Bir ses ansızın kulağınıza gelir ve çocukluğunuza götürür sizi. Sokağımdan geçen akordiyoncu bana çocukluk günlerimi anımsattı sanki... Tire'm, doğduğum,büyüdüğüm o küçük şehir, yeşil Tire hem suyu özlediğim hem de dağlarına bakmaya doyamadığım şehir. Hala ne zaman gitsem kendimi güvende hissettiğim yer. Belki de bir masal gibi gelir anlatınca Tire'de geçen çocukluk yıllarım.
Çocukluk denince oyunlar gelir ilk usumuza. Aslında ben hiç sokakta oynayamadım. Evimiz Tire'nin ana caddesindeydi. 'Atatürk Caddesi' O zamanlar sevgi ve saygıdan konurdu Ata'nın adı tüm ana caddelere.Kurtuluş Anıtı'ndan başlar,tüm çarşıyı katederdi.Eh, ben de ilk çocuk,korumalı çocuk olarak hiç sokağa çıkarılmazdım. Şimdi, sokaklarda yürümeye doyamamam o günlerde duyduğum özlemdendir belki de.
Benim oyun arkadaşlarım, oyunlarım farklıydı o yüzden.Babaannem ve dedem kendilerinden önceki mübadillerden Tire'nin konumuyla Karaferye'ye çok benzediğini duyunca oraya yerleşme kararı almışlar. Ve bıraktıklarına karşılık Tire'de 'Büyük Han' verilmiş kendilerine. Ben doğduğumda hanın önünde bir de 'Güven Oteli' eklenmişti iş yaşamlarına.
Evimiz otelin altındaydı. Üç kapılı evimiz... Giriş kapısına ek olarak, üst katta yalnızca babamın kullandığı otele açılan bir kapı ki şimdi bile düşününce babamın anahtarıyla kapıyı açıp eve girişi hem gülümserim, hem de gözlerim yaşarır, özlemle.Bir de mutfaktan hana açılan bir kapı vardı. İşte o kapı benim oyunlarımın dünyasına açılırdı.
Kemerli sütunlarıyla alt ve üst avlularıyla tipik bir kervansaray.Ama ıssız değildi o koca han. Avlulara açılan odalarda oturan aileler vardı. bir de Tire'nin ünlü urganını işleyenler.
Benim belleğimde iz bırakan dört arkadaşım ve bir de kedi vardı, mutfaktan açılan dünyamda: Giritli nine,kızı Zehra nine, urgancı Abdurrahman dede ve oğlu Nazmi amca. İki odada yaşardı Giritli nineyle kızı. Giritli ninenin o çukura kaçmış mavi gözlerini dün gibİ anımsarım. Yatalaktı ama nasıl temiz, nasıl görgülü bir hanımdı o bembeyaz başörtüsüyle. Zehra nine evin her işini görür, hiç durmazdı. Kedileri Mestan arada yaramazlık yapar, okso diye odalarından avluya atarlardı. Ben de gidip o bembeyaz örtülü sedirlerinde oturup onlarla sohbet etmeyi çok severdim.
Abdurrahman dedenin de yeri ayrıydı. Çünkü o bana kemerlerin altında salıncak kurar, ben de bir yandan sallanırken, öte yandan onların baba oğul bir ileri bir geri yürüyerek urgan işlemelerini izlerdim. Akşama doğru tezgahlarını kapatırlar, evlerinin yolunu tutarlardı. Dört arkadaşım da öylesine dingin ve iyiydiler ki ben dünyada kötü insanların olabileceğini hiç düşünemezdim onların yanındayken.
Bircik kızkardeşim o sıralar bir iki yaşlarındaydı. Benim tek yaşıtım Şenay arkadaşım, karşımızda otururdu. Onunla paylaştığımız anılar bambaşkaydı. Sokak kapısından çıkınca Şenay'la buluşur,fotoğrafçı Cafer amcamızın dükkanına giderdik. Sanatçı ruhu vardı Cafer amca'da.Çok güzel portreler ve Tire fotoğrafları çekerdi.Şenay ve ben vitrinin önünde bebeklerimizi kucağımıza alıp oturur, konuşur,gelip geçeni izlerdik. Cafer amca'nın keyfi yerindeyse bir de akordiyon ziyafeti çekerdi bize.Daha sonra büyük oğlu Aydın ağabey çalmaya başladı o bize gizemli gelen bordo sedefli akordiyonu.
Yıllar sonra ilk amatör ruhlu fotoğraf sergimi açtığımda Cafer amcayı ve eşi sevgili komşumuz Türkan abla'nın evinde bakmaya doyamadığımız fotoğraf albümlerinin bende bıraktığı ize değinmeden edememiştim.
Komşuluk ve komşularımız çok değerliydi bizler için. Anneciğimle akşamları komşularımızda toplanır ve radyo tiyatrosu dinlerdik. Devlet Tiyatrosu sanatçılarının sesinden öğrendik biz duru sesli Türkçe'yi, hatasız ve her türlü duyguyu barındırırcasına.
O büyülü çocuk dünyam tam ilkokula başladığımız yıl,sevgili arkadaşım Şenay'ın, ailesiyle uzak bir eve taşınmalarıyla eski anlamını yitirdi. Her sabah elele okula gittiğim arkadaşım kopuverdi masal gibi dünyamızdan.Akordiyon sesi de buğulandı o günden sonra ve galiba ben büyüdüm...
Teşekkürler gezgin akordiyoncu bana o masal dünyamı, sevgili ilk arkadaşlarımı ve komşularımı anımsattığın için.
Çocukluk denince oyunlar gelir ilk usumuza. Aslında ben hiç sokakta oynayamadım. Evimiz Tire'nin ana caddesindeydi. 'Atatürk Caddesi' O zamanlar sevgi ve saygıdan konurdu Ata'nın adı tüm ana caddelere.Kurtuluş Anıtı'ndan başlar,tüm çarşıyı katederdi.Eh, ben de ilk çocuk,korumalı çocuk olarak hiç sokağa çıkarılmazdım. Şimdi, sokaklarda yürümeye doyamamam o günlerde duyduğum özlemdendir belki de.
Benim oyun arkadaşlarım, oyunlarım farklıydı o yüzden.Babaannem ve dedem kendilerinden önceki mübadillerden Tire'nin konumuyla Karaferye'ye çok benzediğini duyunca oraya yerleşme kararı almışlar. Ve bıraktıklarına karşılık Tire'de 'Büyük Han' verilmiş kendilerine. Ben doğduğumda hanın önünde bir de 'Güven Oteli' eklenmişti iş yaşamlarına.
Evimiz otelin altındaydı. Üç kapılı evimiz... Giriş kapısına ek olarak, üst katta yalnızca babamın kullandığı otele açılan bir kapı ki şimdi bile düşününce babamın anahtarıyla kapıyı açıp eve girişi hem gülümserim, hem de gözlerim yaşarır, özlemle.Bir de mutfaktan hana açılan bir kapı vardı. İşte o kapı benim oyunlarımın dünyasına açılırdı.
Kemerli sütunlarıyla alt ve üst avlularıyla tipik bir kervansaray.Ama ıssız değildi o koca han. Avlulara açılan odalarda oturan aileler vardı. bir de Tire'nin ünlü urganını işleyenler.
Benim belleğimde iz bırakan dört arkadaşım ve bir de kedi vardı, mutfaktan açılan dünyamda: Giritli nine,kızı Zehra nine, urgancı Abdurrahman dede ve oğlu Nazmi amca. İki odada yaşardı Giritli nineyle kızı. Giritli ninenin o çukura kaçmış mavi gözlerini dün gibİ anımsarım. Yatalaktı ama nasıl temiz, nasıl görgülü bir hanımdı o bembeyaz başörtüsüyle. Zehra nine evin her işini görür, hiç durmazdı. Kedileri Mestan arada yaramazlık yapar, okso diye odalarından avluya atarlardı. Ben de gidip o bembeyaz örtülü sedirlerinde oturup onlarla sohbet etmeyi çok severdim.
Abdurrahman dedenin de yeri ayrıydı. Çünkü o bana kemerlerin altında salıncak kurar, ben de bir yandan sallanırken, öte yandan onların baba oğul bir ileri bir geri yürüyerek urgan işlemelerini izlerdim. Akşama doğru tezgahlarını kapatırlar, evlerinin yolunu tutarlardı. Dört arkadaşım da öylesine dingin ve iyiydiler ki ben dünyada kötü insanların olabileceğini hiç düşünemezdim onların yanındayken.
Bircik kızkardeşim o sıralar bir iki yaşlarındaydı. Benim tek yaşıtım Şenay arkadaşım, karşımızda otururdu. Onunla paylaştığımız anılar bambaşkaydı. Sokak kapısından çıkınca Şenay'la buluşur,fotoğrafçı Cafer amcamızın dükkanına giderdik. Sanatçı ruhu vardı Cafer amca'da.Çok güzel portreler ve Tire fotoğrafları çekerdi.Şenay ve ben vitrinin önünde bebeklerimizi kucağımıza alıp oturur, konuşur,gelip geçeni izlerdik. Cafer amca'nın keyfi yerindeyse bir de akordiyon ziyafeti çekerdi bize.Daha sonra büyük oğlu Aydın ağabey çalmaya başladı o bize gizemli gelen bordo sedefli akordiyonu.
Yıllar sonra ilk amatör ruhlu fotoğraf sergimi açtığımda Cafer amcayı ve eşi sevgili komşumuz Türkan abla'nın evinde bakmaya doyamadığımız fotoğraf albümlerinin bende bıraktığı ize değinmeden edememiştim.
Komşuluk ve komşularımız çok değerliydi bizler için. Anneciğimle akşamları komşularımızda toplanır ve radyo tiyatrosu dinlerdik. Devlet Tiyatrosu sanatçılarının sesinden öğrendik biz duru sesli Türkçe'yi, hatasız ve her türlü duyguyu barındırırcasına.
O büyülü çocuk dünyam tam ilkokula başladığımız yıl,sevgili arkadaşım Şenay'ın, ailesiyle uzak bir eve taşınmalarıyla eski anlamını yitirdi. Her sabah elele okula gittiğim arkadaşım kopuverdi masal gibi dünyamızdan.Akordiyon sesi de buğulandı o günden sonra ve galiba ben büyüdüm...
Teşekkürler gezgin akordiyoncu bana o masal dünyamı, sevgili ilk arkadaşlarımı ve komşularımı anımsattığın için.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder