29 Şubat 2012 Çarşamba

DÖRT YILDA BİR ARTI GÜNDEN KALANLAR

Takvimde dört yılda bir artı gün varsa, tadını çıkarmak gerek bugün diye düşündüm uyanır uyanmaz. Dün akşam gördüğüm oyunun,bu akşamki konserin ve gördüğüm güzel düşlerin etkisindeydim belki de.

Öğleye doğru eski öğrencilerimden biri aradı. Kendisi de benim gibi fotoğraf meraklısıdır. ''Hocam,hava açık, ben de bugün evdeyim. Haydi Garipçe'ye gidelim, fotoğraf çekelim'' deyince dayanamadım bu öneriye, çıktık yola. İyi de etmişiz. O uzun yola karşın çok güzel ışık bulduk ve balıkçıların 'RENGAHENK' ağlarından,kayıklarına,kedilerden güzelim doğaya poz poz, ışık ışık çekimler yaptık. Bu arada unutmadan Garipçe'ye giderseniz, sadece balık değil, 'Asma Altı'nın' kara lahana dolmasını tatmayı da unutmayın.

Dönüşte hava çok soğusa da dinçleştirmişti bizi. O yüzden hem müzik hem de mekan açısından günlerdir beklediğim Sirkeci Garı'ndaki 'Thomas Gabriel Trio' dinletisine gittim. Tanıtımlarında yazıldığı gibi Bach'a caz katarak ancak özgün bestenin tadını bozmadan kendi arayışlarının da rengini ekleyerek ruhumuzu dinlendirdiler. Piyano,bas ve baterinin klasik formundaki üç sempatik müzisyeni dinlemek gerçekten çok iyi geldi,son üç gündür 4+4+4 formülüyle yorgun eğitimci beynime...

Yorgun eğitimci beynim aslında dün akşam gittiğim 'Ben BERTOLT BRECHT' oyunundan sonra gömüldüğü karanlıktan bayağı düze çıkmıştı. Oyunun kitapçığında Zehra İpşiroğlu'nun yazdığı gibi ''Brecht oyunlarının temel özelliği mizaha dayanması ve bunun ardında varolan sisteme başkaldıran bir dünya görüşünün var olmasıdır. Genco Erkal'ın nerdeyse yarım yüzyıla yaklaşan Brecht yorumlarında hep çelişkileri ve çatışmaları ortaya çıkartan bir güldürü anlayışının izlerini yakalıyoruz.''    

Defalarca izlediğim ve her defasında farklı bir tad aldığım usta oyuncu ve yönetmen Genco Erkal sanatının doruğunda bu oyunda. Müthiş sahne performansına bir de doğaçlama repliklerini ekleyince o doksan dakikanın bir çırpıda nasıl geçtiğini anlamıyorsunuz. Partneri Tülay Günal'la öylesine uyumlular ki, gerçekten her tiyatroseverin izlemesi gerek diye düşünüyor insan. Mart ayında İzmir'de de turneleri var bu arada.

Hele bir köpekbalıklarının eğitim modelini canlandırışları var ki asıl izlemesi gerekenlerin hiç birinin bu oyuna ASLA gitmeyeceklerini düşünerek çok üzüldüm. Ya o emekli öğretmenin sırf sesini duyurmak için her gün  bir sey alamayacak da olsa bakkala - manava gidiş nedenini anlatması. Dünyanın haksız düzenini tahtıravelli örneğiyle açıklamaları. ''Yosma'' oyunundan alıntılarda Tülay Günal'ın yüreklere değip akıp giden yorumu. Ve sahnedeki oyuncak tank... Savaş karşıtlığı... 'Halkın Ekmeğidir Adalet' şarkısının vuruculuğu... Ve yine unutulmayacak sözler oyundan:  ''Sadece iyi bir insan olacağınıza,öyle bir dünya yaratın
ki iyilik gerekmesin'' ya da ''Olağan saymayın kötüyü, arayın kuralın içindeki kötüyü.''

İşte böyle, yazmak iyi geldi yine. Biz olağan insancıklar hiç unutmayalım ''Pişiren kim zaferlerin aşını?'' sorusunu sormayı bir an bile... Ve bu aşlara bireysel olarak nasıl katkıda bulunduğumuzu...
        

25 Şubat 2012 Cumartesi

CANIMIN İÇİ BİR YAŞINDA

Bugün yaşamımda bir yıldır var olan ve 24 Şubat'ta bir yaşını dolduran minicik bir insandan Bora'dan söz etmek istiyorum.Hani derler ya; çocuğunuz canınızsa, torununuz canınızın içidir. Boracık da benim canımın içi.

2010 yılının Temmuz ayının ilk günlerydi. Kuşadası'nda yazlıktaydık. Babacığımın hastalığının son evreleriydi ve elimizden gelen hiç bir şey yoktu artık. Hastaneden eve dönmüştük doktorların önerisiyle. Hep birlikte olabileceğimiz son günlerin her anını değerlendirmeyuğraşıyorduk ,gözyaşlarımızı içimize akıtarak. Her nefes bir umuttur diyerek. Oğlum ve gelinim Viyana'daydılar iş nedeniyle.

 O akşam, anneler babalar toplanmış birlikte skypeden görüşecektik. Çocuklar hep birlikte konuşalım istemişlerdi. Oğlumun yüzü çok güzel gülüyordu. ''Size bir haberimiz var', Pati'ye kardeş geliyor '' dediğinde sanırım tüm kedi sevgimle ilk ben algıladım bu müjdeyi. Unutulmaz bir sevinç yaşadık o anda. İki ailenin de ilk torun sevinciydi bu.Hele en zor günlerde gelen bu mutlu haber nasıl bir güç verdi bize,anlatamam.Ve sanırım babacığımı biraz daha uzun yaşattı hayalini kurmak Barış'ın bebeğinin.

Babacığımı sonsuzluğa uğurladıktan sonraki aylar boyunca Bora'nın anne karnındaki gelişimini izlemek ayakta kalmamızı sağladı bir anlamda. Aylar böyle geçti ve 24 Şubat 2011 sabahı o dünyalar tatlısı bebek hoşgeldi aramıza. 

İlk kucağa alış, ilk koklayış, oğlumun baba oluşunu görmek ... Çektiğim ilk fotoğraf, annesinin sütünü ilk kez emme çabaları... Yaşam eşittir Bora olmuştu hepimiz için.

Ben çılgın babaanne, Bora iki aylıkkken ona ilk öykü kitabını aldim. 'Küçük Kara Balık' Okudum, dinledi. Belki de yüreğimde hep sorgulayan ve dünyaya farklı bakabilen bir insan olmasını istediğim içindir, kim bilir. Ne güzel CDler var bebekler için rahatlatıcı. Klasik müzikten seçilmiş parçalar ve doğa seslerini ekledik müzik dağarcığına, ninnilerle birlikte.

O güzel gülümsemelerini fotoğraflamak, ilk oyuncakları çıngıraklarıyla oynarken izlemek, kucağımda gezdirip sırtını okşayarak rahat ve güvende hissetmesini sağlamak... Evet bunları çocuklarımla da yaşadım ama o günlerin yorgunluğu, sorumluluğu ve çok erken yaşta yaşamanın getirdiği deneyimsizlik çok farklıydı.

İlk dişi, ilk emekleyişi, ilk hastalığı, ilk sözcükleri derken onbir aylık oldu Bora'cık ve yürümeye başladı.

Adımlarını atmasıyla birlikte sanki bir minik adam oldu artık. Her istediğini bir şekilde anlatıyor. Oyuncaklarıyla oynuyor, tüm evi keşfediyor, tadını sevdiği yiyecekleri daha iştahlı yiyor ve her şeyi eline alıp taşımak istiyor.

Aramızda çok özel bir bağımız var. Üç-dört hafta aradan sonra karşılaştığımızda çok özel bir gülmemiz var ki yüreğim sıcacık oluyor. Ondan sonra da birlikte olmanın keyfini yaşıyoruz oyunlar oynayarak.

Babaanne sözcüğü insana ilk günlerde fazla geleneksel gelse de, birlikteyken çocuktan çocuksunuz aslında. İleriye dönük hayaller kurarken de sanki bir arkadaşınızla buluşmayı bekler gibi oluyorsunuz.

Evet, işte böyle, ben, en sevgili minik arkadaşımın elinden tutup gezmeyi bekliyorum. Ve her gün yaşamın ona şans getirmesini, sağlıklı, mutlu,anne ve babasıyla sevgi ve saygıyla bezenmiş bir dünyada, upuzun bir ömrü olmasını diliyorum her şeyden önce.

Boracık, canımın içi, seni çok ama çok seviyorum. Ve bir kez daha 'Hoşgeldin' aramıza.Doğum gunun kutlu olsun.         

  

22 Şubat 2012 Çarşamba

ANILAR BİR BULUŞUNCA

ANILAR BİR BULUŞUNCA 
Çocukken aile albümlerinde saklanan o siyah beyaz fotoğrafların arkasında yazılanları okurken başladı tüm ilgim; 'çiftlik yolu' yazılmıştı bir fotoğrafın arkasında, diğerinde 'şehir meydanı'.bir fotoğraf daha var belleğimde, 'zeytinlik' yazılı. 

Karaferye ya da bugünkü adıyla Veria. Yıllarca babaannemden bölük pörçük dinlediğim anıların şehri. Bırakılıp gelinen topraklar, yeni bir yaşam... 

Ve yıllar böyle geçti. Anlatılanları masal gibi dinlerdik. Bir daha dönülemeyen toprakları hep görmek istedim sonraları. 2001 yılında iki arkadaş gittik görmeye ilk kez Veria'yı, Selanik'i ve sonra Atina, Pire, Samos ve bir İzmir'li olarak ilk durak Sakız Adası'ndan yola çıkıp. 

Hiç yabancı gelmedi bana ''Suyun öte yanı''. Çok dingince gezdim. Hele Karaferye toprağından alıp dedelerimin ve babaannemin . kabirlerine serpince çok rahatladı yüreğim. Sanki onları da götürüp bir kez daha doğdukları topraklara kavuşturmuşum gibi hissettim.  

Sanırım altı yedi yıl kadar önceydi. Bilişim çağının etkisiyle internette gezinirken 'Lozan Mübadileri Vakfı' sitesini buldum. Kısa bir süre sonra da kitap fuarında standlarını. Belgelerden yaşadıkları mahalle isimlerini, babamın amcasının ismini. Ve üye oldum derneğe.

Ama iki şehir eksenli yaşadığım için katılamadım etkinliklere. Emekli olduktan sonra gönlüme göre ders alınca daha bir kolayladı  yaşam ritmim. İlk kez 2010 yılı Aralık ayında Çatalca Mübadele Müzesi'nin açılışındaydık annemle, babacığımı sonsuzluğa uğurladıktan altı ay sonra.

Müzede duygular paylaşıldı, anılar dile geldi, yüzler güldü, gözler yaşardı, sözün kısası ortak olan geçmişin izlerine ulaşmanın güzelliği yaşandı. Hele koroyla tüm Çatalca'nın bütünleşmesi unutulmaz bir anı olarak belleklere kazındı. Ve tüm emeği geçenlere sonsuz teşekkürler edildi.

Ekim de 'Mübadil Buluşmaları' gezisine, kardeşim ve kuzenimle katılmak kısmet oldu. Kısmet diyorum, gerçekten burada en uygun sözcük olduğu için. Çünkü İngiltere vizesi yüzünden bir gün geç katılabildim ama yaşamımda en çok sevdiğim gezilerden biri oldu o üç gün.

Paylaşmak  bence insan olmanın temel noktalarından biri. O gezide herkes, ne denli farklı birikimleriyle de gelmiş olsalar da, küçücük bir köy girişinde, bir kişi geçmişinden bir iz, ufacık bir anı ya da suyun o yanındaki Türkçeyi duyduğunda hep aynı coşkuyu duyumsadı. Onun için denir ya; 'anlatılamaz, ancak yaşanır' diye. Evet yaşadık, iyi ki yaşadık ve paylaştık. 

Ve bir kez daha toplandık 19 Şubat'ta. Biz, geziden on kişiydik.  Ama Moda Spor Kulübü'nün tüm masaları doluydu. Yüzler gülüyordu, gözler pırıl pırıldı. LMV Korosu, sevgili hemşerim Muammer Ketençoğlu ve Alex'in müzikleriyle, uzun süredir çekmediğim halayda coşan bendeniz, fotoğraflar, dostlar, her şey çok hoştu.

Ama tüm buluşmalarda en yaşlı mübadillerden derinden etkilendim.  Onların gözlerine bakmak çok farklıydı. Yaşananları gördüm bakışlarında, hasreti, sevinci, gururu, sevgiyi. Yemekte  torunlarıyla birlikte çekilen fotoğraflarda sanki bayrağı devrediyorlar gibiydi. Çiçeklerini, plaketlerini alırlarken her şeyden önce vatan ve Atatürk sevgisini geçiriyorlardı genç kuşaklara. 

Umut çiçekleriydi onlar... Bu vatan hala bizim çiçekleriydi... Biz dostluğu bilir ve unutmayız çiçekleriydi... Söylenen şarkılar, türküler cana can katandı... Çekilen halaylar 'bırakmayız mücadele etmeyi' demekti... 

Sözün özü bizler var oldukça, kuşaktan kuşağa, bu vatanın değeri asla unutulmazdı...               

17 Şubat 2012 Cuma

YAŞAMA TUTUNAN FİLMLER

İlk yazımda filmlerden söz ederim demiştim. Son iki ayda beni etkileyen dört film oldu: 'Hugo', 'Iron Lady',' Artist' ve dün izlediğim 'The Help'. Farklı kişilikleriyle, farklı açmazlarıyla, umutlarıyla insana insan olduğunu anımsatan öyküler.İstanbul'da yaşamanın güzel yanlarından biri de İzmir'de görmediğiniz ya da geç görebileceğiniz filmleri daha önceden izleyebilmek.

Hugo'da bir çocuğun gözünden Paris'te bir tren garında yaşamanın farklı yönlerini,kalabalıkta yalnızlığı,yoksulluğu,o görkemli eski saatlerin fotografik görüntülerini ve iki çocuğun dostluklarıyla yetişkinlerin yaşamlarına nasıl umut filizlediklerini izlemek çok etkilemişti beni.

Iron Lady İngiltere'yi ondört yıl boyunca güçlü bir biçimde yöneten Margaret Thatcher'in son yıllarını flashbackle anlatırken o gücün arkasındaki zayıflıkları ustaca verirken etki alanına alıyor tüm izleyicileri.Ve eğer İngiltere'yi okumayı biliyorsanız daha iyi anlıyorsunuz Iron Lady'yi.Ne denli gelişmiş bir ülke olursa olsun erkek egemenliğindeki siyaset dünyasında gücünüzü koruyabilmek için ne çok fedakarlık yapıldığını anlıyorsunuz özel yaşamdan.

Artist sessiz filmlerin altın çağının en yetkin görünen aktörünün, sesli filmlere geçişte tüm yaldızlarından arınarak  tırmandığı basamaklardan bir anda inişini ve onu anlayan, seven tek birey olan gencecik bir aktrise dayanarak yeniden yaşama dönüşünü içiniz acıyarak görüyorsunuz.Bir anlamda da yedinci sanatın ilk yılları geçip gidiyor gözlerinizin önünden.

Ve 'The Help' ya da afişlerdeki çevirisiyle 'Duyguların Rengi' ki bu isim bence çok iyi uymuş filmin içeriğine. 60lı yılların Mississippi'sinde geçiyor film. Kadın gözüyle yazılmış, çevrilmiş bir film. Irkçılığı beyaz kadınların siyah tenli hizmetçilerinin dilinden çok duyarlı anlatan bir film. O mükemmel görünen kapitalist yaşamların ne denli yapay, öfke dolu olduğunu, çocuklarını emanet ettikleri yardımcılarından tuvaletlerini dahi esirgediklerini,kendi içlerindeki tek ayrık otu arkadaşlarının, dünyaya farklı bir pencereden bakabilen, tek sınıf arkadaşlarının cesaretiyle o parıltılı yaşamlarının tuzla buz oluşunu yetkin bir dille veriyor izleyiciye.

Kısaca özetlediğim, aslında çok farklı okumaları yapılabilecek olan bu dört filmde en etkili ortak nokta sürüsel yaşama bireysel karşı çıkıştı. Belki de bu yüzden sevdim bu filmleri. Fimlerin kahramanları yaşama direnirken çok hırpalandılar, zayıf düştüler, umutlarını yitirdikleri, tüm inançlarını kaybettikleri anlar oldu ama cesaretleriyle yeniden tutundular yaşama ve içinde yaşamaya zorlandıkları düzende onurlarıyla yaşadılar ne olursa olsun...

Ve ben o yüzden çok yakın buldum bu öyküleri nedense...       



   

14 Şubat 2012 Salı

İKİ ŞEHRE SEVGİ

Bugün sevgililer günü. İki şehri sevmeyi anlatmak istedi gönlüm. Son on yıldır yaşam tarzım oldu iki şehirde yaşamak. Kendimce düşünürken yazmak daha iyi galiba dedim.İzmir ve İstanbul. Benim sevgili şehirlerim. İzmir, yuvam. İstanbul, ruhum. 

Her şey on yıl önce kızımın İstanbul'da üniversiteyi kazanmasıyla somutlaştı. Çocukluk düşümdü İstanbul. Annem ve babamın gerçeğe dönüştüremedikleri hayalleriydi Çocukken kendi aralarında konuşmalarını duyardım. Babam ve ortanca amcam Bebek'de bir otel açmayı düşünmüşler ama bir takım engeller yüzünden gerçekleştirememişlerdi.

Sonra ilkokulu bitirdiğim yıl, bir haftalık bir gezi yapmıştık İstanbul'a. Canım babam çok güzel bir program yapmış, tüm sarayları, Boğaz'ı gezdirmişti bize. Ondan sonra unutamadım ben İstanbul'u. O kadar çok okudum ki İstanbul'u kitaplardan, tablolarda inceledim, şarkılarda izledim.

Bir de üstüne eski Türk filmleri. Boğaz'da martılar, birbirlerine yavaş çekim koşan Hülya Koçyiğit- Ediz Hun ikilisi. Ya da 'senede Bir Gün' buluşan Selda Alkor- Kartal Tibet. Aman ne romantikti sevgili arkadaşım Saide ile onları Cumartesi matinelerinde beyaz perdede izlemek.

Bu arada lise bitmiş, üniversitenin aralıklı okunan yılları hep İzmir'de geçmiş,İzmir yuva şehrim olmayı sürdürmüştü.
İzmir'de büyüdüm, anne oldum, çalıştım, en eski ve güzel dostluklarımı edindim.Hani hiç değişmeyecekmiş gibi yaşadım. 

İzmir tüm duyguların acısıyla tatlısıyla yaşandığı şehirdi benim için. Şehrin değişimini, eski yalıların, evlerin bir bir yok oluşunu,bir zamanlar körfezinde denize girip dayımla balık tuttuğum mavi şehrin kahverengiye dönüştüğünü gördüğüm şehirdi. Kordon Boyu'nun şarkılarda kaldığını, yıllarca blok blok kayaların nefesimi kestiğini  ve bir gün sahil bulvarının kıyıya eklenişini adım adım yürüdüğüm şehirdi.

Yıllar böyle geçti. Ve kızım üniversiteye başladı. Oğlum okurken Londra'ydı sevdiğim şehir. Beş yıl boyunca düşlerimdeki gezme ve oğluma kavuşmayı Londra'da yaşadım. Oğlum mezun oldu, kızım ertesi yıl İstanbul'a taşındı. Ve ben ondan sonra iki şehri yaşamaya başladım.

İstanbul dünyam oldu benim. Gezdiğim, gördüğüm tüm şehirleri saklıyordu gizli köşelerinde. Bir yönüyle tam Asya'lı, diğer bir semtiyle tam bir görmüş geçirmiş Avrupa'lı, Erguvanıyla Bizans, lalesiyle Osmanlı'ydı İstanbul.Öylesine gizemliydi, öylesine örselenmişti ki bazı zamanlar. 

İnsan ruhu gibiydi İstanbul. Hem cıvıl cıvıl, hem karamsar. Böyle büyüledi beni, içinde barındırdığı sayısız rengiyle. Hafta sonu gezilerine katıldım, tarihini daha nesnel keşfetmek için. Fotoğraf makinem kılavuzum oldu, hem beynime, hem de kamerama kaydettim gördüklerimi.

Ama hala bitiremedim betimlemeyi.O yüzden de büyüsünden kurtulamadım. Hele bir de GS üniversitesi'nde göreve başlayınca bağımlısı oldum Boğaz'ı izlemenin.Tarihinde  yitip gitmek istedim, Sultanahmet'e gittim. Rengarenk çocukları fotoğraflamak istedim, Balat'a gittim. Balık ve martılarla arkadaş olmak için Hisar'dı mekanım. Karşının sakinliği çekince Kuzguncuk,Çengelköy'dü semtlerim. Sanatsal açlığımı AKM de doyurdum yıllarca. İstiklal Caddesiydi her renkten kalabalığın ve mekanın adresi. Gezdikçe, gördükçe gizli hanlar, pasajlar keşfettim. Aya İrini'de müzik dinlemek ibadet etmek gibiydi elimde bir kadeh şarapla.

Ancak  özellikle son iki yıldır tıpkı İzmir gibi İstanbul'da grileşiyor. Doğan Kuban'ın deyişiyle 'gök kazıyanlar' bozuyor yüzyılların siluetini bir çırpıda ve son derece saygısızca. Sanat mekanları bir bir yok olurken simit sarayları dolduruyor her köşeyi. Dertlere sırdaş balık lokantarı, meyhaneler kahvaltı salonlarına çevriliyor son hızla. Rengi hüzün artık İstanbul'un.

İstanbul'lu olmasanız da İstanbul severseniz, bir imza sever oluyorsunuz istemli olarak. Haydi bir imza, AKM için, Emek sineması için, Taksim için,üçüncü köprü için, Haydarpaşa Garı için. Her gün bir yeni imza şehri korumak için umarsızca...

Yine de inadına sevmeye devam İstanbul'u bir İzmir'li olarak...         

13 Şubat 2012 Pazartesi

ANILARIMDAKİ ÇOCUK VE GENÇLİK BAYRAMLARI

Son günlerde ulusal bayramlarla ilgili bir çok haber okuyoruz.  Farklı düşünceler uçuşuyor her köşeden. Modası geçmiş görüntüler mi dersiniz, militarist dönemin artıkları mı, hatta Mussolini İtalyası'nı anımsatanlar bile var. Ben de çocukluğumun ve gençliğimin törenleriyle son bir kaç yılınkileri karşılaştırdığımda daha bir ayırdına varıyorum Türkiye'deki  değişimin.       

İlkokulda en güzel bayram doğaldır ki '23 Nisan Neşe doluyor insan' dı. Rengarenk giysiler, rontlar, yürüyüş ve alkışlardı çocukluğumun 23 Nisanları. Şiir okuyanların seslerindeki coşku ya da coşkususuzluğu değerlendirirdik her törende.  Hangi ilkokulun giysileri daha güzel çekişmesi de bitmezdi bir türlü. Arada yağmurlu, soğuk havalarda hafiften titrerdik ama hiç basında haberi olmazdı o üşümelerin. Mevsim ilkyazsa hava da kararsız olabilir derdi herkes o zamanlar.

Peki ya 19 Mayıslar. Genç olmanın önemli bir göstergesiydi 19 Mayıs törenlerine katılmak. Orta üçüncü sınıf öğrencisi olmak ya da lisede okumak ön koşuldu törenlere katılmak için. Ah benim derdim büyüktü orta üçüncü sınıfta ilk spor bayramına katılımımda. 

Tüm derslerimde gayet iyiyken sandıkta takla atmayı beceremediğim için, (laf aramızda biraz da mantığıma ters geldiği için bir türlü başaramaz) öğretmenimi sinir ederdim. O da birinci dönem karneme zayıf not verirdi. Ama ikinci dönem işler daha zordu. Eğer 19 Mayıs seçmelerinde başarılı olamazsam bu bütünlemeye kalacağımın ve de gururumun kırılacağının kesinleşmesi olurdu. 

Ve ben buna dayamazdım. Hiç unutmuyorum, büyük bir daire şeklinde sıralardı Nuri öğretmen bizleri Başlardık hareketlerimizi yapmaya. Nuri bey hata yapanı anında atardı. Ne zaman beni işaret etse hemen bakışlarımı kaçırırdım; o da herhalde halime acıdığı ve bütünlemeye kalmamı pek de istemediği için çıkarmaktan vazgeçerdi  beni. Sonuçta o yıl 19 Mayıs törenlerine ilk kez katılmış ve 10 alarak gururumu kurtarmıştım.     

Lise spor bayramlarında hem öğretmenimiz hem de kabine değişmişti. İlk kez o yıl şort ve mini eteklerin yerini pantolon ve bluzla katıldığımız bir tören almıştı. Ama lise sonda yine şortlarımız ve kırmızı minilerimizle alandaydık.

Benim için en unutulmaz anılardan biri de klasik müzik aşkımın ilk izlerini oluşturan 'kan kan dansları', 'Güzel Mavi Tuna valsi' ve polkalar eşliğinde yaptığımız ritmik jimnastikti. 

Bizler o yıllarda geleceğin güzel olacağının umudundaydık. Güven duyardık Cumhuriyetimizin temel ilkelerine.

Çünkü Arap Baharı değil, 68 kuşağının baharları yaşanmıştı henüz bir kaç yıl öncesinde...   

12 Şubat 2012 Pazar

GÜN GELİR YAZMADAN DURAMAZ İNSAN

GUN GELİR, YAZMADAN DURAMAZ INSAN

Günler yılları biriktirir ve an gelir yazmadan duramazsınız. Okursunuz, öğrenirsiniz, öğretmeye çabalarsınız mesleğiniz gereği. Mutlu olmayı bilenlerdenseniz, incinmeyi de iyi bilirsiniz. Duygularınız rehberinizdir genelde. Farkında olup yaşayanlardansanız dolarsınız çabucak. 

Yüreğinizdekileri boşaltmanın en iyi yollarından biridir yazmak. On beş yaşımın günceleri gibi arınmak için yazmaya kararlıyım. Etkilendiklerim olacak bloğumda. Belki bir fotoğraf, belki bir oyun, müzik, film, sergi ya da duyup da duyumsadıklarım.

Bugün gazete eklerinden birinde Çiğdem Anad 'SEN KİMSİN' adını verdiği kitabının yazma sürecini anlatıyordu. Ben de yazarken kimliklerimizin anahtarlarını arayacağım bir yönden. Bir yandan 'Taksim Platformu' için imza atarken, öte yandan Whitney Houston'un ölüm haberini duyunca üzülen bir dünyalı olarak.

Dün üniversiteden sınıf arkadaşlarımla birlikteydim. Kaç yıllık bir arkadaşlık. Ben iki çocuk annesi olarak dönmüştüm ikinci sınıfta bırakmak zorunda kaldığım eğitimime. Yirmi sekiz yaşındayken onların en büyüğü yirmi yaşındaydı. Hala anlatırlar beni ilk gördüklerinde neler düşündüklerini.

Evet, dönem Özal dönemiydi ve ben politikalarını hiç benimsemediğim bir hükümetin çıkardığı 'ÖĞRENCİ AFFI' yasasıyla yeniden öğrenci olmuştum. İlk haftalar ne denli yabancıydım ortama. Tam on yıl  geçmiş ancak okumaktan hiç ödün vermemiştim. Hiç unutamadığım bir anım vardır o günlerden. Phonetics dersi ilk vizesinden sadece 15 almıştım. On yıl sonra girdiğim ilk sınavdı. Çok üzülmüş ama azimle sistemli bir şekilde çalışmayı sürdürmüştüm. İkinci vizeden bir gün önce bir buçuk yaşındaki kızım ateşlenmiş, o uyuduktan sonra, daha doğrusu ayağımda uyuturken genel bir tekrar yapmıştım. Ve ikinci notum 85'e yükselmişti. 

Sanırım o iki sınav bana ne denli üzülürsem üzüleyim ayakta kalmayı öğretti. Ve çabalamaktan hiç vazgeçmedim.

Dünkü arkadaş toplantısı neler anımsattı 
bir anda.  Bu arada aklıma gelmişken; o günlerde arkadaşlarım, hem ders notlarımı hem de kek, börek tariflerimi alırlardı. Dün bir baktım da gelişen teknolojiye ayak uyduran sevgili Meltem, tariflerinin fotoğraflarını çekmiş i-phone'dan okuyor bize :)))