişmeyen 'kutlu doğum haftalarıyla zayıflatılıyor, 19 Mayıslar 29 Mayısların gölgesinde kalsın diye baskı uygulanıyor, Ankara'nın başkent oluşunun yıldönümü kutlamaları trafik yoğunluğu nedeniyle iptal ediliyor.
Ekonominin zayıf noktalarını,memurun,işçinin artan yükselen çığlıklarını, açıklanamayan toplu öldürmeleri, şehit haberlerini, eğitimin 'yeni' adı altında sunulan pedagojik ilkelerden ve çağdaşlıktan uzak uygulamasını, kadın bedenine yönelik cinayetleri, çağdaş sanatın her alandaki yorumcularının açıkta bırakılmaları ya da sorgulanmaları,bilim insanlarının tutsak tutulmalarını ve zorbaca bastırılan karşıt sesleri ve Atatürk devrimlerini unutturmak için haydi koşun geçmişin yaralarını deşmeye.
Belki anımsarsınız, 2007 genel seçimlerinden sonra başbakanın ünlü bir balkon konuşması vardı. Demokrasi kültürüne inanan bir birey olarak umutlanmış, ikinci dönem olgunluk getirecek galiba demiştim safça.Çünkü o konuşmada bize oy vermeyenler için de çalışacağız denmişti bir anlamda.Özellikle son dört yıldır o çalışmaların kapsamını çok net şekilde görüyoruz...
Şimdi bir de toplumun tüm renklerinin canlılığını koruduğunu varsayalım. Bir önceki iktidar zamanında alınan önlemlerin etkisiyle ekonominin güçlendiği bir toplumda devletin vatandaşına sevgi ve saygıyla yaklaştığını düşleyelim.Hitabet gücünü yadsıyamadığımız başbakanın saygılı ve olgun bir tarzda konuşarak sorunları gerçek yüzüyle aktardığını,kin ve öfkeden uzak durmamızı söyleyebildiğini, her yeni tasarıda yetkin bireylerden görüş alınıp, farklı düşüncedeki insanların uzlaştığı yöntemlerin denendiğini, dış politikada kararlı ve konumumuza uygun yaklaşımlar sergilendiğini, geçmişten intikam değil ders alındığını,basının özgür olup, yalaka olmadığını, geleceğe dönük çağdaş düşüncenin desteklendiğini ve en önemlisi yurttaşların hor görülmediğini düşünelim.
Nasıl hissederdiniz bugün kendinizi? Yarınlar için böylesine endişeli olur muydunuz yoksa gözleriniz umut ve güvenle parlar mıydı?
İnsanlığın tüm renklerini soldursalar da tüm tünellerin sonunda ışık olduğunu ve ışığı gören tüm renklerin yeniden parlayacağını bilelim ve direnelim lütfen...
Günlerden 27 Mayıs. Türkiye'de ilk askeri darbenin yıldönümü. Bizim kuşağın çocukluğunda bayram olarak kutlanırdı. Öncesinde ve sonrasında çok acılar yaşanmış bir gün. Ah, bir televizyon kanalı bugün Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan'ın anıt mezarlarında anma töreni düzenleneceğini duyuruyor. Bu mudur doğru yöntem? Niçin tarihimizdeki kara lekelerden biri olan asıldıkları Eylül ayını beklemiyorsunuz? O zaman Denizleri de12 Mart 'ın yıldönümünde analım bundan böyle.
Geçenlerde Nilgün Cerrahoğlu'nun çok etkilendiğim bir yazısı vardı gazetede. İspanya'da General Franco rejiminden sonra başa gelen krallık yönetimi geçmişlerinin bu zulüm dönemini unutturmak için tutarlı bir politika uyguluyormuş. Nedenini düşündünüz mü? Vatandaşına değer veren ve ruh sağlıklarını korumaya çalışan bir devlet politikası budur bence.
Doğru yöntem bu olmasa bugün en başta Avrupa ülkeleri bir araya gelemezlerdi. İki dünya savaşında birbirlerine karşı savaşmış, milyonlarca kayıp vermiş bu ülkeler geçmişin acılarına yönelik yaşasalardı, bırakın günümüzün Avrupa Birliği'ni birbirlerinin yüzüne bakacak durumları kalmazdı.
Kurtuluş Savaşımızdan sonra Ata'mızın önderliğindeki genç Türkiye'yi düşünün. Savaştıkları ya da her türlü siyasal komployu kurdukları bir ülkeye ve liderine tüm dünya ülkeleri saygı duyar ve tanır mıydı?
Bugün bizde neler oluyor?
İktidar Osmanlı hayranlığını yalnızca savaşma ve fetih gücüyle yansıtıyor.Padişahların reformist ya da sanatsal yönleri kesinlikle vurgulanmıyor.23 Nisan şenlikleri her nasılsa birkaç yıldır tarihi hiç değişmeyen 'kutlu doğum haftalarıyla zayıflatılıyor, 19 Mayıslar 29 Mayısların gölgesinde kalsın diye baskı uygulanıyor, Ankara'nın başkent oluşunun yıldönümü kutlamaları trafik yoğunluğu nedeniyle iptal ediliyor.
Ekonominin zayıf noktalarını,memurun,işçinin artan yükselen çığlıklarını, açıklanamayan toplu öldürmeleri, şehit haberlerini, eğitimin 'yeni' adı altında sunulan pedagojik ilkelerden ve çağdaşlıktan uzak uygulamasını, kadın bedenine yönelik cinayetleri, çağdaş sanatın her alandaki yorumcularının açıkta bırakılmaları ya da sorgulanmaları,bilim insanlarının tutsak tutulmalarını ve zorbaca bastırılan karşıt sesleri ve Atatürk devrimlerini unutturmak için haydi koşun geçmişin yaralarını deşmeye.
Belki anımsarsınız, 2007 genel seçimlerinden sonra başbakanın ünlü bir balkon konuşması vardı. Demokrasi kültürüne inanan bir birey olarak umutlanmış, ikinci dönem olgunluk getirecek galiba demiştim safça.Çünkü o konuşmada bize oy vermeyenler için de çalışacağız denmişti bir anlamda.Özellikle son dört yıldır o çalışmaların kapsamını çok net şekilde görüyoruz...
Şimdi bir de toplumun tüm renklerinin canlılığını koruduğunu varsayalım. Bir önceki iktidar zamanında alınan önlemlerin etkisiyle ekonominin güçlendiği bir toplumda devletin vatandaşına sevgi ve saygıyla yaklaştığını düşleyelim.Hitabet gücünü yadsıyamadığımız başbakanın saygılı ve olgun bir tarzda konuşarak sorunları gerçek yüzüyle aktardığını,kin ve öfkeden uzak durmamızı söyleyebildiğini, her yeni tasarıda yetkin bireylerden görüş alınıp, farklı düşüncedeki insanların uzlaştığı yöntemlerin denendiğini, dış politikada kararlı ve konumumuza uygun yaklaşımlar sergilendiğini, geçmişten intikam değil ders alındığını,basının özgür olup, yalaka olmadığını, geleceğe dönük çağdaş düşüncenin desteklendiğini ve en önemlisi yurttaşların hor görülmediğini düşünelim.
Nasıl hissederdiniz bugün kendinizi? Yarınlar için böylesine endişeli olur muydunuz yoksa gözleriniz umut ve güvenle parlar mıydı?
İnsanlığın tüm renklerini soldursalar da tüm tünellerin sonunda ışık olduğunu ve ışığı gören tüm renklerin yeniden parlayacağını bilelim ve direnelim lütfen...
26 Mayıs 2012 Cumartesi
MÜZİKLE YAŞAM
Yaşamın müziği mi, müzikle yaşam mı? Hangisi daha güçlü günümüzde? Neden birincisinin tınısı acı doluyken genellikle, ikincisi yaşama sevinci verir insana? Sakın karamsar olduğumu düşünmeyin. Yalnızca aralarındaki büyük farktan söz ediyorum.
Geçtiğimiz hafta Cuma günü,yani 18 Mayıs, değerli insan Türkan Saylan'ı sonsuzluğa uğurlayışımızın yıldönümüydü. Fulya Sanat Merkezi'nde düzenlenen ödül törenine gitmeye kararlıydım. İki haftadır uzak kaldığım İstanbul'u da özlemiştim.Hava hem rüzgarlı hem de bulutlydu.Uçak korkuma yenilerek otobüsle yola çıktım. Ancak yarı yolda doğanın gazabına uğradık. Ceviz büyüklüğünde yağan dolu ve sonrası sağnak yağış ülkemizin en iyi yolcu taşıma firmaları arasında yer alıyor görünen(!) şirkete ait aracın içine su girmesi ve pencere yanı koltukları seçen yolcuların araç içinde şemsiye bile açmalarına neden oldu ki bu ayrı bir yazı konusu da olabilir. Neyse gece 23.20 de eve varabildim. Türkan Hoca adına düzenlenen törenin sonunda sahne alacak Fazıl Say'ı dinleme hayalim de böylece hem deyimsel hem de sözcük anlamında suya düştü.
Ertesi sabah bayrağımı kaptığım gibi Şişli Halaskargazi Caddesi'nde düzenlenen 19 Mayıs bayram törenlerine koştum.Yani günün ilk müzik etkinliği marşlar dinleyerk başlamış bulundu. Saat 14.00 de IKSV Tiyatro Festivali kapsamında yer alan Muhsin Ertuğrul Sahnesi'ndeki Orfeo'ya gittim. Görsel olarak bedenlerin estetiği müziğin büyüsüyle bir araya gelince hem ruhları hem de kulakları arındıran bir yapıt izleyerek mutlu ve dingin çıktım.
Ertesi gün programımda Ruhi Suyüz sergisi vardı. Tophane-i Amire'deki seçki- sergiyi ölümsüz müzik adamın yüreğime dokunan tok ve güçlü sesiyle söylediği türkülerin eşliğinde gezdim.
Aynı akşam Lütfü Kırdar'da IDSO'nın sezonun son konseri vardı. Şef Erol Erdinç'in 40. sanat yılının kutlandığı bu çok özel konserde Mesut İktu, Hakan Aysev, Ercan Irmak, Kerem Görsev ve Okay Temiz de sahne alarak unutulmaz bir dinleti sundular IDSO eşliğinde.
İstanbul'daki son günümde CRR'de Kremlin Oda Orkestra'sının dinletisi vardı. Bu seçkin oda müziği topluluğunu dinlemek bir şanstı o akşam tüm müzikseverler için.
Ve benim için haftanın son müzik etkinliği İZDSO'nun Queen Classical grubuna eşlik ettiği sezon sonu konseriydi. Tüm dinleyicileri coşturan bu konser bir anlamda Freedy Mercury'nin ruhuna adanan bir güzellemeydi.
Evet ben bu hafta müzikle nefes aldım. Ülkemdeki acı olaylar ve haksız uygulamalara direnmek için yaşamın müziğinin yürek yakan acımasızlığından uzak kaldım . Müziksiz bir yaşamı değil müzikle yaşamayı seçtim. Ve bir kez daha Nietzche'nin 'Müziksiz hayat hatadır' deyişine hak verdim.
Geçtiğimiz hafta Cuma günü,yani 18 Mayıs, değerli insan Türkan Saylan'ı sonsuzluğa uğurlayışımızın yıldönümüydü. Fulya Sanat Merkezi'nde düzenlenen ödül törenine gitmeye kararlıydım. İki haftadır uzak kaldığım İstanbul'u da özlemiştim.Hava hem rüzgarlı hem de bulutlydu.Uçak korkuma yenilerek otobüsle yola çıktım. Ancak yarı yolda doğanın gazabına uğradık. Ceviz büyüklüğünde yağan dolu ve sonrası sağnak yağış ülkemizin en iyi yolcu taşıma firmaları arasında yer alıyor görünen(!) şirkete ait aracın içine su girmesi ve pencere yanı koltukları seçen yolcuların araç içinde şemsiye bile açmalarına neden oldu ki bu ayrı bir yazı konusu da olabilir. Neyse gece 23.20 de eve varabildim. Türkan Hoca adına düzenlenen törenin sonunda sahne alacak Fazıl Say'ı dinleme hayalim de böylece hem deyimsel hem de sözcük anlamında suya düştü.
Ertesi sabah bayrağımı kaptığım gibi Şişli Halaskargazi Caddesi'nde düzenlenen 19 Mayıs bayram törenlerine koştum.Yani günün ilk müzik etkinliği marşlar dinleyerk başlamış bulundu. Saat 14.00 de IKSV Tiyatro Festivali kapsamında yer alan Muhsin Ertuğrul Sahnesi'ndeki Orfeo'ya gittim. Görsel olarak bedenlerin estetiği müziğin büyüsüyle bir araya gelince hem ruhları hem de kulakları arındıran bir yapıt izleyerek mutlu ve dingin çıktım.
Ertesi gün programımda Ruhi Suyüz sergisi vardı. Tophane-i Amire'deki seçki- sergiyi ölümsüz müzik adamın yüreğime dokunan tok ve güçlü sesiyle söylediği türkülerin eşliğinde gezdim.
Aynı akşam Lütfü Kırdar'da IDSO'nın sezonun son konseri vardı. Şef Erol Erdinç'in 40. sanat yılının kutlandığı bu çok özel konserde Mesut İktu, Hakan Aysev, Ercan Irmak, Kerem Görsev ve Okay Temiz de sahne alarak unutulmaz bir dinleti sundular IDSO eşliğinde.
İstanbul'daki son günümde CRR'de Kremlin Oda Orkestra'sının dinletisi vardı. Bu seçkin oda müziği topluluğunu dinlemek bir şanstı o akşam tüm müzikseverler için.
Ve benim için haftanın son müzik etkinliği İZDSO'nun Queen Classical grubuna eşlik ettiği sezon sonu konseriydi. Tüm dinleyicileri coşturan bu konser bir anlamda Freedy Mercury'nin ruhuna adanan bir güzellemeydi.
Evet ben bu hafta müzikle nefes aldım. Ülkemdeki acı olaylar ve haksız uygulamalara direnmek için yaşamın müziğinin yürek yakan acımasızlığından uzak kaldım . Müziksiz bir yaşamı değil müzikle yaşamayı seçtim. Ve bir kez daha Nietzche'nin 'Müziksiz hayat hatadır' deyişine hak verdim.
13 Mayıs 2012 Pazar
DEV YÜREKLİ MİNİK ANNEM
Benim annem, güzel annem için yazıyorum bugün. Küçük ama dev yürekli annem için. Babamı uğurladığımızdan beri bana sonsuzluğu anımsatan, bizi büyütürken büyüyen annem için.
Herkesin annesi biriciktir. Ve annelerinin büyüttüğü çocukların yüreklerinin bir yanı hep çocuk kalır. Annelerini erken yitiren çocuklar çabuk büyürler ve yüzlerinde hep bir gizli hüzün saklıdır.
Benim annem koskocaman bir aşkla yaş aldı. Babam onu hep çok sevdi ve son anına kadar korumaya çalıştı. O yüzden ben anneciğimi hep çok şanslı görürüm. Ve o yüzden annem babamın acısını dimdik, kendi içinde taşıdı, taşımaya devam ediyor sevgisinin gücüyle.
Annem, güzelim yeşil gözlü, bebek yüzlü gencecik bir kız. 17 yaşında İzmir kız Lisesi'nde teyzemle birlikte yatılı ve başarılı bir öğrenci. Bir gün dedem der ki; ''Karaferye'li, uzaktan akrabamız Fikret seninle evlenmek istiyor. Ben öyle hissediyorum ki yalnızca senin mürüvvetini göreceğim, beni kırma.'' Annem okulunu bırakmak istemez önce ama dedemin hatırını da kıramaz. Ve benim yakışıklı ve beyefendi ruhlu babamı görünce sevdaları başlar zaten.Gerçekten de dedem diğer iki çocuğunun evlendiğini görmeden yaşama veda eder. Annem yıllarca okulunu düşlerinde gördüğünü söylerdi bize. Belki de onun yarıda kalan okul yaşamı kardeşimle bana her ne koşulda olursak olalım eğitimimizi bitirmemizde müthiş bir güç verdi.
Annemle babamın yaşamlarında yalnızca birbirlerine dayanmaları ve inanmaları bizim mutlu bir çocukluk geçirmemizi sağladı. Sevginin güzelliğini biz anne ve babamızdan öğrendik. Arada babama takılırdım.''Annem gibi bir eş kolay bulunmaz. Çünkü hep senin doğrularını kabulleniyor. '' O da hoşnut kalırdı bu sözlerimden.
Küçücükken annemin evde işlerini yaparken güzel sesiyle söylediği şarkılarla büyüdük biz. Titiz, bakımlı ve kadife otoritesiyle hep yanımızda oldu. Ergenlik döneminde arada ters düşsek de hep saygılı olduk. Ben de kardeşim de annemiz gibi gencecik evlendik ilk sevda ateşiyle.
Genç yaşta yaşamın yükünü hem okuyup ve sonra çalışıp üstlenirken hep annemin desteğini duyduk en derinden. Çocuklarım için anneanne yemekleri, anneannede kalma en unutulmaz anılar oldu küçüklüklerinde. Bugün bile anneanneye gitmek huzur verir onlara.
Annemin başucundan kitabı,elinden gazeteleri ve dergileri hiç eksik olmaz. Çocukluğumuzda butikten alınmış gibi kendi eliyle diktiği güzelim elbiselerle giydirdi bizi. Güzelim el yazısıyla mektuplar yazardı Ankara'daki biricik teyzeciğime. Evin büyük kızı olarak dayımın delikanlılık sorunlarını taşıdı en genç yaşlarında. Babaannemle yaşadığımız evimizde kendinden çok farklı karakterdeki kayınvalidesine hiç bir zaman saygısını bozmadı.
Hep denir ya kızlar önce babalarının kızlarıdır,yaşlandıkça annelerinin olur. Evet, doğru biz de babamıza hayrandık. Annemiz zaten annemizdi, hep bizi düşünürdü bilirdik. Anne olunca daha farklı görmeye ve daha iyi anlamaya başladık. Hele babamdan sonra onun güçlü duruşu güç verdi bize. Ve şimdi her gün sesini duymadan güne başlayamadığım biricik annem sonsuzluğu anımsatıyor bana... Teşekkür ederim benim minik ama dev yürekli güzel annem hep yanımda olduğun için.
Herkesin annesi biriciktir. Ve annelerinin büyüttüğü çocukların yüreklerinin bir yanı hep çocuk kalır. Annelerini erken yitiren çocuklar çabuk büyürler ve yüzlerinde hep bir gizli hüzün saklıdır.
Benim annem koskocaman bir aşkla yaş aldı. Babam onu hep çok sevdi ve son anına kadar korumaya çalıştı. O yüzden ben anneciğimi hep çok şanslı görürüm. Ve o yüzden annem babamın acısını dimdik, kendi içinde taşıdı, taşımaya devam ediyor sevgisinin gücüyle.
Annem, güzelim yeşil gözlü, bebek yüzlü gencecik bir kız. 17 yaşında İzmir kız Lisesi'nde teyzemle birlikte yatılı ve başarılı bir öğrenci. Bir gün dedem der ki; ''Karaferye'li, uzaktan akrabamız Fikret seninle evlenmek istiyor. Ben öyle hissediyorum ki yalnızca senin mürüvvetini göreceğim, beni kırma.'' Annem okulunu bırakmak istemez önce ama dedemin hatırını da kıramaz. Ve benim yakışıklı ve beyefendi ruhlu babamı görünce sevdaları başlar zaten.Gerçekten de dedem diğer iki çocuğunun evlendiğini görmeden yaşama veda eder. Annem yıllarca okulunu düşlerinde gördüğünü söylerdi bize. Belki de onun yarıda kalan okul yaşamı kardeşimle bana her ne koşulda olursak olalım eğitimimizi bitirmemizde müthiş bir güç verdi.
Annemle babamın yaşamlarında yalnızca birbirlerine dayanmaları ve inanmaları bizim mutlu bir çocukluk geçirmemizi sağladı. Sevginin güzelliğini biz anne ve babamızdan öğrendik. Arada babama takılırdım.''Annem gibi bir eş kolay bulunmaz. Çünkü hep senin doğrularını kabulleniyor. '' O da hoşnut kalırdı bu sözlerimden.
Küçücükken annemin evde işlerini yaparken güzel sesiyle söylediği şarkılarla büyüdük biz. Titiz, bakımlı ve kadife otoritesiyle hep yanımızda oldu. Ergenlik döneminde arada ters düşsek de hep saygılı olduk. Ben de kardeşim de annemiz gibi gencecik evlendik ilk sevda ateşiyle.
Genç yaşta yaşamın yükünü hem okuyup ve sonra çalışıp üstlenirken hep annemin desteğini duyduk en derinden. Çocuklarım için anneanne yemekleri, anneannede kalma en unutulmaz anılar oldu küçüklüklerinde. Bugün bile anneanneye gitmek huzur verir onlara.
Annemin başucundan kitabı,elinden gazeteleri ve dergileri hiç eksik olmaz. Çocukluğumuzda butikten alınmış gibi kendi eliyle diktiği güzelim elbiselerle giydirdi bizi. Güzelim el yazısıyla mektuplar yazardı Ankara'daki biricik teyzeciğime. Evin büyük kızı olarak dayımın delikanlılık sorunlarını taşıdı en genç yaşlarında. Babaannemle yaşadığımız evimizde kendinden çok farklı karakterdeki kayınvalidesine hiç bir zaman saygısını bozmadı.
Hep denir ya kızlar önce babalarının kızlarıdır,yaşlandıkça annelerinin olur. Evet, doğru biz de babamıza hayrandık. Annemiz zaten annemizdi, hep bizi düşünürdü bilirdik. Anne olunca daha farklı görmeye ve daha iyi anlamaya başladık. Hele babamdan sonra onun güçlü duruşu güç verdi bize. Ve şimdi her gün sesini duymadan güne başlayamadığım biricik annem sonsuzluğu anımsatıyor bana... Teşekkür ederim benim minik ama dev yürekli güzel annem hep yanımda olduğun için.
11 Mayıs 2012 Cuma
19 MAYIS PASTASI
Atatürk'ümüze 19 Mayıs doğum günü pastası kesilecekmiş Samsun'da. Ne mutlu bizlere, bugünleri de gördük...! Artık vatandaş pasta yesin, ulusal bayramını kutlasın düzeyine geldik. Ne çağdaş, ne derinlikli bir yaklaşım...!
Bizler 19 Mayıs'ı Kurtuluş Savaşı'mızın başlangıcı diye bilirdik. 5 Mayıs 2012 tarihli yeni yönetmeliğe göre artık Gençlik ve Spor Bakanlığı'nın denetimi ve yönetiminde kutlanacakmış bayram. Stadyumlarda lise öğrencilerinin spor gösterileri illerden kaldırıyor,12 Eylül'den sonra üniversite gençliğinin katılamadığı gösteriler üniversite yerleşkelerinde çeşitli etkinliklerle yeniden kutlama kapsamına alınıyormuş.
İlk bakışta bir günden bir haftaya yayılan bir bayram,çeşit çeşit etkinlikler, gençlik şurası ve kararları gibi pek parlak görünse de günümüzün tüm yeni uygulamaları gibi yüzey doyuran düzey içermeyen bir karışım.
Samsun 19 Mayıs Stadı yıkılacak, yeni yapılacak olanın adı değişecek ve bu konuda halkın isteği sorulacakmış. Sağduyu sahibi Samsunlular bu kararı protesto için görkemli bir yürüyüş yaptılar bile.
Düşünüyorum da, dış politikada ve ekonomide bunca açmaz içindeyken gündemi neden bu şekilde dolduruyoruz, neden hep geçmişten gelen değerleri yok etmeye çalışıyoruz diye ve yanıtını herkesin çok rahat vereceğini bildiğim için burada yazmaya gerek duymuyorum.
Yalnızca bir karşılaştırma yapıyorum. ABD'de 4 Temmuz, Fransa'da 14 Temmuz nasıl bir temelle yüzyıllardır kutlanıyor, hiç değişiklik yapılması düşünülmüyorsa biz de de boyunduruk altından çıkış savaşımızın başlangıç tarihimizin simgesi Ata'mızın Samsun'a ayak basışıysa bu bir pasta kesip halka pasta dağıtma basitliğine kesinlikle indirgenmemelidir diye isyan ediyorum.
Çok fazla abartıyorum belki. Ama hani artık boğulma noktasına geldiğimiz en yetkili ağızlardan söyleniyor ya, belki de ben de boğulmadan önceki son nefeslerimin çığlığındayım. Ardı ardına gelen o denli çok değişim yaşıyoruz ki son yıllarda ve inandığım, güvendiğim ve sarsılmaz sandığım değerlerin kaleleri öylesine hızla yok ediliyor ki, Atatürk ve silah arkadaşlarının kurduğu ve kurulduğu yıllarda tüm dünya uluslarının övgüsünü kazanmış ve bir çok ülkenin bağımsızlık savaşına örnek olmuş Cumhuriyet'imizin çocuğu olarak yetiştirilen ben ve benim kuşağım halka Atatürk'ün doğum günü pastası dağıtılan 19 Mayıs haftasına en hafif deyişle içi bulanarak bakıyor, kusura bakmayın.
Bizler 19 Mayıs'ı Kurtuluş Savaşı'mızın başlangıcı diye bilirdik. 5 Mayıs 2012 tarihli yeni yönetmeliğe göre artık Gençlik ve Spor Bakanlığı'nın denetimi ve yönetiminde kutlanacakmış bayram. Stadyumlarda lise öğrencilerinin spor gösterileri illerden kaldırıyor,12 Eylül'den sonra üniversite gençliğinin katılamadığı gösteriler üniversite yerleşkelerinde çeşitli etkinliklerle yeniden kutlama kapsamına alınıyormuş.
İlk bakışta bir günden bir haftaya yayılan bir bayram,çeşit çeşit etkinlikler, gençlik şurası ve kararları gibi pek parlak görünse de günümüzün tüm yeni uygulamaları gibi yüzey doyuran düzey içermeyen bir karışım.
Samsun 19 Mayıs Stadı yıkılacak, yeni yapılacak olanın adı değişecek ve bu konuda halkın isteği sorulacakmış. Sağduyu sahibi Samsunlular bu kararı protesto için görkemli bir yürüyüş yaptılar bile.
Düşünüyorum da, dış politikada ve ekonomide bunca açmaz içindeyken gündemi neden bu şekilde dolduruyoruz, neden hep geçmişten gelen değerleri yok etmeye çalışıyoruz diye ve yanıtını herkesin çok rahat vereceğini bildiğim için burada yazmaya gerek duymuyorum.
Yalnızca bir karşılaştırma yapıyorum. ABD'de 4 Temmuz, Fransa'da 14 Temmuz nasıl bir temelle yüzyıllardır kutlanıyor, hiç değişiklik yapılması düşünülmüyorsa biz de de boyunduruk altından çıkış savaşımızın başlangıç tarihimizin simgesi Ata'mızın Samsun'a ayak basışıysa bu bir pasta kesip halka pasta dağıtma basitliğine kesinlikle indirgenmemelidir diye isyan ediyorum.
Çok fazla abartıyorum belki. Ama hani artık boğulma noktasına geldiğimiz en yetkili ağızlardan söyleniyor ya, belki de ben de boğulmadan önceki son nefeslerimin çığlığındayım. Ardı ardına gelen o denli çok değişim yaşıyoruz ki son yıllarda ve inandığım, güvendiğim ve sarsılmaz sandığım değerlerin kaleleri öylesine hızla yok ediliyor ki, Atatürk ve silah arkadaşlarının kurduğu ve kurulduğu yıllarda tüm dünya uluslarının övgüsünü kazanmış ve bir çok ülkenin bağımsızlık savaşına örnek olmuş Cumhuriyet'imizin çocuğu olarak yetiştirilen ben ve benim kuşağım halka Atatürk'ün doğum günü pastası dağıtılan 19 Mayıs haftasına en hafif deyişle içi bulanarak bakıyor, kusura bakmayın.
9 Mayıs 2012 Çarşamba
MAYIS İSE AYLARDAN
Mayıs ne denli dolu bir aydır, ne çok şey anımsatır insana. İçinde 'insan' barındıran 'Nisan' ayından sonra gelmesi ilk özelliğidir. Doğanın güzelliğini,var olmayı,kutlamaları yitip gitmeleri düşündürür bir anda.Kısacası Nisan'da insan varsa Mayıs'da tüm bir yaşam gizlidir.
Ayın ilk günü benim çocukluğumda 'Bahar Bayramı' olarak kutlanırdı.Pek bildirmezlerdi emeğin ve emekçinin bayramı olduğunu o günün. Sonraları anlamaya başladık 1 mayıs'ın anlamını. Ve en genç yaşlarımızda 78 kuşağı olarak en acı 1 Mayıs kutlamasını yaşadık 77'de.
Doğa donanırken erguvanlarla, güllerle, ilkyaz en canlı günlerinin nefesini alırken insanoğlu farklı yönleriyle kutladı Mayıs'ın ilk gününü.
Erguvanlara ve güllere bakarsınız değil mi çevrenizde? Renklerini duyumsarsınız değil mi bahçelerde, yollarda? Ya gelincikler? Onlar da coşarlar Mayıs'ın ilk günlerinde. Hele bir de fotoğraf çekmeyi seviyorsanız unutulmaz anlar yakalarsınız Mayıs ışığında. Üstüne üstlük bir de İzmirliyseniz gün batımının en harikası Kordon'dan, Karşıyaka'dan ya da Konak Pier'den bu ayda yaşanır.
Ya yine en güzel şenliklerden biri olan 'Hıdırellez' kutlamalarına ne demeli? Hızır ve İlyas denen iki kutsal kişi bir araya gelip insanoğlunun dileklerini gerçekleştirmeye uğraşır 5 Mayıs gecesi. En güzel Çingeneler kutlar bu şenliği. Çünkü ruhları müzik ve neşeyle yoğrulmuş başka hiç bir topluluk yoktur şu yeryüzünde. Ve 'Ederlezi' dinlemek, izlemek istersiniz, bir yandan gül dallarına dileklerinizi yazıp bir yandan denizlere iletirken isteklerinizi.
Ne gariptir ki ertesi sabah uyandığınızda yitip gitmiş üç fidanın hala taze acısı dağlar yüreğinizi. Tam kırk yıldır, tam 15 yaşından beri her 6 Mayıs kanar durur belleğinizde. Bir yandan da sağıltmaya çalışırsınız o acıyı. Dersiniz ki ' Onların anısını her gelen yeni kuşak devralıyor, bak seninle birlikte gencecik fidanlar da bilincinde yapılan o dönüşü olmayan haksızlığın.' Can Yücel'in o güzelim şiirini mırıldanrken Rodrigo'nun 'Gitar Konçerto'su' eşlik eder unutulmaz tınısıyla.
Bir de bakarsınız güne dönmüşsünüz, yaşadığınız güne. Ah, işte o zaman daha bir burkulur yüreğiniz. Sanata, aydınlara, farklı düşünenlere yapılan baskıyı en derinden hissedersiniz. Bir yanda çok değerli Genco Erkal'ın ödüllerine sevinirsiniz, öte yanda o beyefendi yüzlü, insan gibi insan Cüneyt Türel'in umut dolu yaşamda kalma uğraşından sonsuz yolculuğuna çıkışına, sessizliğin kucakladığı sevdiğine yanarsınız.
Ve sonra 8 Mayıs akşamı pirıl pırıl bir genç yönetmenin, IKSV Film Festivali'nde bir yıl önce ardarda koltuklarda ' Bizim Büyük Çaresizliğimiz'i' izlediğiniz, coşkusunu paylaştığınız Seyfi Teoman'ın bu dünyadan gider olduk deyişini duyarsınız, çaresiz kalırsınız.
İşte böyle bir aydır Mayıs. içinde tüm bir yaşamı barındır eğer görmek ve duyumsamak isterseniz.
Ayın ilk günü benim çocukluğumda 'Bahar Bayramı' olarak kutlanırdı.Pek bildirmezlerdi emeğin ve emekçinin bayramı olduğunu o günün. Sonraları anlamaya başladık 1 mayıs'ın anlamını. Ve en genç yaşlarımızda 78 kuşağı olarak en acı 1 Mayıs kutlamasını yaşadık 77'de.
Doğa donanırken erguvanlarla, güllerle, ilkyaz en canlı günlerinin nefesini alırken insanoğlu farklı yönleriyle kutladı Mayıs'ın ilk gününü.
Erguvanlara ve güllere bakarsınız değil mi çevrenizde? Renklerini duyumsarsınız değil mi bahçelerde, yollarda? Ya gelincikler? Onlar da coşarlar Mayıs'ın ilk günlerinde. Hele bir de fotoğraf çekmeyi seviyorsanız unutulmaz anlar yakalarsınız Mayıs ışığında. Üstüne üstlük bir de İzmirliyseniz gün batımının en harikası Kordon'dan, Karşıyaka'dan ya da Konak Pier'den bu ayda yaşanır.
Ya yine en güzel şenliklerden biri olan 'Hıdırellez' kutlamalarına ne demeli? Hızır ve İlyas denen iki kutsal kişi bir araya gelip insanoğlunun dileklerini gerçekleştirmeye uğraşır 5 Mayıs gecesi. En güzel Çingeneler kutlar bu şenliği. Çünkü ruhları müzik ve neşeyle yoğrulmuş başka hiç bir topluluk yoktur şu yeryüzünde. Ve 'Ederlezi' dinlemek, izlemek istersiniz, bir yandan gül dallarına dileklerinizi yazıp bir yandan denizlere iletirken isteklerinizi.
Ne gariptir ki ertesi sabah uyandığınızda yitip gitmiş üç fidanın hala taze acısı dağlar yüreğinizi. Tam kırk yıldır, tam 15 yaşından beri her 6 Mayıs kanar durur belleğinizde. Bir yandan da sağıltmaya çalışırsınız o acıyı. Dersiniz ki ' Onların anısını her gelen yeni kuşak devralıyor, bak seninle birlikte gencecik fidanlar da bilincinde yapılan o dönüşü olmayan haksızlığın.' Can Yücel'in o güzelim şiirini mırıldanrken Rodrigo'nun 'Gitar Konçerto'su' eşlik eder unutulmaz tınısıyla.
Bir de bakarsınız güne dönmüşsünüz, yaşadığınız güne. Ah, işte o zaman daha bir burkulur yüreğiniz. Sanata, aydınlara, farklı düşünenlere yapılan baskıyı en derinden hissedersiniz. Bir yanda çok değerli Genco Erkal'ın ödüllerine sevinirsiniz, öte yanda o beyefendi yüzlü, insan gibi insan Cüneyt Türel'in umut dolu yaşamda kalma uğraşından sonsuz yolculuğuna çıkışına, sessizliğin kucakladığı sevdiğine yanarsınız.
Ve sonra 8 Mayıs akşamı pirıl pırıl bir genç yönetmenin, IKSV Film Festivali'nde bir yıl önce ardarda koltuklarda ' Bizim Büyük Çaresizliğimiz'i' izlediğiniz, coşkusunu paylaştığınız Seyfi Teoman'ın bu dünyadan gider olduk deyişini duyarsınız, çaresiz kalırsınız.
İşte böyle bir aydır Mayıs. içinde tüm bir yaşamı barındır eğer görmek ve duyumsamak isterseniz.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)