İnsan bazen kalabalıkta yalnız, bazen de yalnızken kalabalık hisseder ya kendini; İstanbul da öyledir. O dev metropol soğuk Pazar günlerinde bazen yalnızlaşır. İşte öyle zamanlarda İstanbul'da gezmenin tadına doyulmaz. Çoğunluğun evine sığındığı günlerde çok severim dolaşmayı kadim kentin sakin sokaklarında.Sergiler, oyunlar, dinletiler kısacası sanat. Ya da yalnızca fotoğraf çekmek...
Bu sabah da hava çok soğuktu. Bir an evin sıcak ve rahat havasına kapılıp evde kalmayı düşündüm. Sonra gözümün önüne incecik çorapları, zarif ayakkabıları ve boyunlarındaki inci kolyeleriyle en soğuk günlerde dahi kültürel etkinliklere giden Londra'nın yaşlı hanımları geldi. Ne zaman gitsem bir müzikal izler ve soğuğa karşın yetmiş seksen yaşlarındaki hanımların hep hayatın içinde yer aldığını görürdüm. Öyleyse aldığım her nefesin değerini bilerek gitmeyi planladığım etkinlikleri kaçırmamalıydım. Gazetem Cumhuriyet'i okumadan sokağa çıkamadığım için öğle saatlerini buldu turuma başlamam.
Önce Taksim'e yürüdüm. 4 Kasım'dan beri delik deşik olan ve her geçişimde içimi sızlatan terk edilmiş görünen Gezi Parkı yönünde yürümektense Talimhane tarafını seçtim bu kez. Her yer eriyen karın ve kazılan yerlerin çamuruna bulanmıştı. Herhalde büyük şehir belediyesi herkesin atlet olduğunu düşünüyor ve bu denli özensiz davranıyor yaşayanlara karşı diye düşünerek...!
Tramvaya bindim ve sonra Tünel'den Galata Kulesi'ne yürüdüm. Kule'ye bakan ve beşinci yılına girmesine karşın Anadolu kültüründen oluşturduğu menüyü kalitesinden ödün vermeden sunan Kiva'da bir şeyler atıştırdım. Galata Kulesi benim büyülü kulem, ne zaman gitsem eski bir dosta kavuşmuş gibi huzur verir onu görmek ya da uzaktan bile olsa izlemek.
İlk sergi Scheneidertempel Sanat Merkezi'ndeydi. Yüzyıla yakın bir süre Aşkenaz terzilerinin kurduğu bir sinagog olarak hizmet veren yapı 1996'dan beri cemaatinin azalmasıyla, kültür merkezi olarak günümüze dek 102 sergiye ev sahipliği yapmış. İTÜ Elektrik-Elektronik Fakültesi öğretim üyesi olan ve bir çok karikatür sergisi de açan Prof. Dr. Tayfun Akgül'ün ilginç objelerle oluşturduğu bu 'Yüzde Yüz Montaj' sergisi yaratıcılığın ilginç noktası yapıtlarıyla hayranlık uyandırıyor.
Sergiden gülümseyerek çıkıp Art Nouveau tarzındaki ünlü Kamondo merdivenlerinden inip Bankalar Caddesi'ne ulaştım. Merdivenlere adını veren Camondo ailesi Osmanlı Devleti'ne 19. yüzyılda borç veren ünlü banker aile. 1872'de bir gecede İstanbul'u terk etmeleri isteniyor ve Paris'e yerleşiyorlar. Haklarında yazılmış çok ayrıntılı bir kitabı okumuş ve hemen sonrasında gittiğim bir Paris gezisinde,adeta küçük ölçekli bir Dolmabahçe Sarayı görünümünde ve içeriğinde olan müze- köşklerini gezmiştim. Ailenin kalan tüm üyeleri 1942'de Auschwitz kampında can vermişler. Bugün İstanbul'da seksene yakın yapılarıyla hazin sonları zamana direniyor.
Bankalar Caddesi neoklasik ve neorönesans tarzı yapılarıyla tam bir Avrupa şehri örneği. 19. yüzyıl sonlarında yapılan ve Osmanlı Bankası Ve Merkez Bankası'na hizmet veren yapılar Fransız mimar Alexandre Vallury'nin eserleri. Beyoğlu tarafının neoklasik, eski şehre bakan cephesinin oryantalist mimarisi adeta Türkiye'nin çift yönlülüğünü vurguluyor. Artık günümüzde Salt Galata olarak Osmanlı Bankası'nın açık arşivini sürekli sergi kapsamında tutarken, öte yandan da yeni sergilere kapılarını açıyor.
İki sergi gezdim orada. İlki Türkiye-Hollanda ilişkilerinin 400. yılı nedeniyle adeta iki ülkenin diyaloğunu yansıtan ''Modern Zamanlar''. Eindhoven Van Abbe Müzesi koleksiyonundan tablolar ile Türk sanatçıların 1900-1960 arası ürettikleri yapıtları konu alıyor.
Üçüncü katta ise ''Modernin İcrası: Atatürk Kültür Merkezi'' sergisi. 1946'da İstanbul Operası olarak başlanan yapının mimari Hayati Tabanlıoğlu'nun önerisiyle ve türlü kırılmalarla 1969'da AKM olarak açılışına dek geçirdiği süreci anlatır gibi görünse de aslında alt okumada Taksim'deki dönüşüme görsel tanıklık yapıyor. Ve 29 Ekim 1969'da açılışı yapılan AKM'nin içerisinde nice yapıtların sunuluşundan sonra gömüldüğü karanlıktan 29 Ekim 2013'de kurtuluşunu beklediğinizi düşünürken hüzünleniyorsunuz.
Evet, üç sergiden sonra sıra Şehir Tiyatrosu Fatih Sahnesi'ndeki ''Ben Sinema Artisti Olmak İstiyorum'' adlı oyunu izlemeye geldi Oyunun üçüncü sezonu. Neil Simon, oyununda on altı yıl sonra karşılaşan baba-kızın öyküsünü anlatmış. Bilge Koloğlu'nun akıcı çevirisi ve Erhan Yazıcıoğlu'yla Derya Çetinel'in ustaca yorumlarıyla iki saatin nasıl geçtiğini anlamıyorsunuz.
Turun bir sonraki basamağı son günündeki ''Olimpiya'dan Olimpiyatlara'' sergisine yetişmek. İstiklal Caddesi'ndeki Yunan Konsolosluğu salonunda sergi. Edirneli yağ işletmecisi Mehmet Edip Ağaoğulları'nın koleksiyonu. 1990'dan başlayan. Atina'da 1896'daki ilk modern olimpiyatlardan 2012 Londra Olimpiyatları'na kadar tüm oyunların pullarını,zarflarını ve Yunan mitolojisini içeren filateli ağırlıklı. Çok severek gezdim.
Artık Kanyon'un geleneğe dönüşmeye başlayan yılbaşı konserine metroyla on dakikada ulaşırım ve en son çocukluğumun Fuar günlerinde dinlediğim Ajda Pekkan'ı dinleyebilirim. Ben işini tutkuyla yapan insanları seviyorum. Sanatçı ilerleyen yaşına tam zıt görüntüsü ve enerjisiyle coşturuyor tüm kalabalığı.
Ve günün son etkinliği CRR'de. 'Nail Yavuzoğlu ve All Star Jazz Band konseri var. Nail Yavuzoğlu şefliğinde usta müzisyenler unutulmaz bir konser sunuyorlar. Çıkarken topluluğu daha önce hiç dinlemediğim için hayıflanıyorum.
Eve dönüşte, Abdi İpekçi Caddesi'ndeki, Fındıkkıran Balesi'nin kurşun askerlerinden esinlenerek yapılmış yılbaşı dekorlarının arasından geçerek yürüyorum başka bir ülkedeymişim gibi. Hava soğuk ama bugün gördüklerimin etkisiyle yüreğim sıcacık giriyorum eve.
23 Aralık 2012 Pazar
19 Aralık 2012 Çarşamba
VİCDANI YOK EDİLEMEYENLERDEN MİSİNİZ?
Bir gün daha geçti. Ve son yirmi dört saati yine yoğun yaşadım okuduklarım, gördüklerim ve anımsadıklarımla. Önce ODTÜ'de yaşananlar,Yunus Emre'nin dörtlüğünü kazanımı olmadığı gerekçesiyle yasaklamak, Urfa Siverek'de karlar içinde mavi önlüğü ve ayağında terliğiyle servis aracının onarılmasını bekleyen Melek 19 aralık 1978 ve 2000'i düşünmek, kuvvetler ayrılığı tartışmaları...
Orta Doğu Teknik Üniversitesi öğrencilerini kutluyorum içtenlikle, baskıya karşı duruşları için.Çin'den uzaya fırlatılan Göktürk-2 adı verilen keşif uydusunu ODTÜ'deki TÜBİTAK Uzay Yerleşkesi'ne gelen başbakanı protesto etmiş öğrenciler. Bunun üzeine 2000den fazla polis, öğrencilerin üzerine biber gazı, gaz bombası atıp tazyikli su sıkmışlar. Sonuçta gaz kokan yerleşke, beyin ameliyatı geçiren bir öğrenci ve kızgınlık, öfke.Belki keşif uydusu atıp uzaydan türlü türlü hasar analizi yapabiliyoruz ama karşıt düşüncelere verilen hasarı nasıl onaracağız acaba?
Karşıt düşünce deyince; büyük ozan Yunus Emre'nin hepimizin bildiği ''Cennet cennet dedikleri/Birkaç köşkle bir kaç huri/İsteyene ver onları/ Bana seni gerek seni'' dörtlüğü sekiz kıtalık ilahinin içinden çıkarılmış. Onuncu sınıf öğrencilerine kazanım sağlamayacağını düşünmüşler. Eh, değerlendirmenin sığlığı zaten daha fazla söze gerek bırakmıyor.
21. yüzyılda taşımalı eğitimle 20-30 kilometre ötedeki okullarına giden binlerce çocuk var Türkiye'de. Nedenleri üzerine bir çok araştırma yapılmıştır ve yapılmalıdır. Sonuçta da karşımıza Melek gibi öğrenciler çıkmamalıdır.
Farklı düşünmek, karşı olmak çok tehlikeli oluyor günden güne. Bizler beyinlerimizi yormayalım, bir kişi hepimiz için düşünsün diye başkanlık rejimi sunuluyor önümüze.bir yandan sürekli tek parti yönetimini eleştiren, öte yandan darbe dönemlerinden bile baskıcı bir dönüşüm hedefleyen yürütme organıyla ters yüz olup duruyoruz işte.
19 Aralık 1978 Maraş kıyımı tek tipleştirmenin o karanlık yüzünün çılgın bir öfkeyle insan vicdanını yok edişi değil mi zaten.Ya 'Hayata Dönüş Operasyonu' diyerek hayatlarından olanları anımsayınca yüzünüz kızarıyorsa ne mutlu size. Hala vicdanınızı koruyorsunuz demek.
Orta Doğu Teknik Üniversitesi öğrencilerini kutluyorum içtenlikle, baskıya karşı duruşları için.Çin'den uzaya fırlatılan Göktürk-2 adı verilen keşif uydusunu ODTÜ'deki TÜBİTAK Uzay Yerleşkesi'ne gelen başbakanı protesto etmiş öğrenciler. Bunun üzeine 2000den fazla polis, öğrencilerin üzerine biber gazı, gaz bombası atıp tazyikli su sıkmışlar. Sonuçta gaz kokan yerleşke, beyin ameliyatı geçiren bir öğrenci ve kızgınlık, öfke.Belki keşif uydusu atıp uzaydan türlü türlü hasar analizi yapabiliyoruz ama karşıt düşüncelere verilen hasarı nasıl onaracağız acaba?
Karşıt düşünce deyince; büyük ozan Yunus Emre'nin hepimizin bildiği ''Cennet cennet dedikleri/Birkaç köşkle bir kaç huri/İsteyene ver onları/ Bana seni gerek seni'' dörtlüğü sekiz kıtalık ilahinin içinden çıkarılmış. Onuncu sınıf öğrencilerine kazanım sağlamayacağını düşünmüşler. Eh, değerlendirmenin sığlığı zaten daha fazla söze gerek bırakmıyor.
21. yüzyılda taşımalı eğitimle 20-30 kilometre ötedeki okullarına giden binlerce çocuk var Türkiye'de. Nedenleri üzerine bir çok araştırma yapılmıştır ve yapılmalıdır. Sonuçta da karşımıza Melek gibi öğrenciler çıkmamalıdır.
Farklı düşünmek, karşı olmak çok tehlikeli oluyor günden güne. Bizler beyinlerimizi yormayalım, bir kişi hepimiz için düşünsün diye başkanlık rejimi sunuluyor önümüze.bir yandan sürekli tek parti yönetimini eleştiren, öte yandan darbe dönemlerinden bile baskıcı bir dönüşüm hedefleyen yürütme organıyla ters yüz olup duruyoruz işte.
19 Aralık 1978 Maraş kıyımı tek tipleştirmenin o karanlık yüzünün çılgın bir öfkeyle insan vicdanını yok edişi değil mi zaten.Ya 'Hayata Dönüş Operasyonu' diyerek hayatlarından olanları anımsayınca yüzünüz kızarıyorsa ne mutlu size. Hala vicdanınızı koruyorsunuz demek.
17 Aralık 2012 Pazartesi
BİR DOĞUM GÜNÜ BİR KONSER BİR SERGİ BİR FİLM
Bir yirmi dört saat daha geçti ve ruhumu bir dinleti, bir sergi ve bir filmle beslediğim için mutluyum. İyi ki sanat var diye yineliyorum kendi kendime.
Aslında Cumartesi akşamı başladı gönülden duygulanmalar. Nesin Vakfı'nın düzenlediği yemekle Aziz Nesin'in 97. doğum gününü kutladık. Her kesimden dostları, sevenleri ve vakfın yetiştirdikleri buluştu yemekte. Tuncel Kurtiz anılarıyla, Vedat Özdemiroğlu yergileriyle, Grup Gündoğarken müziğiyle sahnedeydi. Vakıf çocukları çizdikleri resimleriyle ve vakfın bahçesinde yetiştirdikleri ürünleriyle konuklara armağan sundular yapılan çekilişte. Gecenin sonunda kesilen pastadan sonra Ali Nesin'in sözleri önemliydi, ''Bizler yaşadıkça Aziz Nesin'in doğum gününü kutlayacağız, ancak gelecek kuşakların da onu anımsaması için farklı düzenlemelere gereksinimimiz var ve bu konuda hepinizin önerilerini bekliyorum''.
Dün akşam yine yeniden Fazıl Say'ı dinledim. Bifo & Fazıl Say Festivali'nin son akşamına gidebildim. Festivalin özelliği yalnızca Say bestelerine yer vermesi ve solist olarak da yer alması. Fazıl Say'ı en son Çağlayandaki adliyedeki duruşmasında desteklemeye gitmiştim. O yüzden müziğiyle buluşmak bu kez çok daha anlamlı geldi.
İlk yarıda ilk yapıtlarından 'İpekyolu' ve 'Anadolu'nun Sessizliği'ni' dinledik. İpekyolu'nu bestelerken Berlin Halkbilim Müzesi'nde beş ay araştırma yapmış İpekyolu'nun geçtiği ülkelerin folklorik müzik öğelerini eserinde daha iyi verebilmek için. Tibet, Hindistan ve Mezopatamya'nın anlatıldığı ilk üç bölümden sonra finalde 'Ankara'nın Taşına Bak' ezgisini duymak 'Toprak Ananın Türküsü' bölümünde daha bir etkiler doğrusu.
'Anadolu'nun Sessizliği' ise Aşık Veysel'i anmaktır bir yönüyle. Arındırır insanı. Son bölüm ise sanatçının insancıl bakışıyla çok etkilendiği 11 Eylül 2001 üzerinedir.
Konserde Fazıl Say'ın 2012 yılı bestesi Senfoni 'Universe'in Türkiye'de ilk kez çalınışına tanık olmak önemliydi bir müziksever olarak. Sanatçımız yapıtını Salzburg Mozart Orkestrası'nın siparişi üzerine bestelemiş. Ve astronomik verileri inceleyerek yola çıkmış. Tam bir ustalık dönemi yapıtı. Tüm salon ayakta alkışladık Dünya sanatçımızı.
Bugün başka bir ezgili yüreğin Ruhi Su'nun, 100 doğum yılı etkinlikleri kapsamında açılan karikatür sergisini gezdim.Tam 82 eser yer alıyor sergide. Her sanatçı kendi Ruhi Su'yunu çizmiş. Bağlaması, notaları ve kuşlar özgür yüreği için en sık seçilen temalar olmuş.
Tophane-i Amire'deki fotoğraf sergisi, Mehtap Meral'in duru sesiyle söylediği Ruhi Su ezgilerinden sonra üçüncü etkinlikti bu sergi 100. yaşını kutlamak için izleyebildiğim, hep böyle anılabilsin dilekleriyle.
Aziz Nesin ve Ruhi Su gibi iki değerli aydını bir çok kez yargıladı, tutsak etti, birini yakmaya çalıştı, diğerinin yurt dışında yapılması gereken tedavisini yasakladı bu ülke. Sıra Fazıl Say'da şimdi onu yargılıyoruz. Yargılıyoruz diyorum. Çünkü bu yapılanlarda hepimizin payı olduğuna inanıyorum, sessizliğimizle ve seyirci kalışımızla....
Yüreklerimizi biraz ışıklandırmak için genç bir sanatçımızın da rol aldığı filme getirmek istiyorum sözcükleri başlıktaki sıralamayla. 'Sen Dünyaya Gelmeden/Twice Born/ Venuto al Mondo' ve Saadet Işıl Aksoy. Yönetmen Sergio Castellito'nun eşi Margaret Mazzantini'nin yazdığı romandan birlikte senaryolaştırdıkları duygu yüklü bir film. Tutkulu bir aşkla başlayıp Bosna katliamının acısını, insanın değişimiyle birlikte yansıtan çok etkileyici bir yapıt izledim. Her savaşın başlangıcında olduğu gibi insanların başlangıçta kendilerini yaklaşan karanlıktan dışlamaları, ancak yüz yüze gelince ve sevdiklerinin en acımasız şekilde katledilmesine tanık olunca nasıl değiştiklerini yönetmen çok açık görüntülemiş. Filmdeki bir tümce çok etkiledi beni.''Önce propaganda oluşur sonra tarih''. Zaten filmde gösterge bilim açısından yararlanacak çok fazla öğe vardı. Örneğin filmin ilk ve son karesi. Fotoğraf olarak da çok etkilendiğim üç renk; bembeyaz köpükleriyle akıp giden mavi, denizin sonsuzluğu teknenin bordrosunun yeşilinden özgürlüğü anımsamak ve ikisini yan yana görmek...
Ve gencecik sanatçımız, Saadet Işıl Aksoy; filmdeki karakteriyle senaryonun can damarlarından biri. Rolünün hakkını büyük bir başarıyla veriyor. Yürekten kutluyor ve ışıl ışıl bakan gözlerinin hiç kararmamasını diliyorum.
Aslında Cumartesi akşamı başladı gönülden duygulanmalar. Nesin Vakfı'nın düzenlediği yemekle Aziz Nesin'in 97. doğum gününü kutladık. Her kesimden dostları, sevenleri ve vakfın yetiştirdikleri buluştu yemekte. Tuncel Kurtiz anılarıyla, Vedat Özdemiroğlu yergileriyle, Grup Gündoğarken müziğiyle sahnedeydi. Vakıf çocukları çizdikleri resimleriyle ve vakfın bahçesinde yetiştirdikleri ürünleriyle konuklara armağan sundular yapılan çekilişte. Gecenin sonunda kesilen pastadan sonra Ali Nesin'in sözleri önemliydi, ''Bizler yaşadıkça Aziz Nesin'in doğum gününü kutlayacağız, ancak gelecek kuşakların da onu anımsaması için farklı düzenlemelere gereksinimimiz var ve bu konuda hepinizin önerilerini bekliyorum''.
Dün akşam yine yeniden Fazıl Say'ı dinledim. Bifo & Fazıl Say Festivali'nin son akşamına gidebildim. Festivalin özelliği yalnızca Say bestelerine yer vermesi ve solist olarak da yer alması. Fazıl Say'ı en son Çağlayandaki adliyedeki duruşmasında desteklemeye gitmiştim. O yüzden müziğiyle buluşmak bu kez çok daha anlamlı geldi.
İlk yarıda ilk yapıtlarından 'İpekyolu' ve 'Anadolu'nun Sessizliği'ni' dinledik. İpekyolu'nu bestelerken Berlin Halkbilim Müzesi'nde beş ay araştırma yapmış İpekyolu'nun geçtiği ülkelerin folklorik müzik öğelerini eserinde daha iyi verebilmek için. Tibet, Hindistan ve Mezopatamya'nın anlatıldığı ilk üç bölümden sonra finalde 'Ankara'nın Taşına Bak' ezgisini duymak 'Toprak Ananın Türküsü' bölümünde daha bir etkiler doğrusu.
'Anadolu'nun Sessizliği' ise Aşık Veysel'i anmaktır bir yönüyle. Arındırır insanı. Son bölüm ise sanatçının insancıl bakışıyla çok etkilendiği 11 Eylül 2001 üzerinedir.
Konserde Fazıl Say'ın 2012 yılı bestesi Senfoni 'Universe'in Türkiye'de ilk kez çalınışına tanık olmak önemliydi bir müziksever olarak. Sanatçımız yapıtını Salzburg Mozart Orkestrası'nın siparişi üzerine bestelemiş. Ve astronomik verileri inceleyerek yola çıkmış. Tam bir ustalık dönemi yapıtı. Tüm salon ayakta alkışladık Dünya sanatçımızı.
Bugün başka bir ezgili yüreğin Ruhi Su'nun, 100 doğum yılı etkinlikleri kapsamında açılan karikatür sergisini gezdim.Tam 82 eser yer alıyor sergide. Her sanatçı kendi Ruhi Su'yunu çizmiş. Bağlaması, notaları ve kuşlar özgür yüreği için en sık seçilen temalar olmuş.
Tophane-i Amire'deki fotoğraf sergisi, Mehtap Meral'in duru sesiyle söylediği Ruhi Su ezgilerinden sonra üçüncü etkinlikti bu sergi 100. yaşını kutlamak için izleyebildiğim, hep böyle anılabilsin dilekleriyle.
Aziz Nesin ve Ruhi Su gibi iki değerli aydını bir çok kez yargıladı, tutsak etti, birini yakmaya çalıştı, diğerinin yurt dışında yapılması gereken tedavisini yasakladı bu ülke. Sıra Fazıl Say'da şimdi onu yargılıyoruz. Yargılıyoruz diyorum. Çünkü bu yapılanlarda hepimizin payı olduğuna inanıyorum, sessizliğimizle ve seyirci kalışımızla....
Yüreklerimizi biraz ışıklandırmak için genç bir sanatçımızın da rol aldığı filme getirmek istiyorum sözcükleri başlıktaki sıralamayla. 'Sen Dünyaya Gelmeden/Twice Born/ Venuto al Mondo' ve Saadet Işıl Aksoy. Yönetmen Sergio Castellito'nun eşi Margaret Mazzantini'nin yazdığı romandan birlikte senaryolaştırdıkları duygu yüklü bir film. Tutkulu bir aşkla başlayıp Bosna katliamının acısını, insanın değişimiyle birlikte yansıtan çok etkileyici bir yapıt izledim. Her savaşın başlangıcında olduğu gibi insanların başlangıçta kendilerini yaklaşan karanlıktan dışlamaları, ancak yüz yüze gelince ve sevdiklerinin en acımasız şekilde katledilmesine tanık olunca nasıl değiştiklerini yönetmen çok açık görüntülemiş. Filmdeki bir tümce çok etkiledi beni.''Önce propaganda oluşur sonra tarih''. Zaten filmde gösterge bilim açısından yararlanacak çok fazla öğe vardı. Örneğin filmin ilk ve son karesi. Fotoğraf olarak da çok etkilendiğim üç renk; bembeyaz köpükleriyle akıp giden mavi, denizin sonsuzluğu teknenin bordrosunun yeşilinden özgürlüğü anımsamak ve ikisini yan yana görmek...
Ve gencecik sanatçımız, Saadet Işıl Aksoy; filmdeki karakteriyle senaryonun can damarlarından biri. Rolünün hakkını büyük bir başarıyla veriyor. Yürekten kutluyor ve ışıl ışıl bakan gözlerinin hiç kararmamasını diliyorum.
13 Aralık 2012 Perşembe
KARDEŞIM BIRICIGIM
Çocukluğumdan ilk anımsadığım nedir diye düşününce, halasının evinde, hep neşeyle oynadığı kuzenleriyle o gün sessizliğinde biriktirdiği merakıyla annesini bekleyen küçük kız gelir aklıma.
Ve ertesi gün, o küçük kız hem annesine hem de biricik kız kardeşine kavuşur, ablalığın gururu ve ağırlığıyla.
Aslında hiç benzemezler birbirlerine. Minik kardeş kapkara gözleri, upuzun kirpikleriyle sevimli bir Japon bebeğine benzetilir ilk aylarda. Ağır,uslu ablasının yanında,o, çok şirin ve güler yüzlüdür. Ablasıysa yanından hiç ayrılmayan sevgili oyun arkadaşıyla çok mutludur artık.
Evlerinde terasa çıkan sahanlıkta oyun halılarının üzerinde ne dünyalar kurarlar ikisi. Kağıt bebeklerine kendi tasarımlarıyla yeni elbiseler çizerler, boyarlar, keserler. O zamanların legosu denebilecek özel şekillendirilmiş ve çizilmiş ahşap oyuncaklarıyla evler kurarlar, Ege'nin sıcak yazlarında akşam üzerileri komşu arkadaşlarıyla bisiklet denemelerindedir, mandolin koroları kurarlar. Hep bakımlı ve çok güzel annelerinin sandığından ne buluruz diye araştırmalar yaparlar, o da yetmez annelerinin en beğendikleri giysilerini üstlerinde denerler.
Minik kardeşin en zor yanı yemek ayırmasıdır. Anneciğinin güzelim yemeklerinden yemem diye tutturunca, baba tarafından'masadan uzaklaştırma' cezası verilse de pek aldırış etmez. Aynı adı taşıdığı babaannesi tarafından istediği yiyeceklerin kendisine gizlice sunulacağının ayırdındadır her zaman. Zaten evin peynir sever minik faresidir kendileri. Bir de babaanne- torun ikilisi olarak ayçiçeği çekirdeği yeme tutkunudurlar. Babaanneleri masal anlatırken ve yatacakları zaman okuyacakları çocuk dualarını öğretirkense iki kardeş hep yan yanadır.
Ablasıyla da uğraşmayı pek sever. Hatta ablasının kolunu ısırarak süt dişini atma dönemlerinde bir dişini feda etmişliği de vardır. Anneleri, ablaya arada bir, 'Kızım, sen de onunla uğraş biraz' diyerek eşit davranış telkininde bulunsa da ablacığı kıyamaz sevgili küçüğüne.O da evin küçüğü olarak sözünü dinletir farklı taktiklerle.
Hele o yarım yarım konuşmasının tatlılığı unutulmaz. Ablasının tersine, neredeyse ilkokula başlayana dek sürmüştür bu dönem. Ve o tatlılığıyla, inadıyla, anne babalarının İstanbul gezisine son anda çıkan ateşiyle(!) katılan minik yolcu olmuştur.
Doğum günlerinde kitap kurdu abla, kardeşciğine özel oyunlar yazar ve hep birlikte sahnelerler yakın komşu çocuklarıyla. Kim bilir, o yıllarda dinledikleri 'Radyo Çocuk Saati' ve 'Arkası Yarın' programlarının da etkisi vardır belki de.
Küçük kız kardeş, ilkokula başladığı günden itibaren öğretmeninin gözdesi olmuştur, çalışkanlığı ve sorumluluğuyla. O yüzden de beş yıl boyunca sınıfının değişmez başkanıdır. Okulda bu denli sözü geçerken, daha o günlerden gezmeye meraklı ablasının, onu arkadaşlarına götürmemesi çok ağırına gitmektedir doğrusu. Ablanın arada bir merhameti tutar da eğer onun yaşına yakın kardeşi olan bir arkadaşına gidiyorsa yanına alır.
Bir örnek giydirir anneleri kendi diktiği güzelim elbiselerle. O günlerde aslında ikisi de pek hoşlanmaz bu tutumdan ama iki kız kardeş olmanın dayanılmaz anlayışıyla seslerini çıkarmazlar.
Ve gün gelir, yaşamlarında yeni bir dönem başlar. Artık ana caddede, otellerinin yanındaki evden anneannelerinin yanındaki yeni evlerine taşınırlar.
Odaları yine ortaktır, ancak bu kez onlara yapraklarının rüzgarlı havadaki hışırtısıyla evlerinin yanındaki ulu çınar ağacı da eşlik etmektedir. Ah, bir de duvarlarındaki günün gözde oyuncularının posterleri.
Artık kız kardeş okul dönüşü kendini sokağa atmaktadır. Abla ise genç kızlığının ilk yıllarını yaşama derdine düşmüştür yazdığı toplumsal içerikli şiirler ve kısa denemelerle.
Gün gelir, abla 17 yaşında üniversiteye gitmek üzere evden ayrılır. En çok da kardeşini özlemektedir. Öğrenciliğin arasında evlenince artık biricik kardeş teyze olmanın da keyfini yaşar lise son öğrencisiyken. Ve teyze-yeğenin bağlılıkları hiç değişmeden süre gelir.
Roller değişmiş, üniversiteli bu kez kardeş olmuştur. Tümüyle kendi emeğiyle Hacettepe Eczacılık öğrencisidir artık.80 öncesinin en karanlık dönemlerinde hiç şikayet etmeden devam eder okuluna. Teyzesinin evinde kaldığı için rahattır tüm aile. En azından akşamları güvenlidir ve yalnız değildir. Okulunun son sınıfında da biricik oğlunu alır kucağına. Ondan beş hafta sonra da ablası minik kızını.
Hastalarının 'Eczacı Hanımı'dır artık. Hep sorumlu, hep çalışkan ve çok sabırlı,çok dingindir, işinde de evinde de.
Abla- kardeş ve yeğenlerin en güzel buluşmaları anne ve babalarının Kuşadası'ndaki yazlık evlerindedir. Çocukları büyürken onlar da anne babalarının koruyucu, ve sevgi dolu çatılarının altında olgunlaşırlar yıldan yıla. Hep ayrı şehirlerdedir iki kız kardeş. Yaşadıkları kentlerin uzaklığına inat yürekleri hep yakındır birbirlerine, tüm zorluklara ve zıtlıklara karşın.
Yaşamlarının en büyük dayanışmasındadırlar sevgili babalarının onulmaz hastalığı süresince. Hep birbirlerinden güç alırlar, annelerine güç vermeye, babalarına gülümseyerek bakmaya çalışırlar en çaresiz anlarında bile.
Sonra çocuklarıyla birlikte son üç haftayı geçirirler hiç ayrılmaksızın babacıklarının başından. Baba ve sevgili kızları olarak elele paylaşırlar son akşamını.Ve sonsuzluğa uğurlayıştan hemen sonra uzun bir süre kardeş abla olur, ablaysa yaşamlarında ilk kez küçük kardeş.
Son iki yıldır ise anne ve kızları olarak dayanışma içindedirler, babalarına olanca özlemleriyle...
Kız kardeşim, biriciğim, iyi ki varsın, seni çok seviyorum.
Ve ertesi gün, o küçük kız hem annesine hem de biricik kız kardeşine kavuşur, ablalığın gururu ve ağırlığıyla.
Aslında hiç benzemezler birbirlerine. Minik kardeş kapkara gözleri, upuzun kirpikleriyle sevimli bir Japon bebeğine benzetilir ilk aylarda. Ağır,uslu ablasının yanında,o, çok şirin ve güler yüzlüdür. Ablasıysa yanından hiç ayrılmayan sevgili oyun arkadaşıyla çok mutludur artık.
Evlerinde terasa çıkan sahanlıkta oyun halılarının üzerinde ne dünyalar kurarlar ikisi. Kağıt bebeklerine kendi tasarımlarıyla yeni elbiseler çizerler, boyarlar, keserler. O zamanların legosu denebilecek özel şekillendirilmiş ve çizilmiş ahşap oyuncaklarıyla evler kurarlar, Ege'nin sıcak yazlarında akşam üzerileri komşu arkadaşlarıyla bisiklet denemelerindedir, mandolin koroları kurarlar. Hep bakımlı ve çok güzel annelerinin sandığından ne buluruz diye araştırmalar yaparlar, o da yetmez annelerinin en beğendikleri giysilerini üstlerinde denerler.
Minik kardeşin en zor yanı yemek ayırmasıdır. Anneciğinin güzelim yemeklerinden yemem diye tutturunca, baba tarafından'masadan uzaklaştırma' cezası verilse de pek aldırış etmez. Aynı adı taşıdığı babaannesi tarafından istediği yiyeceklerin kendisine gizlice sunulacağının ayırdındadır her zaman. Zaten evin peynir sever minik faresidir kendileri. Bir de babaanne- torun ikilisi olarak ayçiçeği çekirdeği yeme tutkunudurlar. Babaanneleri masal anlatırken ve yatacakları zaman okuyacakları çocuk dualarını öğretirkense iki kardeş hep yan yanadır.
Ablasıyla da uğraşmayı pek sever. Hatta ablasının kolunu ısırarak süt dişini atma dönemlerinde bir dişini feda etmişliği de vardır. Anneleri, ablaya arada bir, 'Kızım, sen de onunla uğraş biraz' diyerek eşit davranış telkininde bulunsa da ablacığı kıyamaz sevgili küçüğüne.O da evin küçüğü olarak sözünü dinletir farklı taktiklerle.
Hele o yarım yarım konuşmasının tatlılığı unutulmaz. Ablasının tersine, neredeyse ilkokula başlayana dek sürmüştür bu dönem. Ve o tatlılığıyla, inadıyla, anne babalarının İstanbul gezisine son anda çıkan ateşiyle(!) katılan minik yolcu olmuştur.
Doğum günlerinde kitap kurdu abla, kardeşciğine özel oyunlar yazar ve hep birlikte sahnelerler yakın komşu çocuklarıyla. Kim bilir, o yıllarda dinledikleri 'Radyo Çocuk Saati' ve 'Arkası Yarın' programlarının da etkisi vardır belki de.
Küçük kız kardeş, ilkokula başladığı günden itibaren öğretmeninin gözdesi olmuştur, çalışkanlığı ve sorumluluğuyla. O yüzden de beş yıl boyunca sınıfının değişmez başkanıdır. Okulda bu denli sözü geçerken, daha o günlerden gezmeye meraklı ablasının, onu arkadaşlarına götürmemesi çok ağırına gitmektedir doğrusu. Ablanın arada bir merhameti tutar da eğer onun yaşına yakın kardeşi olan bir arkadaşına gidiyorsa yanına alır.
Bir örnek giydirir anneleri kendi diktiği güzelim elbiselerle. O günlerde aslında ikisi de pek hoşlanmaz bu tutumdan ama iki kız kardeş olmanın dayanılmaz anlayışıyla seslerini çıkarmazlar.
Ve gün gelir, yaşamlarında yeni bir dönem başlar. Artık ana caddede, otellerinin yanındaki evden anneannelerinin yanındaki yeni evlerine taşınırlar.
Odaları yine ortaktır, ancak bu kez onlara yapraklarının rüzgarlı havadaki hışırtısıyla evlerinin yanındaki ulu çınar ağacı da eşlik etmektedir. Ah, bir de duvarlarındaki günün gözde oyuncularının posterleri.
Artık kız kardeş okul dönüşü kendini sokağa atmaktadır. Abla ise genç kızlığının ilk yıllarını yaşama derdine düşmüştür yazdığı toplumsal içerikli şiirler ve kısa denemelerle.
Gün gelir, abla 17 yaşında üniversiteye gitmek üzere evden ayrılır. En çok da kardeşini özlemektedir. Öğrenciliğin arasında evlenince artık biricik kardeş teyze olmanın da keyfini yaşar lise son öğrencisiyken. Ve teyze-yeğenin bağlılıkları hiç değişmeden süre gelir.
Roller değişmiş, üniversiteli bu kez kardeş olmuştur. Tümüyle kendi emeğiyle Hacettepe Eczacılık öğrencisidir artık.80 öncesinin en karanlık dönemlerinde hiç şikayet etmeden devam eder okuluna. Teyzesinin evinde kaldığı için rahattır tüm aile. En azından akşamları güvenlidir ve yalnız değildir. Okulunun son sınıfında da biricik oğlunu alır kucağına. Ondan beş hafta sonra da ablası minik kızını.
Hastalarının 'Eczacı Hanımı'dır artık. Hep sorumlu, hep çalışkan ve çok sabırlı,çok dingindir, işinde de evinde de.
Abla- kardeş ve yeğenlerin en güzel buluşmaları anne ve babalarının Kuşadası'ndaki yazlık evlerindedir. Çocukları büyürken onlar da anne babalarının koruyucu, ve sevgi dolu çatılarının altında olgunlaşırlar yıldan yıla. Hep ayrı şehirlerdedir iki kız kardeş. Yaşadıkları kentlerin uzaklığına inat yürekleri hep yakındır birbirlerine, tüm zorluklara ve zıtlıklara karşın.
Yaşamlarının en büyük dayanışmasındadırlar sevgili babalarının onulmaz hastalığı süresince. Hep birbirlerinden güç alırlar, annelerine güç vermeye, babalarına gülümseyerek bakmaya çalışırlar en çaresiz anlarında bile.
Sonra çocuklarıyla birlikte son üç haftayı geçirirler hiç ayrılmaksızın babacıklarının başından. Baba ve sevgili kızları olarak elele paylaşırlar son akşamını.Ve sonsuzluğa uğurlayıştan hemen sonra uzun bir süre kardeş abla olur, ablaysa yaşamlarında ilk kez küçük kardeş.
Son iki yıldır ise anne ve kızları olarak dayanışma içindedirler, babalarına olanca özlemleriyle...
Kız kardeşim, biriciğim, iyi ki varsın, seni çok seviyorum.
10 Aralık 2012 Pazartesi
HANGİ İNSAN HAKLARI
İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi'nin BM'de kabulünün 64. yıldönümü bugün. İkinci Dunya Savaşı'nin bitişinden sonra Birleşmiş Milletler daha insancıl yasam koşullarını özledikleri için belki de 30 maddelik bildirgeyi kaleme almışlar 1946'da ve iki yıl sonra da öneri onaylanmış. Haydi gelin bildirgeyi ve 21. Yüzyıl Türkiye'sindeki durumumuza bir bakalım.
İlk madde akıl, vicdanda ve kardeşçe yasamda eşitlikten söz eder. Bizse akıl tutulması yaşıyoruz son yıllarda.
Irk, renk, cins, dil, din, inanç, köken ve varlıklılıkta herkes eşittir ikinci maddeye göre. Ya sizce?
Yaşamak, özgürlük ve bireysel güvenlikte herkes eşittir üçüncü maddede. Açın gazeteleri ya da televizyonu özgür haber, yurttaş güvenliğini bulun ve haber verin, olur mu?
Kölelik ve kulluk yasaklanmıştır bir sonraki maddede. Doğrudur kölelik yoktur yasalarımızda. Peki kulluk için aynı şeyi söyleyebilir mısınız?
İşkence yasaktır. Belki son yıllarda fiziksel işkence azalmıştık ama yargılanma süreci tümüyle duygusal işkenceye dönüşmüştür, kim yadsıyabilir bunu.
Kişiliğin tanınmasında herkes eşittir. Öyleyse Roboski katliamında kimler nasıl yok edilmiştir?
Yasa önünde herkes eşittir. Ama Deniz Feneri, vb sanıkları daha eşittir!...
Herkes ulusal mahkemelerin etkin koruyucu önlemlerinden eşit olarak yararlanır der 8. Madde. Öylesine etkindir ki bu koruyuculuk. Kendilerince deliller sunarak korur yargılananları.
Hiç kimse keyfi olarak tutuklanamaz. Ancak tutuklanması istenenlere keyfi suçlar yakıştırılır ve bu duruma herkes zamanla alıştırılır ülkemizde.hatta son zamanlarda çizgi filmler, diziler de tutuklu kapsamına alınmaktadır büyük bir beceriyle.
Herkes kendilerine yöneltilen ceza niteliği taşıyan suçlamanın saptanmasında tarafsız mahkemece eşit ve adil yargılanır. Bizde adil yargıçların görev yeri değiştirilir en hafifinden...
Suç kanıtlanmadıkça suçsuzluk esastır. Ve yöneltilen suçtan daha ağır ceza verilemez. Vermemek için sonuçlandırma yıllarca sürebilir. Hatta bazı davalarda 124 milyon sayfalık dosyalar bile oluşturulabilir.
Hiç kimsenin özel yaşamına saldırıda bulunulamaz. Ancak özellikle vatan savunmasında yıllarca onurla görev yapmış olanlar ve farklı düşünen bireyler için bu madde geçersizdir
Devlet sınırları içinde özgür dolaşım hakkında herkes eşittir. Ancak bazı sanatçıların etkinlikleri için dolaşmaları sakıncalı olabilir.
Zulüm karşısında başka ülkelere sığınma hakkı günümüzde tüm dünyada mültecilerin pek çoğunluğunun suda boğulmalarıyla ya da kamplarda insanlıktan uzak yaşamlarıyla sonuçlanmaktadır.
Herkesin bir yurttaşlığa hakkı vardır. Parası çok olanın da bir kaç yurttaşlığa. Bu arada yıllar önce yurttaşlığı elinden alınanlar son yıllarında ya da öldükten sonra yeniden yurttaş olurlar.
Evlenme ve boşanma herkesin eşit rızasıyla olur. Bizde büyük çoğunlukla erkeğin, babanın ve törenin... Zaten en açık örnek kadın milletvekili bile olsa evlilik süresince kocaya boyun eğer; eğmezse dayak yer. Eski kocaların eski eşlerine öldürmeye dek giden saldırı hakları mahfuzdur!...
Herkesin mal mülk edinme hakkı vardır ve hiç kimse keyfi olarak bundan yoksun bırakılamaz. Eğer kentsel dönüşüm diye bir kolaylık icat edildiyse bu madde işlemez.
Herkesin düşünce, din ve inanç özgürlüğüne hakkı eşittir. Ancak Sünni vatandaşların hakkı diğerlerininkinden daha üstündür.
Herkesin duşun ve anlatım özgürlüğüne hakkı vardır. Vardır ama basın yayın organlarının hakları belirli kurallara uygunsa...
Herkesin barışçıl biçimde toplanma ve dernek kurma özgürlüğü vardır. Ama hak arayanların bu hakları kısıtlanabilir.
Kamu yönetimine herkes katılabilir. Gücü oranında doğal olarak. Secimler adildir. Sonuçlar açıklanmadan her türlü kesinti olmasıdır,elektrik de dahil.
Sosyal güvenlik, ekonomik, toplumsal ve kültürel haklarda herkes eşittir. Eğer bazı yürekli insanlar bu amaçla vakıflar kurmasa ya da paylaşımlarda bulunmasa şanslı azınlık dışında yurttaşların pek azı için bu madde geçerlidir.
Çalışma, is seçme,adil ve elverişli çalışma koşullarında herkes eşittir. Bizde diplomasi işsizler ordusuna katılmada göreceli eşitlik sağlanmış ve özellikle maden işçileri, tersane ve tekstil çalışanlarının her türlü zehri soluması serbest bırakılmıştır.
Çalışmaya saatleri ve izin hakkı adildir. Bu madde yönetimlerin açıklığında ve sendikacıların dürüstlüğüne bağlıdır.
Herkesin sağlık ve esenliğine uygun yasam düzeyi eşit olmalıdır. Taraf olmayı seçenler için evet, karşıt düşünenler için hayır.
Herkesin eğitim hakkı eşittir. Hemen her yıl değişen yasalarla bu eşitliğin ne olduğu fazlasıyla kafa karışıklığına neden olduğundan pek kimse anlayamamıştır bu eşitliği..hele barışçıl eğitim ilkeleri bazı büyüklerin zıt söylemlerinden ötürü gündemin çok dışında kalmaktadır.
Herkes toplumun kültürel etkinliklerinden yararlanma ve bilimsel ilerlemelerden yararlanma hakkına sahiptir. Ülkemiz insanları ise televizyon kanalı değiştirme ve en son cep telefon modellerini ivedilikle izleme yönünde bu haklarını büyük hevesle uygulamaktadır.
Bu bildirgedeki hak ve özgürlüklerden yararlanma herkes için eşittir. Bu bilince sahip olanların oranına bağlı olarak demek doğrudur bizde...
Herkesin kişiliğini özgürce ve tam gelişmesine olanak sağlayan topluma ödevleri vardır. Ülkemizde bireyler tam gelişmedikleri için ödev yapmayı da sevmezler.
Bu bildiri hiç bir unsuru diğerlerinden farklı konuma getirerek uygulanamaz. Artık sözün bittiği yerdeyiz. Sözü olan eklesin.
Içimden geldi yazdım. Daha aydınlık ve bilinçli 10 Araliklar kutlamak dilegiyle...
Herkesin
7 Aralık 2012 Cuma
BEYOGLU'NUN INCISI
Inci de kapanmis.Cok kisa bir cümle değil mi? Aslında icinde bir tarih saklı. İstanbul'da doğmadım ama katıksiz bir İstanbulseverim ben. Ve o yüzden özellikle son bes yıldır katledilen bu kadim kent icin canım yanıyor. İzmir'den İstanbul'u özlüyorum on gündür. Ulaşamadığım sanat, kültür ve toplumsal etkinlikleri okuyor, izliyorum. Annemin rahatsızlığına üzülüyor onunla ilgileniyor, minik torunumun oyunlarıyla besleniyorum. İnsanoğlu ne denli meşgul olsa da sevdiği ve ilgi duyduklarından vazgeçemez ya kolay kolay. Bu aksam eve döndüğümde bir anda televizyonda İnci pastanesinin o tanıdık ve son zamanlarda yüzleri hep hüzünlü çalışanlarının son profiterolleri servis ederken ve müşterilerinin isyan ederken çekilen görüntüleri geldi ekrana. '' İnci de gitti" dedim farkında olmadan. Sanki son kale de düştü dermiscesine.
Çocukluğumun İstanbul'undan kalan bir mekan, kimliğini koruyan bir mekan daha yok edildi iste.
Son oniki yıldır daha yogun yaşadığım bu kadim kentte özellikle son bes yıldır ne denli korkunç bir kimliksizlestirme kırım girmiscesine...
Önce AKM, Taksim Sahnesi, Marmara Otel'inin pastanesi, Emek Sinemasi, Markiz Pastanesi, Alkazar Sinemasi, Sinepop Sinemasi, Rejans Lokantası, İstiklal Kitapevi, Muammer Karaca tiyatrosu ve şimdi de İnci pastanesi.
İlk anda aklıma gelenler bunlar. Ya TAKSİM Meydanı; o apayrı bir facia. Hele bir de Gezi Parkı yok edilirse...
Öğrencilerime hep yineledigim bir sözüm vardı. "Gidin,gezin ve tarihini koruyan ülkelerde yapıların nasil korunduğunu, sistemlerinin nasil oturmuş olduğunu, insanlar gibi kentlerine de nasil deger verildiğini görün".
Neden sorusunun yanıtı hem çok yalın hem de çok karmaşık; yanıt verene göre demek en dogrusu. Gözümüzün önünde bir kıyım yaşanıyor son yılarda insana, hayvana, ağaca ve mekanlara yönelik. Ve biz insanciklar, uyuşmuş beyinlerimize bakıyor, pek azimiz ekmek kavgasından yorgun o en büyük grubun dısında kalan son yılların otekilestirilmisleri imzadan imzaya, protestodan protestoyakosan bir azınlık duyumsamasinda tüm Türkiye'm nin beton ormanına dönüştürülmesini çaresizlikle görüp tüm ülkenin simgesi ya da kalbi Taksim'e, Beyoğlu'na yapılanlara ARTIK YETER diye yinelemekten yorgunuz.
Ağzımızda kalan son tad İnci de gidince elimizden, yureklerimizdeki anilarla sessiz çığlıklar atıyoruz böyle.
Atlas Sinemasi, Küçük Sahne siz çok yasayın. Beyoglu Sinemasi, Ses Tiyatrosu dayanın biraz daha diyerekten...
Çocukluğumun İstanbul'undan kalan bir mekan, kimliğini koruyan bir mekan daha yok edildi iste.
Son oniki yıldır daha yogun yaşadığım bu kadim kentte özellikle son bes yıldır ne denli korkunç bir kimliksizlestirme kırım girmiscesine...
Önce AKM, Taksim Sahnesi, Marmara Otel'inin pastanesi, Emek Sinemasi, Markiz Pastanesi, Alkazar Sinemasi, Sinepop Sinemasi, Rejans Lokantası, İstiklal Kitapevi, Muammer Karaca tiyatrosu ve şimdi de İnci pastanesi.
İlk anda aklıma gelenler bunlar. Ya TAKSİM Meydanı; o apayrı bir facia. Hele bir de Gezi Parkı yok edilirse...
Öğrencilerime hep yineledigim bir sözüm vardı. "Gidin,gezin ve tarihini koruyan ülkelerde yapıların nasil korunduğunu, sistemlerinin nasil oturmuş olduğunu, insanlar gibi kentlerine de nasil deger verildiğini görün".
Neden sorusunun yanıtı hem çok yalın hem de çok karmaşık; yanıt verene göre demek en dogrusu. Gözümüzün önünde bir kıyım yaşanıyor son yılarda insana, hayvana, ağaca ve mekanlara yönelik. Ve biz insanciklar, uyuşmuş beyinlerimize bakıyor, pek azimiz ekmek kavgasından yorgun o en büyük grubun dısında kalan son yılların otekilestirilmisleri imzadan imzaya, protestodan protestoyakosan bir azınlık duyumsamasinda tüm Türkiye'm nin beton ormanına dönüştürülmesini çaresizlikle görüp tüm ülkenin simgesi ya da kalbi Taksim'e, Beyoğlu'na yapılanlara ARTIK YETER diye yinelemekten yorgunuz.
Ağzımızda kalan son tad İnci de gidince elimizden, yureklerimizdeki anilarla sessiz çığlıklar atıyoruz böyle.
Atlas Sinemasi, Küçük Sahne siz çok yasayın. Beyoglu Sinemasi, Ses Tiyatrosu dayanın biraz daha diyerekten...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)