28 Haziran 2012 Perşembe

ANILARINI PEŞLERİNDEN SÜRÜKLEYENLERE

''Bu sergi onların anısına...
Bu coğrafyada ve dünyanın her yerinde, yüzyıllardır ve şimdi savaş ve politik nedenlerle göçe zorlanan, evini, toprağını, yeşilini, suyunu, işini, aşını ve insanını terkedip yabancı diyarlara göç etmek zorunda kalan tüm insanlar...

Mübadiller...
Yani, Anadolu'dan Yunanistan'a göç etmek zorunda bırakılan Rumlar ve Yunanistan'dan getirilen Türkler,
Tehcir edilen Ermeniler ve Filistinliler, Kürtler, Romanlar, Bosnalılar, Tatarlar, Çerkezler, yahudiler ve daha pek çokları...
Anılarını peşlerinden sürükleyerek yaşayanlar, ölenler ve şimdi, izleri torunları tarafından sürülenler...
Tanımları ne olursa olsunhepsinin ortak noktaları; iradeleri dışında göçe zorlanmak, acı ve hasret çekmek,
Bu sergi onlar için,''

Sergiyi gezemeyenler de okuyabilsinler diye olduğu gibi yazdım, sergi kitapçığının başındaki bu anlamlı tanıtım yazısını.Okurken olduğu gibi, yazarken de derinden etkilendim. Kimbilir belki de Suriye'yle savaşa bu denli  anlamsızca yaklaşmışken, göçleri, mültecileri ve ülkesinden kaçanları ve tarihin her döneminde olduğu gibi bugün de masum insanların topraklarından kopuşlarını düşündüğüm için...

Aslında dostluğa dairdir bu yazının ana fikri. 10 Haziran'da İstanbul Giritli Restoran'da ikinci  Lozan Mübadilleri Derneği gezimin kazandırdığı beş dostla yenen yemekte değerli Çetin Özer hocamız söz etti İDGSA 80'liler grubunun 27. kez düzenledikleri sergiden ve bizleri de içtenlikle davet etti. Özellikle serginin mübadiller anısına oluşu hemen orada söz vermemizi sağladı. Masadaki iki dosttan Ülkü, işi Esat da, Ezgi'sinin LYS'si nedeniyle gelemeyeceklerdi ama Şule ve Lale kardeşler ve ben program yapmaya başlamıştık bile.

İki gün sonra Çetin Hoca'mızın Lozan Mübadilleri Derneği'nin facebook sayfasındaki, serginin tanıtım afişi olan fotoğrafını ve öyküsünü görüp okuyunca daha bir coşkuyla kesinleştirdik gezi planımızı.

Adı üstünde mübadil çocukları ya da torunlarıyız ya, durduğumuz yerde pek duramayız. Sevgili Şadan ablamın kızı Özlem de yol arkadaşım olunca Pazartesi günü çıktık yola. Ayvalık ilk durağımız oldu. Şule ve Lale'nin çok eski arkadaşları olan hemen postanenin karşısındaki sokakta yer alan üçyüz yıllık bir Ayvalık evinde 'Bonjour Pansiyon'da kaldık. Konuştukça gayretli çalışmalarına hayran kaldığım, aslı Üsküdar'lı ama tam bir Ayvalık gönüllüsü Hatice hanım ağırladı bizi. Özlem' le eski evlerin fotoğraflarını çekmeye dalınca günbatımını Şeytan sofrası'ndan değil, kardeş tavsiyesi, Karantina sokaktaki Deniz Kestanesi restorandan izledik nefis beyaz şaraplarımızı yudumlarken. Güzelim mezeler, müzik, kaliteli servis ve işletmecilik de eklenince, sohbetimize ve fotoğraf çekmeye doyamadık. Dostların ve anıların kulaklarını çınlattık bol bol. 

Sırada Cunda ziyareti vardı. Babacığımın çok sevdiği 'papalina' adasına, Ayvalık'ın ünlü 'ilk' Boğaz Köprüsü'nden geçerek gittik. Özlem'in Alaçatı ve Çeşme tatil anlayışından çok daha farklı ve içten bulduğu sevimli Cunda'da hediyelik eşya ve zeytinyağı sergilerine daldık önce. Sonra kardeşciğimin ısmarladığı 'sakızlı kurabiye'nin' tek satış yeri olan Karadeniz pastanesi'ni ararken Fidan el sanatları'nın o özenli ve sevimli dükkanını keşfettik. Çok özel ürünler hazırlayan sahibesi Zuhal Üçok hanım'la sohbet etmek iyi geldi bize. Bu arada kurabiyeler paketlenirken ikram edilen Ayvalık'ın meşhur lor tatlısının da tadına bakmadan duramadım. Özlem de üzerindeki Fidan üretimi modern şalvarıyla çok mutluydu sokaktan ayrılırken.

Ayvalık'a son minibüs saat 01.00 deydi. Eh, Taş Kahve'nin tavşan kanı çayından içmeden olmaz dedik. İkramsever Cunda esnafının bir diğer örneği olan lokma ikramını da reddetmedik. Kıyıda kayıklar, gökte parıldayan ay ve tam minibüse binerken gördüğümüz ve dilbilimci olarak merakımı yenemeyip anlamını sorduğum restoranın adının (Harakop) anlamının 'yaşamı sev' olduğunu öğrenince, gerçekten geçen güzel saatlere ne kadar uygun olduğunu düşünüp gülümseyerek döndük pansiyonumuza.

Kararlı bir gezgin olarak, ertesi sabah ilk durağımız Şule, Lale ve zarif kuzenleri seramik sanatçısı Mine'yle Şeytan Sofrası'ydı. Beş yıllık bir aradan sonra temiz bir çay bahçesinde sabah kahvesi keyfi yapıp, Lale'nin  sevimli cadılarının kadim öyküsünü dinlemek ve Şeytan'ın bayağı düzgün kalmış(!) ayak izine dilek kağıdı bağlamak da hoştu doğrusu.

Sıra gezimizin asıl amacı olan serginin açıldığı 'Bergama Bedesteni'ne ulaşmaya gelmişti. Kaptanlığımı beğenen yol arkadaşlarımla Bergama'ya vardığımızda sıcaklık 38 Celcius derecesini bulmuştu. Park yerinin karşısında Bergama Kermesi'nin konuklarından Makedonya halk oyunları ekibi Balkan'ların renkli müziğiyle dansediyorlardı. Ara sokakların üstleri örtülmüş gölgesinden yürüyerek Bedesten'i ve Çetin Hoca'mızı bulduk. Hocamız, biz gezi kuzenlerini karşısında görünce sevindi yürekten. Açılışı belediye başkanıyla sanatçılar birlikte yaptılar. Ve sıcağın etkisiyle kısa ama özlü konuşmalar yaparak herkesi sevindirdiler. Bedesten taş duvarlarının serinliğine yerleştirilmiş birbirinden anlamlı tablolar,fotoğraflar,grafik,heykel ve tasarım yapıtlarıyla nasıl canlanmıştı. Tüm eserleri ince ince özümlemeye çalıştık ve aydınlık yüzlü, ışıkla donatılmış beyinleri ve yürekleriyle yarattıkları için katılan sanatçılara teşekkürü bir borç bildik, sanatsız yaşayamayanlar olarak. Yüreklerimizden, sakın karartmasınlar bu güzel insanların çabalarını diye fısıldayaraktan... 

Bizim için anlamı çok farklı olan sergiden ayrılırken bir de Bergama'nın yöresel yemeklerinden yiyelim istedik. Çığırtma Evi'ni önerdi Bergamalı bir hanım. Çığırtma imambayıldıya benzer lezzetli bir patlıcan yemeği. Kurşunlu Camii'nin yanındaki bu temiz lokantanın işletmecisi de gezimizin ikinci Hatice hanımıydı. Masamıza gelip iş öyküsünü anlattı tüm açıklığı ve sadeliğiyle. Hayalindeki işe kavuşmanın özgüvenini öyle sevimli taşıyordu ki biz de alkışlamadan duramadık. İlk günlerde porsiyon ayarlaması bile yapamadığını, bol kepçesiyle tüm müşterilerini şaşırttığını, üniversitede okuyan oğlunun ilk yıl ona, şimdi de kendinin oğluna destek olduğunu anlatırken gözleri parıldıyordu. 

Ve üçümüz Ayvalık'a,ikimiz İzmir'e dönmek için vedalaştık her gezinin sonunda olduğu gibi. Dopdolu bir yirmidört saat geçirmiş, güzel insanlar, eserler, yerler görmüş, anılarımıza yenilerini eklemekten gönül doygunluğuna erişmiştik. 'HARAKOP' dedik Özlem'le birbirimize ve tüm mübadillerin anısına...                    

  

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder