''Bu sergi onların anısına...
Bu coğrafyada ve dünyanın her yerinde, yüzyıllardır ve şimdi savaş ve politik nedenlerle göçe zorlanan, evini, toprağını, yeşilini, suyunu, işini, aşını ve insanını terkedip yabancı diyarlara göç etmek zorunda kalan tüm insanlar...
Mübadiller...
Yani, Anadolu'dan Yunanistan'a göç etmek zorunda bırakılan Rumlar ve Yunanistan'dan getirilen Türkler,
Tehcir edilen Ermeniler ve Filistinliler, Kürtler, Romanlar, Bosnalılar, Tatarlar, Çerkezler, yahudiler ve daha pek çokları...
Anılarını peşlerinden sürükleyerek yaşayanlar, ölenler ve şimdi, izleri torunları tarafından sürülenler...
Tanımları ne olursa olsunhepsinin ortak noktaları; iradeleri dışında göçe zorlanmak, acı ve hasret çekmek,
Bu sergi onlar için,''
Sergiyi gezemeyenler de okuyabilsinler diye olduğu gibi yazdım, sergi kitapçığının başındaki bu anlamlı tanıtım yazısını.Okurken olduğu gibi, yazarken de derinden etkilendim. Kimbilir belki de Suriye'yle savaşa bu denli anlamsızca yaklaşmışken, göçleri, mültecileri ve ülkesinden kaçanları ve tarihin her döneminde olduğu gibi bugün de masum insanların topraklarından kopuşlarını düşündüğüm için...
Aslında dostluğa dairdir bu yazının ana fikri. 10 Haziran'da İstanbul Giritli Restoran'da ikinci Lozan Mübadilleri Derneği gezimin kazandırdığı beş dostla yenen yemekte değerli Çetin Özer hocamız söz etti İDGSA 80'liler grubunun 27. kez düzenledikleri sergiden ve bizleri de içtenlikle davet etti. Özellikle serginin mübadiller anısına oluşu hemen orada söz vermemizi sağladı. Masadaki iki dosttan Ülkü, işi Esat da, Ezgi'sinin LYS'si nedeniyle gelemeyeceklerdi ama Şule ve Lale kardeşler ve ben program yapmaya başlamıştık bile.
İki gün sonra Çetin Hoca'mızın Lozan Mübadilleri Derneği'nin facebook sayfasındaki, serginin tanıtım afişi olan fotoğrafını ve öyküsünü görüp okuyunca daha bir coşkuyla kesinleştirdik gezi planımızı.
Adı üstünde mübadil çocukları ya da torunlarıyız ya, durduğumuz yerde pek duramayız. Sevgili Şadan ablamın kızı Özlem de yol arkadaşım olunca Pazartesi günü çıktık yola. Ayvalık ilk durağımız oldu. Şule ve Lale'nin çok eski arkadaşları olan hemen postanenin karşısındaki sokakta yer alan üçyüz yıllık bir Ayvalık evinde 'Bonjour Pansiyon'da kaldık. Konuştukça gayretli çalışmalarına hayran kaldığım, aslı Üsküdar'lı ama tam bir Ayvalık gönüllüsü Hatice hanım ağırladı bizi. Özlem' le eski evlerin fotoğraflarını çekmeye dalınca günbatımını Şeytan sofrası'ndan değil, kardeş tavsiyesi, Karantina sokaktaki Deniz Kestanesi restorandan izledik nefis beyaz şaraplarımızı yudumlarken. Güzelim mezeler, müzik, kaliteli servis ve işletmecilik de eklenince, sohbetimize ve fotoğraf çekmeye doyamadık. Dostların ve anıların kulaklarını çınlattık bol bol.
Sırada Cunda ziyareti vardı. Babacığımın çok sevdiği 'papalina' adasına, Ayvalık'ın ünlü 'ilk' Boğaz Köprüsü'nden geçerek gittik. Özlem'in Alaçatı ve Çeşme tatil anlayışından çok daha farklı ve içten bulduğu sevimli Cunda'da hediyelik eşya ve zeytinyağı sergilerine daldık önce. Sonra kardeşciğimin ısmarladığı 'sakızlı kurabiye'nin' tek satış yeri olan Karadeniz pastanesi'ni ararken Fidan el sanatları'nın o özenli ve sevimli dükkanını keşfettik. Çok özel ürünler hazırlayan sahibesi Zuhal Üçok hanım'la sohbet etmek iyi geldi bize. Bu arada kurabiyeler paketlenirken ikram edilen Ayvalık'ın meşhur lor tatlısının da tadına bakmadan duramadım. Özlem de üzerindeki Fidan üretimi modern şalvarıyla çok mutluydu sokaktan ayrılırken.
Ayvalık'a son minibüs saat 01.00 deydi. Eh, Taş Kahve'nin tavşan kanı çayından içmeden olmaz dedik. İkramsever Cunda esnafının bir diğer örneği olan lokma ikramını da reddetmedik. Kıyıda kayıklar, gökte parıldayan ay ve tam minibüse binerken gördüğümüz ve dilbilimci olarak merakımı yenemeyip anlamını sorduğum restoranın adının (Harakop) anlamının 'yaşamı sev' olduğunu öğrenince, gerçekten geçen güzel saatlere ne kadar uygun olduğunu düşünüp gülümseyerek döndük pansiyonumuza.
Kararlı bir gezgin olarak, ertesi sabah ilk durağımız Şule, Lale ve zarif kuzenleri seramik sanatçısı Mine'yle Şeytan Sofrası'ydı. Beş yıllık bir aradan sonra temiz bir çay bahçesinde sabah kahvesi keyfi yapıp, Lale'nin sevimli cadılarının kadim öyküsünü dinlemek ve Şeytan'ın bayağı düzgün kalmış(!) ayak izine dilek kağıdı bağlamak da hoştu doğrusu.
Sıra gezimizin asıl amacı olan serginin açıldığı 'Bergama Bedesteni'ne ulaşmaya gelmişti. Kaptanlığımı beğenen yol arkadaşlarımla Bergama'ya vardığımızda sıcaklık 38 Celcius derecesini bulmuştu. Park yerinin karşısında Bergama Kermesi'nin konuklarından Makedonya halk oyunları ekibi Balkan'ların renkli müziğiyle dansediyorlardı. Ara sokakların üstleri örtülmüş gölgesinden yürüyerek Bedesten'i ve Çetin Hoca'mızı bulduk. Hocamız, biz gezi kuzenlerini karşısında görünce sevindi yürekten. Açılışı belediye başkanıyla sanatçılar birlikte yaptılar. Ve sıcağın etkisiyle kısa ama özlü konuşmalar yaparak herkesi sevindirdiler. Bedesten taş duvarlarının serinliğine yerleştirilmiş birbirinden anlamlı tablolar,fotoğraflar,grafik,heykel ve tasarım yapıtlarıyla nasıl canlanmıştı. Tüm eserleri ince ince özümlemeye çalıştık ve aydınlık yüzlü, ışıkla donatılmış beyinleri ve yürekleriyle yarattıkları için katılan sanatçılara teşekkürü bir borç bildik, sanatsız yaşayamayanlar olarak. Yüreklerimizden, sakın karartmasınlar bu güzel insanların çabalarını diye fısıldayaraktan...
Bizim için anlamı çok farklı olan sergiden ayrılırken bir de Bergama'nın yöresel yemeklerinden yiyelim istedik. Çığırtma Evi'ni önerdi Bergamalı bir hanım. Çığırtma imambayıldıya benzer lezzetli bir patlıcan yemeği. Kurşunlu Camii'nin yanındaki bu temiz lokantanın işletmecisi de gezimizin ikinci Hatice hanımıydı. Masamıza gelip iş öyküsünü anlattı tüm açıklığı ve sadeliğiyle. Hayalindeki işe kavuşmanın özgüvenini öyle sevimli taşıyordu ki biz de alkışlamadan duramadık. İlk günlerde porsiyon ayarlaması bile yapamadığını, bol kepçesiyle tüm müşterilerini şaşırttığını, üniversitede okuyan oğlunun ilk yıl ona, şimdi de kendinin oğluna destek olduğunu anlatırken gözleri parıldıyordu.
Ve üçümüz Ayvalık'a,ikimiz İzmir'e dönmek için vedalaştık her gezinin sonunda olduğu gibi. Dopdolu bir yirmidört saat geçirmiş, güzel insanlar, eserler, yerler görmüş, anılarımıza yenilerini eklemekten gönül doygunluğuna erişmiştik. 'HARAKOP' dedik Özlem'le birbirimize ve tüm mübadillerin anısına...
28 Haziran 2012 Perşembe
23 Haziran 2012 Cumartesi
BİR ALAÇATI GECESİ
Alaçatı; son yılların gözde tatil yeri, sörf merkezi, İstanbul ve Bodrum mekanlarının ikinci merkezleri ve bunun gibi bir çok başlık görebilirsiniz, okuyabilirsiniz. Yine de isterseniz bu eski şirin köyün izlerini bulabilirsiniz Alaçatı'da, Alaçatı insanlarında.
Alaçatı, benim yirmili yaşlarımın yazlarının taze meyve sebze alışverişinin yapıldığı, meydanındaki kahvede dinlenip çay içildiği ve o zamanki anne baba yazlığına dönüldüğü şirin bir köydü.
Aradan bir on yıl geçtikten sonra yavaş yavaş keşfedilip,eski Rum taş evlerinin satın alınıp restore edilerek kahvelerin cafelere dönüştüğü ve bir kaç yıl daha geçtiğinde ilk sörf merkezlerinin açılmasıyla değişik bir kimliğe bürünmeye başlayan bir Alaçatı'ydı.
Biz üç kişi Salı akşamı Alaçatı'daydık. Hafta sonları çılgın kalabalığını sevmediğim Alaçatı o gece kucak açtı bize. Kızım ,ben ve sevgili Rezzan'ımız İzmir'e dönmeden Alaçatı'da bir akşam yemeği yemek istedik. Restoranların bulunduğu caddenin solundaki sokaklardan birinde mavi beyaz kareli örtüieri ve suyun öte yanından müziğiyle bir restoranı üçümüz de aynı anda seçtik. Adını vermeyeyim de yanında 'Tektekçi' pub var diyeyim daha iyi. Bir de aynı sokakta çok güzel kapıları olan bir kaç tane eski ev var ki fotoğraflarını çekmeye doyamadım. Hele üstünde çanı olan o kapı ne güzel dokuları barındırıyordu, yılların birikimiyle...
Mezelerle donatılan masamızda koyulaşan sohbet, rembetikolardan, Zeki Müren şarkılarına geçilen müzik derken Rezzan'ın aklına çocukluğundan kalan ve anlamınını merak ettiği iki Rumca sözcük takıldı. Mekanın sahibi iki kardeşten birine çevrede Rumca bilen var mı diye sorduk. Bize Kazım amca'nın adını verdiler hemen. Az sonra da her akşam olduğu gibi buradan geçer diye de eklediler. 'Apopsi' ve 'Tipota' sözcükleri Türkçe'ye çevrilmeyi bekliyordu ama Kazım amca ortalıkta görünmüyordu. Sevgili mübadil dostlara sorabilirdim de o saatte rahatsız etmek olmazdı. Sonunda ellerini arkasında kavuşturmuş yaşlı bir bey ve yanında eşi olduğunu tahmin ettiğimiz bir hanım geçtiler, masaların arasından. Biz mekan sahibi iki kardeşe seslenip sorana dek Kazım amca evine girmişti bile. Ama eşi Neval hanım sorularımıza karşılık vermeye gönüllüydü.
Masada artık dört kişiydik. Neval hanım 50 yıldır Alaçatılı olmasına karşın kendini hala Çeşme'li gelin sayıyordu. Restoran sahibi kardeşlerin anneannelerinin bir tesadüf eseri keşfettiği ve üç çeşit peyniri karıştırarak yaptığı enfes tatlıyı yerken, Neval teyze annesi Giritli Devlet hanım'dan öğrendiği akıcı Rumcasıyla bize apopsi bu gece, tipota yok demektir diye açıklamıştı bile.
Neval teyze, müthiş bir özgüvenle aile tarihini anlatıyor, annesi Devlet hanım'ın 104 yaşındaki vefatını anlatırken, ''Geçen Kurban Bayramı arifesiydi. Ben yarın gidiyorum. Sizi uğraştıracağım'' dedi Ben de ''Anne, bayramı bari geçirelim, telaş yapma dedim ama dediği gibi oldu. Bayram günü öldü, doktor, hoca bulana kadar bayağı uğraştık'' diyerek gülüyordu. Annesinin ölene dek Rumca konuştuğunu, o yüzden kendi Rumcasının da çok iyi olduğunu vurguluyordu. Eşi Kasap Kazım amca'nın gelen tüm Yunanlı turistlere rehberlik yaptığından da dem vuruyordu gururla. Üç oğlunu anlatırken gözlerini içi gülüyor, sabahları ikisinin arabalarıyla onu selamlayarak işe gittiklerini, en küçüğünün de her sabah aynı saatte telefon edip hatırını sorduğunu, babalarına bir şey olmasın diye gözünün içine baktıklarını, kısacası hayırlı evlat olduklarını söylüyordu. Bu arada gelinleri ve torunlarından da memnun olduğunu ama önce çocuklarının geldiğini de açık yüreklilikle anlatıyordu.
Bizim ilgimizi en çok Çeşme'den gelin geldiğini anlatırken takındığı o gururlu tavır çekmişti. Sanki saraydan sürgüne gelmiş gibiydi. Meğer Çeşme'liler Alaçatı'yı taşra görürler, küçümserlermiş. Bizim Alaçatılı lokantacı kardeşler de içtenlikle onayladılar bu çekişmeyi. Yıllar önce Çeşme ve Alaçatı takımları futbol maçı yaparlar ve her maç sonrası kim deplasmandaysa dayak yer dönermiş ev sahibi taraftarlardan. Ancak maç bitince yenen dayak unutulurmuş. Günümüzde o eski çekişmenin yerini dayanışma almış.Neval teyze kahvesini de içip,kızıma yaşam ve eş seçimi hakkında kendince gayet mantıklı (:))) ) öğütler verdikten sonra kalkabildik masamızdan. Neval teyze'ye yeniden ziyaret sözü verdiğimizi de unutmayalım bu arada.
Dönüşte bir de meşhur sakızlı lokmalardan ikram etti bize gönlü bol lokmacı. Son olarak Mimar Sinan mezunu tasarımcı Adem bey'den çok hoş bileklik aldık kızıma gecenin anısı olarak.
Alaçatı yüreğini açtı o gece bize gönlü güzel insanlarıyla. yorucu gündemden uzak pırıltılı bir gece yaşadık ve restoranın duvarında yazıldığı gibi 'İnsanı sevmekle başlar her şey' gibi geçti saatler...
Alaçatı, benim yirmili yaşlarımın yazlarının taze meyve sebze alışverişinin yapıldığı, meydanındaki kahvede dinlenip çay içildiği ve o zamanki anne baba yazlığına dönüldüğü şirin bir köydü.
Aradan bir on yıl geçtikten sonra yavaş yavaş keşfedilip,eski Rum taş evlerinin satın alınıp restore edilerek kahvelerin cafelere dönüştüğü ve bir kaç yıl daha geçtiğinde ilk sörf merkezlerinin açılmasıyla değişik bir kimliğe bürünmeye başlayan bir Alaçatı'ydı.
Biz üç kişi Salı akşamı Alaçatı'daydık. Hafta sonları çılgın kalabalığını sevmediğim Alaçatı o gece kucak açtı bize. Kızım ,ben ve sevgili Rezzan'ımız İzmir'e dönmeden Alaçatı'da bir akşam yemeği yemek istedik. Restoranların bulunduğu caddenin solundaki sokaklardan birinde mavi beyaz kareli örtüieri ve suyun öte yanından müziğiyle bir restoranı üçümüz de aynı anda seçtik. Adını vermeyeyim de yanında 'Tektekçi' pub var diyeyim daha iyi. Bir de aynı sokakta çok güzel kapıları olan bir kaç tane eski ev var ki fotoğraflarını çekmeye doyamadım. Hele üstünde çanı olan o kapı ne güzel dokuları barındırıyordu, yılların birikimiyle...
Mezelerle donatılan masamızda koyulaşan sohbet, rembetikolardan, Zeki Müren şarkılarına geçilen müzik derken Rezzan'ın aklına çocukluğundan kalan ve anlamınını merak ettiği iki Rumca sözcük takıldı. Mekanın sahibi iki kardeşten birine çevrede Rumca bilen var mı diye sorduk. Bize Kazım amca'nın adını verdiler hemen. Az sonra da her akşam olduğu gibi buradan geçer diye de eklediler. 'Apopsi' ve 'Tipota' sözcükleri Türkçe'ye çevrilmeyi bekliyordu ama Kazım amca ortalıkta görünmüyordu. Sevgili mübadil dostlara sorabilirdim de o saatte rahatsız etmek olmazdı. Sonunda ellerini arkasında kavuşturmuş yaşlı bir bey ve yanında eşi olduğunu tahmin ettiğimiz bir hanım geçtiler, masaların arasından. Biz mekan sahibi iki kardeşe seslenip sorana dek Kazım amca evine girmişti bile. Ama eşi Neval hanım sorularımıza karşılık vermeye gönüllüydü.
Masada artık dört kişiydik. Neval hanım 50 yıldır Alaçatılı olmasına karşın kendini hala Çeşme'li gelin sayıyordu. Restoran sahibi kardeşlerin anneannelerinin bir tesadüf eseri keşfettiği ve üç çeşit peyniri karıştırarak yaptığı enfes tatlıyı yerken, Neval teyze annesi Giritli Devlet hanım'dan öğrendiği akıcı Rumcasıyla bize apopsi bu gece, tipota yok demektir diye açıklamıştı bile.
Neval teyze, müthiş bir özgüvenle aile tarihini anlatıyor, annesi Devlet hanım'ın 104 yaşındaki vefatını anlatırken, ''Geçen Kurban Bayramı arifesiydi. Ben yarın gidiyorum. Sizi uğraştıracağım'' dedi Ben de ''Anne, bayramı bari geçirelim, telaş yapma dedim ama dediği gibi oldu. Bayram günü öldü, doktor, hoca bulana kadar bayağı uğraştık'' diyerek gülüyordu. Annesinin ölene dek Rumca konuştuğunu, o yüzden kendi Rumcasının da çok iyi olduğunu vurguluyordu. Eşi Kasap Kazım amca'nın gelen tüm Yunanlı turistlere rehberlik yaptığından da dem vuruyordu gururla. Üç oğlunu anlatırken gözlerini içi gülüyor, sabahları ikisinin arabalarıyla onu selamlayarak işe gittiklerini, en küçüğünün de her sabah aynı saatte telefon edip hatırını sorduğunu, babalarına bir şey olmasın diye gözünün içine baktıklarını, kısacası hayırlı evlat olduklarını söylüyordu. Bu arada gelinleri ve torunlarından da memnun olduğunu ama önce çocuklarının geldiğini de açık yüreklilikle anlatıyordu.
Bizim ilgimizi en çok Çeşme'den gelin geldiğini anlatırken takındığı o gururlu tavır çekmişti. Sanki saraydan sürgüne gelmiş gibiydi. Meğer Çeşme'liler Alaçatı'yı taşra görürler, küçümserlermiş. Bizim Alaçatılı lokantacı kardeşler de içtenlikle onayladılar bu çekişmeyi. Yıllar önce Çeşme ve Alaçatı takımları futbol maçı yaparlar ve her maç sonrası kim deplasmandaysa dayak yer dönermiş ev sahibi taraftarlardan. Ancak maç bitince yenen dayak unutulurmuş. Günümüzde o eski çekişmenin yerini dayanışma almış.Neval teyze kahvesini de içip,kızıma yaşam ve eş seçimi hakkında kendince gayet mantıklı (:))) ) öğütler verdikten sonra kalkabildik masamızdan. Neval teyze'ye yeniden ziyaret sözü verdiğimizi de unutmayalım bu arada.
Dönüşte bir de meşhur sakızlı lokmalardan ikram etti bize gönlü bol lokmacı. Son olarak Mimar Sinan mezunu tasarımcı Adem bey'den çok hoş bileklik aldık kızıma gecenin anısı olarak.
Alaçatı yüreğini açtı o gece bize gönlü güzel insanlarıyla. yorucu gündemden uzak pırıltılı bir gece yaşadık ve restoranın duvarında yazıldığı gibi 'İnsanı sevmekle başlar her şey' gibi geçti saatler...
11 Haziran 2012 Pazartesi
MÜZİK DOĞA İNSANLAR VE İSTANBUL
Cuma gününden beri İstanbul'dayım. Bu kez annemi de alıp bir haftalığına geldim sevdiğim şehre. Evden eve sekiz saat direksiyon başında olsam da akşam Harbiye Cemil Topuzlu açık Hava Tiyatrosu'ndaydım. Yol yorgunu olmak bile alıkoymadı beni. Çünkü Kalan Müzik 20. Yıl Konserleri'nin ilki vardı. Ve ben Kalan Müzik'in tanıttıklarını sevdiğim için konserli kutlamalarını kaçırmak istemedim. İyi ki de öyle yapmışım.
Olgun Şimşek tüm açıksözlülüğü ve neşesiyle sundu programı. Barkovizyondaki görüntülerinden, tüm devrimci ozanlara, yorumculara ve gençlik liderlerine selam yolladık alkışlarımızla.
İlk olarak Erkan Oğur ve İsmail Hakkı Demircioğlu ustalar sahne aldı. Yüreklerimizi hüzünlendirip, gözlerimizi buğulandırdılar.Hasan Saltık 'dan 'platin CD' ödüllerini aldılar. Gitmesinler, kalsınlar istedik ama yerlerini Cengiz Özkan'a bıraktılar. Etkileyici yorumuyla yine özlediğimiz türküleri dinledik. Sonra Leman Sam alkışlandı bol bol. Mikail Aslan çıktı sahneye. Sesiyle, sözüyle bağladı tüm izleyiciyi.
En son Kardeş Türküler kutladı Kalan Müzik'i. Ah, önce gözlerimiz yaş doldu. Sonra halay çekti tüm tiyatro. Tüm sevdiklerimin orada olup o kardeşlik havasını duyumsamasını istedi gönlüm. Ve bir kez daha en iyi dileklerimi(!) yolladım çirkin politik oyun sahiplerine... Düşünebiliyor musunuz tüm tiyatro her yaştan seyircisiyle ayaktaydı.
Kardeş türküler gelecek yıl 20. yıllarını kutlayacaklarını ilettiler. Nice yıllarına, nice dinletilerine.
Her konser ya da oyun bitiminde bir an önce çıkmak için sanatçının sahneden ayrılışını bekleyemeyen sabırsız İstanbul seyircisinden eser yoktu o gece. Bitmesin istedi tüm izleyiciler. Ruhumun arındığını, umudun gücüyle çıktığımı hissettim ve eve yürürken ıhlamur ağaçlarının kokusunu çektim içime. Daha nice üretimler, geçmişin değerlerini tanıtmak için yolun açık olsun Kalan Müzik.
Pazar günü Galata Mevlevihanesi Sema törenindeydik annem ve kuzenimle. Mevlevihane'de kaç yıldır istediğim halde izleyememiştim semazenleri. Yapının büyüsünden orada izlemek çok daha farklıydı. Ne güzel ki bir çok yabancı da açılış konuşmasında vurgulandığı gibi edeple izledi tüm töreni.
Çıkışta caddenin kalabalığından kolay sıyrılmak için tramvaya bindik. Yanında altı yedi yaşlarındaki kızıyla, İranlı bir hanım geldi yanımıza. Bir anda yakınmaya başladı; yirmi dakikadır beklediğini, hiç kimsenin bilet için yardımcı olmadığını söyledi. Meğer Tahran'dan meslektaşımmış. Birlikte iki ülkeyi karşılaştırdık. ''Sakın izin vermeyin, bizim durumumuza gelmeye'' dedi tüm içtenliğiyle.Turizmi yok ederlerse siz de bizim gibi olursunuz diye vurguladı. On yaşına dek İngiltere'de yaşadığından ama memleket hasretine dayanamayıp döndüklerinden, Türk dizilerini, programlarını kaçak uydularla izlediklerini anlattı. Zaten herşey yasadışı yolardan yapılıyor İran'da, sosyal medya iletişimi bile diye devam etti. Sonra kültürünün saygısıyla annemin elini öpüp kalabalığa karıştı bir anda.
Ve şimdi Polonezköy Leonardo'nun yemyeşil, dingin bahçesinden yazıyorum bu yazımı. Ormanın içinden, 'karaca çıkabilir' uyarı levhalarının arasından tertemiz havayı çekerek geldik. Doğanın güzelliğine hayran olup,sakın burayı da bozmasınlar diye korkarak.
Artık bu güzel ülkede her an her şeyden ürker ve hep daha fazla bozmasınlar diye düşünür olduk. Yazarken umut ve güzelliklerden söz etmeyi isteyişim de bu yüzden. Gölgeler uzak olsun aydınlığı sevenlerden.
Her
Olgun Şimşek tüm açıksözlülüğü ve neşesiyle sundu programı. Barkovizyondaki görüntülerinden, tüm devrimci ozanlara, yorumculara ve gençlik liderlerine selam yolladık alkışlarımızla.
İlk olarak Erkan Oğur ve İsmail Hakkı Demircioğlu ustalar sahne aldı. Yüreklerimizi hüzünlendirip, gözlerimizi buğulandırdılar.Hasan Saltık 'dan 'platin CD' ödüllerini aldılar. Gitmesinler, kalsınlar istedik ama yerlerini Cengiz Özkan'a bıraktılar. Etkileyici yorumuyla yine özlediğimiz türküleri dinledik. Sonra Leman Sam alkışlandı bol bol. Mikail Aslan çıktı sahneye. Sesiyle, sözüyle bağladı tüm izleyiciyi.
En son Kardeş Türküler kutladı Kalan Müzik'i. Ah, önce gözlerimiz yaş doldu. Sonra halay çekti tüm tiyatro. Tüm sevdiklerimin orada olup o kardeşlik havasını duyumsamasını istedi gönlüm. Ve bir kez daha en iyi dileklerimi(!) yolladım çirkin politik oyun sahiplerine... Düşünebiliyor musunuz tüm tiyatro her yaştan seyircisiyle ayaktaydı.
Kardeş türküler gelecek yıl 20. yıllarını kutlayacaklarını ilettiler. Nice yıllarına, nice dinletilerine.
Her konser ya da oyun bitiminde bir an önce çıkmak için sanatçının sahneden ayrılışını bekleyemeyen sabırsız İstanbul seyircisinden eser yoktu o gece. Bitmesin istedi tüm izleyiciler. Ruhumun arındığını, umudun gücüyle çıktığımı hissettim ve eve yürürken ıhlamur ağaçlarının kokusunu çektim içime. Daha nice üretimler, geçmişin değerlerini tanıtmak için yolun açık olsun Kalan Müzik.
Pazar günü Galata Mevlevihanesi Sema törenindeydik annem ve kuzenimle. Mevlevihane'de kaç yıldır istediğim halde izleyememiştim semazenleri. Yapının büyüsünden orada izlemek çok daha farklıydı. Ne güzel ki bir çok yabancı da açılış konuşmasında vurgulandığı gibi edeple izledi tüm töreni.
Çıkışta caddenin kalabalığından kolay sıyrılmak için tramvaya bindik. Yanında altı yedi yaşlarındaki kızıyla, İranlı bir hanım geldi yanımıza. Bir anda yakınmaya başladı; yirmi dakikadır beklediğini, hiç kimsenin bilet için yardımcı olmadığını söyledi. Meğer Tahran'dan meslektaşımmış. Birlikte iki ülkeyi karşılaştırdık. ''Sakın izin vermeyin, bizim durumumuza gelmeye'' dedi tüm içtenliğiyle.Turizmi yok ederlerse siz de bizim gibi olursunuz diye vurguladı. On yaşına dek İngiltere'de yaşadığından ama memleket hasretine dayanamayıp döndüklerinden, Türk dizilerini, programlarını kaçak uydularla izlediklerini anlattı. Zaten herşey yasadışı yolardan yapılıyor İran'da, sosyal medya iletişimi bile diye devam etti. Sonra kültürünün saygısıyla annemin elini öpüp kalabalığa karıştı bir anda.
Ve şimdi Polonezköy Leonardo'nun yemyeşil, dingin bahçesinden yazıyorum bu yazımı. Ormanın içinden, 'karaca çıkabilir' uyarı levhalarının arasından tertemiz havayı çekerek geldik. Doğanın güzelliğine hayran olup,sakın burayı da bozmasınlar diye korkarak.
Artık bu güzel ülkede her an her şeyden ürker ve hep daha fazla bozmasınlar diye düşünür olduk. Yazarken umut ve güzelliklerden söz etmeyi isteyişim de bu yüzden. Gölgeler uzak olsun aydınlığı sevenlerden.
Her
5 Haziran 2012 Salı
BİR MÜZİKSEVERİN FAZIL SAY PAYLAŞIMI
Çok sesli müziğin çalgılardaki uyumu yaşama yansısa ne denli farklı yaşardık diye düşünür ve o yüzden bestecilere, sanatçılara hep saygı duyarım. Hatta her dinletide sanki ibadet edercesine huzur duyarım. Doksanlı yılların başından beri saygı duyduklarıma Fazıl Say da eklenmiştir ve piyanosunu dinlerken onun yüzüne de bakarım, nasıl kendinden geçtiğine tanıklık ederim ve Anadolu toprağından ürettiği bestelerine de hayranlık duyarım.
Yıllar önce, henüz yirmili yaşlarındayken ilk kez İzmir'de Amerikan Kültür Derneği'nin salonunda dinlemiştim Fazıl Say'ı. Çok etkilenmiştim yorumundan. Daha sonra iki kez daha dinledim İzmir'de. O yıllarda eşi değerli çellist Gülyar Say'la ABD'de yaşıyorlardı. Konser sonrası eşinin yanına gitmiş İzmir'de kuruluş çalışmalarına gönüllü olarak katıldığım Ege Çağdaş Eğitim Vakfı için çalabilir mi diye sormuştum. Gülyar Say da büyük bir içtenlikle telefonlarını vermiş ve istediğimiz zaman arayabileceğimizi söylemişti.
Bir kaç yıl sonra Efes Oteli Oditoryumu'nda dinletisine gitmiştik. O akşam otele bomba ihbarı yapıldı ve tüm protokol ve dinleyicilerin büyük kısmı salonu terketti. Ama sanatçı terketmedi ve bize unutamayacağımız bir dinleti sundu. Biz de protokolün boş bıraktığı ilk sıradan büyük bir mutlulukla dinledik onu. Konserin sonunda, bizden aklımıza gelen üç sözcüğü bir kağıda yazıp kendine vermemizi istedi. Doğaçlama olarak o sözcüklerden rastgele seçtikleriyle besteler üretti. O akşam bizlere çaldığı o doğaçlama ezgilerin güzelliğini hala unutamam.
Nazım Oratoryosu'nu da kadim Efes Tiyatrosu'nda dinleme şansına sahip oldum. Genco usta'nın yorumu da unutulmazdır benim için.Eğer Efes'de müzik dinlemişseniz tamamen dolu yüzyılların antik yapısının görkemini de düşleyebilirsiniz.
Uçuş Notları kitabını okurken yaşamını ve kendini nasıl sürekli eğittiğini öğrenmiş oldum. Yine İzmir'de bir dinletisi öncesi özellikle genç müzik öğrencilerine ve tüm müzikseverlere açık söyleşisine katıldım. Sabırla tüm soruları yanıtladı ve ustalığa giden yolun sonsuz çalışma ve üretme azminden geçtiğini anlattı olanca alçak gönüllülüğüyle
CRR'deki konserlerine de gittim son yıllarda. Bir kezinde salon öylesine doluydu ki sahneye sıralanmış seyirci sandalyelerinde izledim coşkulu yorumunu.
Ve hiç unutamadığım dinletisi değerli insan Türkan Saylan'ın sonsuz yolculuğuna çıkışından iki hafta önce ÇYDD'nin düzenlediği Lütfü Kırdar'daki etkinliğe gönüllü katılımıydı. Sevgili kızı Kumru da Türkan Hoca'nın tekerli sandalyesinin yanında babasını izliyordu. O gece tüm salon tek yürek, tek ruhtu. Ve Fazıl Say'ın ezgileri yaralı ruhları sağıltıyordu sanki.
Ve bugün 17 Ekim'de yargılanacak olan Fazıl Say konuşuluyor tanımakta güçlük çektiğimiz ülkemizde. Müziği, yorumu, ezgileri değil...
Yıllar önce, henüz yirmili yaşlarındayken ilk kez İzmir'de Amerikan Kültür Derneği'nin salonunda dinlemiştim Fazıl Say'ı. Çok etkilenmiştim yorumundan. Daha sonra iki kez daha dinledim İzmir'de. O yıllarda eşi değerli çellist Gülyar Say'la ABD'de yaşıyorlardı. Konser sonrası eşinin yanına gitmiş İzmir'de kuruluş çalışmalarına gönüllü olarak katıldığım Ege Çağdaş Eğitim Vakfı için çalabilir mi diye sormuştum. Gülyar Say da büyük bir içtenlikle telefonlarını vermiş ve istediğimiz zaman arayabileceğimizi söylemişti.
Bir kaç yıl sonra Efes Oteli Oditoryumu'nda dinletisine gitmiştik. O akşam otele bomba ihbarı yapıldı ve tüm protokol ve dinleyicilerin büyük kısmı salonu terketti. Ama sanatçı terketmedi ve bize unutamayacağımız bir dinleti sundu. Biz de protokolün boş bıraktığı ilk sıradan büyük bir mutlulukla dinledik onu. Konserin sonunda, bizden aklımıza gelen üç sözcüğü bir kağıda yazıp kendine vermemizi istedi. Doğaçlama olarak o sözcüklerden rastgele seçtikleriyle besteler üretti. O akşam bizlere çaldığı o doğaçlama ezgilerin güzelliğini hala unutamam.
Nazım Oratoryosu'nu da kadim Efes Tiyatrosu'nda dinleme şansına sahip oldum. Genco usta'nın yorumu da unutulmazdır benim için.Eğer Efes'de müzik dinlemişseniz tamamen dolu yüzyılların antik yapısının görkemini de düşleyebilirsiniz.
Uçuş Notları kitabını okurken yaşamını ve kendini nasıl sürekli eğittiğini öğrenmiş oldum. Yine İzmir'de bir dinletisi öncesi özellikle genç müzik öğrencilerine ve tüm müzikseverlere açık söyleşisine katıldım. Sabırla tüm soruları yanıtladı ve ustalığa giden yolun sonsuz çalışma ve üretme azminden geçtiğini anlattı olanca alçak gönüllülüğüyle
CRR'deki konserlerine de gittim son yıllarda. Bir kezinde salon öylesine doluydu ki sahneye sıralanmış seyirci sandalyelerinde izledim coşkulu yorumunu.
Ve hiç unutamadığım dinletisi değerli insan Türkan Saylan'ın sonsuz yolculuğuna çıkışından iki hafta önce ÇYDD'nin düzenlediği Lütfü Kırdar'daki etkinliğe gönüllü katılımıydı. Sevgili kızı Kumru da Türkan Hoca'nın tekerli sandalyesinin yanında babasını izliyordu. O gece tüm salon tek yürek, tek ruhtu. Ve Fazıl Say'ın ezgileri yaralı ruhları sağıltıyordu sanki.
Ve bugün 17 Ekim'de yargılanacak olan Fazıl Say konuşuluyor tanımakta güçlük çektiğimiz ülkemizde. Müziği, yorumu, ezgileri değil...
SEVGİLİ ÖĞRETMENİM
Ülkemizde hemen herkese, her şeye ve her yere saygısızca davranıldığı bugünlerde çok saygı duyduğum ilkokul öğretmenimi yazmak istiyorum. Yaşamımda bana yön veren, iz bırakan bir çok öğretmenim oldu. Ancak ilkokul eğitimi ve öğretmeni kişilik gelişiminde başat öğe olarak yer alır hemen her bireyin belleğinde. O yüzden ben de önceliği sevgili öğretmenim Mustafa Gürbüz'e vermek istiyorum.
Birinci sınıf öğretmenimiz Pervin Fırat öğretmen tayin nedeniyle bizlerden ayrılmıştı. Tüm sınıf çok üzülmüştük. İkinci sınıfın ilk günü sınıfa Mustafa öğretmen girmişti. Tüm sınıf o narin Pervin öğretmenimizden sonra şişmanca, saçları dökülmüş yeni öğretmenimizi yadırgamıştık.
Aradan günler geçti ve öğretmenimiz bizim can suyumuz oldu. Bunu nasıl başardı, çocuk bakışım tam anımsamasa da unutamadığım ve beni etkileyen bir kaç anımı yazmak gönül borcum.
Okuma sevgisini ailem vermişse bu sevgiyi ve kitaplarımı paylaşmayı Mustafa öğretmenim öğretti. Her yıl beni kitaplık kolu yapar yanıma da sınıfta kitap okumayı pek sevmeyen bir arkadaşımı yardımcı seçerdi. Biz düzenli bir defter tutar, her hafta sonu sınıf kitaplığından birer kitabı arkadaşlarımıza dağıtır, bir önceki hafta verdiklerimizi de geri alırdık. Bu alışkanlık orta öğrenim yaşamımda arkadaşlarıma kitap vererek sürdü. Öğretmenliğimde de öğrencilerime aşılamaya çalıştım aynı alışkanlığı.
Yaz tatillerinde en büyük zevkim kitap okumaktı, o bilgisayarsız yıllarda. Hatta dördüncü sınıftan beşe geçtiğim yaz, iki ay boyunca anneannemle birlikte teyzemin Ankara'daki evinde kalmıştık. Maltepe'de Anıt Kabir yakınlarındaki eve komşu kitapçı dükkanının sahibi bana kitap bulmaya uğraşırken yorulurdu, çoğunu okumuş olduğum için.
Çok güzel majiskül yazı yazardı öğretmenim. Her hafta yazı dersinde özel olarak satın aldığımız yazı defterlerimize kendi yazısıyla haftanın ödevini yazar, biz de aynını yazmaya uğraşırdık mürekkepli kalemlerimizle.
Müzik derslerimizde en güzel çocuk şarkılarını, marşları öğrenir, hep birlikte coşkuyla söylerdik. Ve hepimiz mandolin kursuna giderdik hafta sonları. Bugünkü müzik sevgimin temelinde o yıllarda mandolinle çaldığım klasik müzik parçaları yatar.
Bugün zihnimden dört işlemi hala rahatlıkla yapıyor ve en basit işlemlerde bile hesap makinesi kullanan gençlere şaşkınlıkla bakıyorsam, öğretmenimin tatlı disipliniyle bizlere verdiği eğitimde saklıdır.
Beden eğitimi derslerimizi okul bahçesinde düzenli olarak yapar, rondlar öğrenir, 23 Nisan için hepimiz farklı şiirler ezberler ve tek tek okurduk. 10 Kasım törenlerine de çok önem verirdi öğretmenimiz. Tüm sınıf evimizdeki kitapları, dergileri getirir okul salonunda sergilerdik. Bizim evde Ata'mızın ölüm yılından kalma dergiler saklandığı için biraz da övünerek götürürdüm o değerli yayınları. Kasımpatlarıyla süslediğimiz Ata'mızın büstünün karşısında saygı duruşunda bulunurken sanki ailemizden birini anar gibi sevgi dolu ve içtendi yüreklerimiz.
Dördüncü sınıfa başladığımızda sevgili arkadaşım Saide'yle hiç ayrılmadan paylaştığımız sıramıza köy okulundan gelen Nuray arkadaşımızı da oturttu Mustafa öğretmen. Çocuk aklımızla ilk önceleri yeni arkadaş pek mutlu etmemişti bizi. Sonraları arkadaşımızın o temiz yüreği ve yeni sınıfına bizimle alışması öğretmenimizin bize güvendiğini gösterdi ve gurur duyduk bundan.
Ve mezuniyet günü geldiğinde öğretmenim bana ''Senin gazeteci ve yazar olmanı isterim Belgin. Bunun için beğendiğin yazıları saklamalısın ve dikkatle okumalısın.'' demişti. Onun öğüdünü, o yıllarda İzmir'de gazetecilik ya da basın yayınla ilgili bölüm olmadığı ve babacığım da İzmir dışında okumamı istemediği için gerçekleştiremedim. Ama hep iyi bir okuyucu olmaya ve amatörce de olsa yazmaya çalıştım.
Sevgili öğretmenim uzun yıllardır kendi gibi öğretmen olan eşiyle emeklilik günlerini yaşıyor. Ben de arada bir de olsa telefonla arıyorum. Ve en son okulumuzun temel atma törenine gelip beni nasıl mutlu etti anlatamam.
Bizler, bizim kuşağımız bugünkü değişmeyen ilkelerimizi ve kararlı duruşumuzu, insana ve barışa sevgimizi Mustafa öğretmenlere borçluyuz. Sağlıkla yaşasınlar ve ülkemizde onlar gibi öğretmenler hep var olsun.
Birinci sınıf öğretmenimiz Pervin Fırat öğretmen tayin nedeniyle bizlerden ayrılmıştı. Tüm sınıf çok üzülmüştük. İkinci sınıfın ilk günü sınıfa Mustafa öğretmen girmişti. Tüm sınıf o narin Pervin öğretmenimizden sonra şişmanca, saçları dökülmüş yeni öğretmenimizi yadırgamıştık.
Aradan günler geçti ve öğretmenimiz bizim can suyumuz oldu. Bunu nasıl başardı, çocuk bakışım tam anımsamasa da unutamadığım ve beni etkileyen bir kaç anımı yazmak gönül borcum.
Okuma sevgisini ailem vermişse bu sevgiyi ve kitaplarımı paylaşmayı Mustafa öğretmenim öğretti. Her yıl beni kitaplık kolu yapar yanıma da sınıfta kitap okumayı pek sevmeyen bir arkadaşımı yardımcı seçerdi. Biz düzenli bir defter tutar, her hafta sonu sınıf kitaplığından birer kitabı arkadaşlarımıza dağıtır, bir önceki hafta verdiklerimizi de geri alırdık. Bu alışkanlık orta öğrenim yaşamımda arkadaşlarıma kitap vererek sürdü. Öğretmenliğimde de öğrencilerime aşılamaya çalıştım aynı alışkanlığı.
Yaz tatillerinde en büyük zevkim kitap okumaktı, o bilgisayarsız yıllarda. Hatta dördüncü sınıftan beşe geçtiğim yaz, iki ay boyunca anneannemle birlikte teyzemin Ankara'daki evinde kalmıştık. Maltepe'de Anıt Kabir yakınlarındaki eve komşu kitapçı dükkanının sahibi bana kitap bulmaya uğraşırken yorulurdu, çoğunu okumuş olduğum için.
Çok güzel majiskül yazı yazardı öğretmenim. Her hafta yazı dersinde özel olarak satın aldığımız yazı defterlerimize kendi yazısıyla haftanın ödevini yazar, biz de aynını yazmaya uğraşırdık mürekkepli kalemlerimizle.
Müzik derslerimizde en güzel çocuk şarkılarını, marşları öğrenir, hep birlikte coşkuyla söylerdik. Ve hepimiz mandolin kursuna giderdik hafta sonları. Bugünkü müzik sevgimin temelinde o yıllarda mandolinle çaldığım klasik müzik parçaları yatar.
Bugün zihnimden dört işlemi hala rahatlıkla yapıyor ve en basit işlemlerde bile hesap makinesi kullanan gençlere şaşkınlıkla bakıyorsam, öğretmenimin tatlı disipliniyle bizlere verdiği eğitimde saklıdır.
Beden eğitimi derslerimizi okul bahçesinde düzenli olarak yapar, rondlar öğrenir, 23 Nisan için hepimiz farklı şiirler ezberler ve tek tek okurduk. 10 Kasım törenlerine de çok önem verirdi öğretmenimiz. Tüm sınıf evimizdeki kitapları, dergileri getirir okul salonunda sergilerdik. Bizim evde Ata'mızın ölüm yılından kalma dergiler saklandığı için biraz da övünerek götürürdüm o değerli yayınları. Kasımpatlarıyla süslediğimiz Ata'mızın büstünün karşısında saygı duruşunda bulunurken sanki ailemizden birini anar gibi sevgi dolu ve içtendi yüreklerimiz.
Dördüncü sınıfa başladığımızda sevgili arkadaşım Saide'yle hiç ayrılmadan paylaştığımız sıramıza köy okulundan gelen Nuray arkadaşımızı da oturttu Mustafa öğretmen. Çocuk aklımızla ilk önceleri yeni arkadaş pek mutlu etmemişti bizi. Sonraları arkadaşımızın o temiz yüreği ve yeni sınıfına bizimle alışması öğretmenimizin bize güvendiğini gösterdi ve gurur duyduk bundan.
Ve mezuniyet günü geldiğinde öğretmenim bana ''Senin gazeteci ve yazar olmanı isterim Belgin. Bunun için beğendiğin yazıları saklamalısın ve dikkatle okumalısın.'' demişti. Onun öğüdünü, o yıllarda İzmir'de gazetecilik ya da basın yayınla ilgili bölüm olmadığı ve babacığım da İzmir dışında okumamı istemediği için gerçekleştiremedim. Ama hep iyi bir okuyucu olmaya ve amatörce de olsa yazmaya çalıştım.
Sevgili öğretmenim uzun yıllardır kendi gibi öğretmen olan eşiyle emeklilik günlerini yaşıyor. Ben de arada bir de olsa telefonla arıyorum. Ve en son okulumuzun temel atma törenine gelip beni nasıl mutlu etti anlatamam.
Bizler, bizim kuşağımız bugünkü değişmeyen ilkelerimizi ve kararlı duruşumuzu, insana ve barışa sevgimizi Mustafa öğretmenlere borçluyuz. Sağlıkla yaşasınlar ve ülkemizde onlar gibi öğretmenler hep var olsun.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)