26 Aralık 2013 Perşembe

OYUNUN SON PERDESİ Mİ?

Tam on bir yıldır hepimizin bir şekilde içinde olduğu oyunun kaçıncı perdesindeyiz artık bilen var mı? Doğrusu ya aralanan bu son perde çok heyecanlı. O denli çok ki macera öğeleri, seyretmekten yorulduk derken, her an bir yeni parça daha ekleniyor. 

Parçaların aktörleri de pek bir telaşlı oynamaya başladılar. Mimikleri, jestleri onca yılın ustalığına pek yaraşmaz oldu. Bir bakıyorsunuz, '' Ah, yıldız oyuncunun bu halini de mi görecektik, rol paylaşımı çok yordu onu'' diyorsunuz. Sonra yine o prima haline dönmeye uğraşıyor bir an, '' Çok lirik oynamaya başladı ama yakışmadı'' derken buluyorsunuz kendinizi. 

Öylesine dev bir prodüksiyon ki oyuncuların sayısı belli değil; her gün yeni katılımlar, yeni bir dekor. Dekor gerçekten çok ilgi çekti. Hemen her birey, bir ayakkabı kutusunu farklı özlemlerle kullanıyor artık. 31 Mayıs akşamından beri değişmeyen, hatta gözden düşmüş görünen bir iç oyuncunun kimyasal formülünü verdiği TOMA suları hep popüler bir takım popülasyona karşı yaz demeden, kış demeden. 

Bu perdenin mekanları arasında Vatan Caddesi şu anda dış güçlere kapalı ki o güçler nasıl da uymuşlardı yıllardır baş oyuncunun kurallarına. Değil beşinci güç, mikro güç bile olamamışlardı. Yine de hora geçemediler. Şu son sekiz gündür eski etki alanlarını kazanmak isteseler de; sanki başka bir balyozla vurulur gibi kafalarına, çıkmaya çalıştıkça gün yüzüne, bir anda dönüyorlar eski alanlarına.

Başkent tepeleri pek bir sisli. Altıncı gün bir ses duyar gibi olduk, bir de sekizinci gün bir haber aldık o kadar. 

Oyunun görünen kurbanları pek bir duygusal replikler sıralıyorlar. Ama bu kez seyircilerin empati kurmaya hiç niyetleri yok o sözlere. Herkesin canı çok yanmış önceki sahnelerden.

Bir de yıllardır okyanus ötesi katılımıyla oyuna yön veren oyuncu bu perdede pek bir bedduacı oldu. Halbuki yıllardır ağlamaklı dualarıyla ne çok etkilemişti kendi seyircisini. Yeni bir oyunculuk çalıştayından çıkmış herhalde.

Yurdum insanı eski perdeleri unutmama mücadelesinde. Çok değer verdikleri bir çok oyuncu sahnenin gerisinde kaldı bilim insanlarından tutun öğrencilerine, komuta kademesinden tutun şehit Mehmetçiklerine... 

Son perdenin en değişken öğelerinden biri de göz altına alınma anlarıydı. Ne kelepçe gördük, ne zorlama ne de kaba güç kullanma. Bir şirinlik, bir kibarlık. O eski dağıtılan mekanları arattılar bize. Eski perdelerde ne kanserli hastalar umurlarındaydı ne de yaşa ve hizmete saygı. Ama unutmayalım yine sabahın beşinde kapılar çalındı aynı şekilde. Nasıl da etkilendi yakınları bu durumdan, pek bir üzüldük!

Bir izleyici olarak her şeyin ötesinde beni çarpan aynı devletin resmi görevlileri arasındaki yaşamsal düello oldu. Sanki iki düşman gücün çarpışmasını izliyoruz. Sürekli bir meydan savaşı  var ve henüz yenen ortada görünmüyor. On oyuncu değişikliğiyle izleyici sakinleştirilmeye çalışılıyor. Beşinci gücün yerine görev yapan sosyal medya halkı sahneye çağırıyor. Bizim seyirci yıllardır öyle çok oyun izledi ki sabrediyor, sahneye koyulacak sandıkları bekler gibi. 

Sorgulayan izleyicinin artması çok önemli bu perdede. Kimi hala umutlu mavi gözlü yeni bir dev gelecekmişcesine, kimi hala dürüst kalan var mı arayışında, kiminin gözü tam kapalı hiç bir bataklığı görmemecesine. Genç izleyici bilinçli izliyor genelde. Kadınlar daha bir cesur izleyiciler. Onlar her yerde sorulara yanıt bulmaya çalışıyorlar, bir bölümü kurban edilse de...

Oyunun eski perdelerinden beri hukuk, adalet, eğitim, sanat, kültür, kısacası insanlık ve demokrasi bölümleri karanlık tarafında sahnenin; bir türlü sahne ışığına kavuşamıyorlar. 

Ama durun sanki izleyici tarafından bir ışık geliyor, hani şu çılgın genlerden...  


         


12 Aralık 2013 Perşembe

MASALCI TEYZEMİZ

Sizin ailenizde 'masalcı teyzeniz' var mıydı? Babaannem çok güzel masallar anlatırdı.Ama bir de tüm ailenin masalcı teyzesi vardı ki gelip de masallarını anlatsın diye dört gözle beklerdik çocuk gönlümüzle.

Aslında çileli bir mübadil öyküsüydü onun yaşamı, ancak o acıların olgunlaştırdığı kişiliğiyle hiç belli etmezdi üzüntülerini. Güler yüzüyle öyle tatlı anlatırdı ki tüm masallarını yalnızca aile bireyleri değil, komşularımız da toplanırdı çevresine, dinlemek için.

Babam ve diğer yeğenleri 'büyük teyze' diye çağırırlardı, altı kız kardeşin en büyüğü olduğu için. İsterseniz, önce mübadele öncesine dönelim ve masalcı teyzemizi ya da asıl ismiyle Necmiye Teyzemizi anlatalım.    

Necmiye, İbrahim Bey'in ilk evliliğinden olan tek çocuğudur. Eşini kaybeden İbrahim Bey, babaannemin annesi Leyla Hanım'la evlenir. Leyla Hanım, henüz bir buçuk yaşındayken öksüz kalan küçük kızı daha ilk gördüğü anda çok sever ve  beş kız ve bir erkek çocuk sahibi olsa da Necmiyeyi ilk göz ağrısı bilir. 

Necmiye, babasının isteğiyle bir polisle evlenir. Ve bir kızı olur. Kısa bir süre sonra babasını sonsuzluğa uğurlarlar.  Ne yazık ki eşi de çok geçmeden bir kavgayı ayırmak isterken arada kalır ve hayatını kaybeder. Gencecik,fidan boylu,o narin elli Necmiye Hanım, küçücük çocuğuyla Leyla Annesinin evine döner. Üstelik eşinden geçen bir hastalığı da vardır. 

Bir Rum doktor hastalığını tedavi eder. Ancak hazırlanan ilacın buharı öylesine güçlüdür ki, içine çekerken burnu etkilenir ve sesinin tınısı değişir. Ve tek evladı da hastalanıp ölür.

Yaşam devam etmekte, koşullar günden güne zorlaşmaktadır. Babaannem, Leyla Hanım'ın  dünyaya getirdiği ilk kızı  evlenmiştir. Diğer dört kız ve henüz bebek olan tek erkek kardeş, çok çekingen, narin bir annenin eline kalmışlardır. Karaferye'de çok büyük, içinde bir çok meyve ağacı olan sebzelerini yetiştirdikleri bahçeli evin sakinleri yeni düzene alışmakta zorlanırlar. Babasız evin tüm sorumluluğunu, geçirdiği onca acıya karşın Necmiye Hanım alır. 

Artık gelinlik diken iyi bir terzidir. Kumaş alışverişi için Selanik'e gider. Kardeşlerine adamıştır kendini. Hele kaybettiği kızıyla hemen hemen aynı yaşta olan en küçük kız kardeşi Rukiye'ye düşkünlüğü bambaşkadır.  Selanik'e giderken bazen yalnızdır, bazı zamanlar da tedavisi süresince hep yanında olan Atiye'yi götürür. Alışveriş sonrası sahilde oturur, kahvelerini içerler. Son güzel günlerdir bunlar. 

Kısa bir süre sonra karışıklık başlar. Artık çeteler evleri basmaya başlamışlardır. Ellerinde kalan altın ve nakit parayı belindeki kuşağa bağlar ve nöbet tutar geceleri. Lozan Antlaşması imzalandıktan sonra mübadil Rumlar evlerine yerleşir. Bir süre sonra onlara da mübadele kararı iletilir.

Çok zor koşullarda gelirler ana vatana. Selanik' de beklerler, gemiye bindirilirler, Bursa ya da İzmir'e yerleşmeyi düşünürlerken, Tire'ye gelirler bir akrabalarının beğenisiyle.

Necmiye Hanım, Leyla Hanım'la el verir ve yeni düzenlerini kurar. Tüm kız kardeşler evlenir zamanla. Yeni kuşaklar dünyaya geldikçe büyük teyzeleri daha ilk günden yanlarındadır. Hele tek erkek kardeş de büyüyüp evlenince, görev yaptığı Milas'a giderler. Leyla Hanım'ın yaşamı orada sona erer ve toprağa da orada verilir.

Büyük Teyzemiz, biricik erkek kardeşi ve ailesiyle geçirir yıllarını. Üsküdar'a yerleşince Behçet Dayımız, o da Üsküdarlı olur. Kız kardeşlerine konuk olur özlem gidermek için. 

İşte benim anımsadığım Büyük Teyze, o konukluk günlerinin Necmiye Hanım'ıdır. İnce bedeni, uzun boyu, yuvarlak tel gözlüğü ve elinde kahve fincanıyla, Atiye Teyzemizin kuzineli odasında oturmuş bize birbirinden güzel, dinlemeye doyamadığımız masalları fın fın sesiyle anlatan en büyük masalcımız.

Belki bir gün, büyük ailemizin en küçük bireyleri de okur da, çok farklı olan bugünün ya da geleceğin dünyasından bizim çocukluğumuzun masallarına kısacık yolculuklar yaparlar... Ve masalcı teyzemiz yaşamaya devam eder anıların belleğinde...

 


      

                 

7 Aralık 2013 Cumartesi

BİR MÜZİKSEVERİN HAYIRLI İKİ CUMASI

Müzik, yaşamıma değer katan en önemli öğelerden biri olunca, doğanın mucizeleri gibi müziğe de inanınca, müzikle,özellikle canlı dinletilerle geçen saatler de bana bir tür ibadet gibi geliyor. O yüzden son iki Cuma akşamının da hayrına inanmak gerek.

Ağustos'da alınan Andre Rieu biletlerinden sonra 29 Kasımı iple çekmeye başlamıştım doğrusu. Ne de olsa sanatçı Türkiye'ye ilk kez geliyor ve olimpiyat statlarında klasik müzik konserleri vermesiyle tanınıyordu. İzlediğim DVD'lerinde yarattığı atmosfer de büyüleyiciydi.

Böylece,ağır bir nezle dönemini atlatıp her zamanki İzmir İstanbul seferlerimden birini daha gerçekleştirdim. Benden de fazla dinleti bağımlısı olan Şadan Ablamla Sinan Erdem Spor Salonu'nun yolunu İstanbul trafiğinin dehşetiyle üç saat önceden tuttuk. Neyse, hükümetimizin kültür ve eğlence dünyasına olağanüstü katkılarından dolayı eski hafta sonu kalabalığının yerinde bayağı bir yeller estiğinden mekana rahat ulaştık...

Saat dokuzdan sonra kapıların kapatılacağı tüm bilet sahiplerine telefon mesajıyla ulaştırıldığı için gerek müzisyenlere gerekse müzikseverlere saygılı bir dinleti olacağına güvenmiştik. Konser, on dakika kadar geç başladı. Yanımızda oturanların Karadeniz Ereğlisinde yaşayan 86 yaşındaki bir tıp doktoru ve onun aile bireyleri olduklarını ve onca yolu bu konser için katettiklerini öğrenince daha bir etkilendik. 

İlk kez çevirmen eşliğinde bir konser dinledik. Bu yüzden bol konuşmalı bir dinleti oldu ve bana biraz da Sezen Aksu'nun bol sohbetli konserlerini anımsattı. Johann Strauss Orkestrasının tüm elemanları işlerini severek yaptıklarını baştan sona gülümseyen yüzleriyle yansıttılar. Andre Rieu da hemen her üyeye solo performans şansı vererek hepsinin ayrı ayrı değerleri olduğunu çok açık bir şekilde belirtti.

Ancak organizasyon şirketi, şef, orkestra ve izleyici arasında kurulan saygılı bağı, ilk yarı süresince geç gelen tüm izleyicileri salonun metal gürültülü basamaklarından indirerek yok etti. Sistemin sistemsizliğine hayran kalmamak elde değildi... Aldırmasızlığımız artık her alanda kendini gösteriyor. Dayanamayıp dışarı çıktım ve kimin yetkili olduğunu sordum yer gösteren gençlere. Meğer tüm sorumlular mekan dışına çıkmamış mı?   
   
Andre Rieu, orkestrasına Johann Strauss adını vermesine karşın doğduğu yer Massricht'in adını defalarca yineledi ve bizde yok edilmeye çalışılan kimlik politikasının tam tersine bir tavır sergiledi. Bir çalgının üzerinde durduğu masanın ayakları sallanınca 'bu Türk masası' diyerek soğuk bir espri de yaptıysa da müzisyenler performanslarıyla tüm olumsuzlukları unutturdular. 

Çan ve ksilifon düzenlemeleri harikaydı. Üç Rus sanatçının geleneksel çalgılarıyla çaldıkları parçalar ve her birinin vatan özlemi gözlerinden okunuyordu. Latin tenorlar aryalarıyla, geçen yıl orkestraya katılan Güney Afrikalı, siyah elmas sopranoları lirik sesiyle unutulmaz anılar bıraktılar.

İkinci yarının sonuna doğru dokuz bin kişilik salon tek yürek olmuş, VİP bölümün bir parçasını adeta esir alan yapay karın aşırılığı bile yüzlerdeki gülümsemeyi azaltmamıştı. Konserin son bölümünde üç Türk sanatçının da katılımıyla seslendirilen üç Türkçe parça hepimizin gönlünü fethetmişti tam anlamıyla.    

Tüm giz Andre Rieu'nun şu sözlerinde saklıydı. ''Biz dünyanın en güzel işini çok severek yapıyoruz''.    

İkinci hayırlı Cumadan söz etmeden önce konser öncesi gezdiğim Yıldız Moran sergisini anlatmadan geçemeyeceğim. Türkiye'nin akademik eğitim almış ilk kadın fotoğraf sanatçısı olan Yıldız Moran, sadece 12 yıl sürdürdüğü ve Özdemir Asaf'la evlendikten sonra bıraktığı sanatında, çektiği tüm fotoğraflarda, güçlü tekniğinin yanı sıra yüreğini ve duygularını da eklemiş tüm yalın güzelliğiyle. Altmışların başında çıktığı yurt gezisinde çektiği tüm fotoğraflar derinden etkiledi beni. Pera Müzesinde 19 Ocak tarihine dek açık kalacak sergiyi  fotoğrafseverlere önermek bir gönül borcu gibi. Ayrıca müzenin diğer iki katında Yunanlı sanatçı Sophia Vari'nin heykel ve resimleri zamansızlığı vurguluyor, Yıldız Moran'ın 'Zamansız Fotoğraflar' sergisi gibi.

Ülkemizde kadının adı devlet politikasıyla günden güne silikleştirilmeye çalışılırken, Pera Müzesindeki bu iki kadın sergisi gerçekten  çok değerli. 

Pera'nın sanat gündeminde Amos Gitai'nın Vatan ve Sürgün temalı filmleri de vardı 20 Kasım- 1 Aralık arası.  Roses A Credit'sini izledim. Yönetmenin tümüyle Fransa'da çektiği ve Fransızların İkinci Dünya Savaşı sonrası materyalist bakışını genç bir çiftin giderek değişen yaşamları aracılığıyla ve özellikle genç kadının nasıl korkunç bir tüketiciye dönüştüğünü çarpıcı bir dille veren film tam bir olgunluk çağı yapıtı. Kaçırmadığıma çok sevindim gerçekten.

Gelelim ikinci Cumaya. Dün akşam İzmir devlet Senfoni Orkestrasının Antonio Pirolli'nin şefliğinde, solist olarak Alexander Rudin'in sahne aldığı haftalık konserindeydim. Otuz yıllık izleyicisi olduğum orkestrayı bu sezon ilk kez dinledim. Sinan Erdem'in kötü akustiğinden ve geçen hafta sonu beş buçuk yıldır kapkaranlık bırakılan, artık kaldırımından bile yürüyemediğimiz kuşatılmış hazin İstanbul AKM görüntüsünden sonra her tınıyı tüm berraklığıyla duyduğumuz salonda, usta çellistten Dvorak ikinci konçertoyu dinlemek yine umut çiçeklerini açtırdı ruhumda. Belki bizim sanatçılarımızın yüzleri pek gülmüyor, Kürşat And da uğurladıklarımıza karıştı, kıdemli üyelerle birlikte yaş aldık ama yine de müziğin kalitesi, inanın pek çok yabancı topluluktan üstündü. Ve bir İzmirli olarak şunu da ekleyeyim; seyirciler bölüm aralarında alkışlasalar da coşkuları ve sanatçıyı yüceltmeleriyle İzmir farkını belli ediyorlardı canım...

Eh, ne diyeyim, tüm sanatseverlerle nice hayırlı Cumalara...     


23 Kasım 2013 Cumartesi

KARARTILAN EĞİTİME DİRENEN ÖĞRETMENLERİN GÜNÜ KUTLU OLSUN

Öğretmenler Günü yarın. Atatürk'ümüzün Millet Mektepleri Başöğretmenliğinin TBMM'nde 1928 yılında onandığı gün. Her ne kadar 1981'de darbe hükümeti tarafından kutlanmaya başlasa da, anlamı büyük olduğu için mesleğe gönül ve emek verenler için benimsenmiştir yıllardan beri.

Yalnızca öğretmenler değil, öğrenciler de kutlarlar bu günü. Öğretmenler için en güzel kutlama öğrencilerinin gülen gözlerine eşlik eden sözcükleri değil midir zaten?

Bu yılki 24 Kasım hüzünlendiriyor beni. Gündemde eğitimle ilgili pek çok şey iç karartıcı: 

Artık çarşaflı öğretmenlerin sınıflara girdiği okullar,
Andımızın yasaklandığı günaydınlar,

4+4+4 gibi ucube bir sistem,

Çoktan seçmeli sınavlarla gelecekleri belirlenen öğrencilere kapatılacak olan dersaneler,

Tüm olumsuzluklara ve fırsat eşitsizliğine karşın bitirilen üniversitelerden sonra gün be gün artan diplomalı işsizler ordusu,

Eğitime ayrılan bütçenin azalması, Diyanet kadrolarının artışı,

Ders kitaplarının konu seçiminde siyasal erkin baskısı,

Kitap okuma eylemi yapan üniversitelilerin cezalandırılması,

Gezi eylemini destekleyen değerli eğitimcilerin görevlerine son verilmesi,

Din derslerinin tüm inançlara ya da inanci olmayanlara tek tip dayatılması,

Öğretim yılı başında nitelikleri ansızın değiştirilen okulların şaşkınlığa düşen öğretmenleri, öğrencileri ve aileleri,

Mezun olmalarına karşın atanamayan binlerce öğretmen ve mesleklerini yapamadıkları için bunalıma giren pırıl pırıl meslektaşlarımız,

En başarılı üniversitelerin kesilen ağaçları, karşı çıkan herkese söylenen ve yapılanlar,

Öğrenci evleri için akıl almaz iftiralar ve muhbir sistemi,

Ve en son yıkım, en kısa zamanda karma eğitimden vazgeçilmesi kararı...

Daha yazılacak çok şey var. Ama ruhum yoruluyor yazarken. Ve ben sevgili öğrencilerimle geçirdiğim o güzel kutlamaları anımsayarak geçmişin umutlarını geleceğe taşımak istiyorum.

Ne güzel buketler bulurdum masamda 24 Kasımlarda. Sınıfça toplanan harçlıklarla sunulan armağanlar ve 'Öğretmenler Gününüz kutlu olsun diye gençliklerinin tüm coşkusuyla seslenmeler, sınıfa girer girmez.

Öğretmenliğe başladığım ilk yıllarda  sınıf öğretmenliğini yaptığım öğrencilerim, ''Siz bize yalnızca öğretmenlik değil, annemiz gibi bizi düşünüyorsunuz'' demişlerdi, unutulur mu?

24 Kasım yemeklerinde de konuştuğumuz hep öğrencilerimiz oldu.

Yıllarla birlikte öğrencilerimizden pek çok meslektaşımız oldu. Onlarla çalışmak ayrı bir gururdu. 

Onlardan aldığımız her ileti, görüştüğümüzde, seslerini her duyduğumuzda tanımlanamaz bir mutluluk kapladı yüreğimizi. ''siz bize çok emek verdiniz, öğretmenim, şimdi sıra bizde.'' demeleri.

Müzik, tiyatro,film ve sergi paylaşımlarımız... Koro ve oyun çalışmalarımız... 

Biz öğrencilerimize hep çağdaş eğitim, laik eğitim, bilime ve öğrenmeye saygıyı öğretmeye çalıştık. ve bunları onlara değer vererek sevgiyle yaptık. Karşılığını da çok yüceltilmiş şekilde aldık. 

Bugünün genç öğretmenlerine ve tüm eğitimcilerine inanıyorum ve biliyorum ki öğrenmekten vazgeçmedikleri sürece sorgulamayı da öğreteceklerdir.

Çağdaş ve baskısız eğitim ilkeleriyle kutlayacağımız nice öğretmenler günü dilekleriyle tüm öğretmenlerime en içten saygılarımı ve sevgilerimi iletiyorum.           

    

19 Kasım 2013 Salı

FOTOĞRAF TUTKUDUR

Fotoğraf üzerine yazmayı ne zamandır istiyordum. Son günlerde güz güzelliklerini fotoğraflarken doğanın eşsizliğini duyumsamak nasıl iyi geldi ruhuma.

Yıllar önce, Fotoğrafevi'nde aldığım temel derslerde, ışıkla yazı yazmak tanımını çok sevmiştim. Işığı,anla birleştirmek müzik gibi sağıltıyor insanca duygularımı. 

Ah, bir de eski fotoğraflardaki öykülendirmelerim. Gezdiğim sergilerde, baktığım eski aile albümlerde ne yaşanmışlıklar gizlidir. Zaten benim fotoğraf sevgim sevgili komşumuz Türkan Abla'nın evinde, eşi fotoğrafçı Cafer Amca'nın çektiği fotoğraflara bakarken filizlenmiştir. Siyah beyaz fotoların şiirselliğini çocuk aklıyla algılayıp sevmekle başlamış ve ilk çektiğim fotoğraflarla da dostluğumuz başlamıştır makinelerle. 

Fotoğraf çekme maceraları da ayrıdır değil mi? Film rulolarını otuz altılık seçip yıllar boyu, banyo sonrası nasıl çıkacağını beklemek ayrı bir coşkuydu doğrusu. Bir bakarsınız, çekmeyi en arzuladığınız yerde, film biter, yedek yoktur yanınızda,ya da tam çıkarırken bir terslik olur, tüm pozlar yanar. En basit makineden yavaş yavaş yarı profesyonele doğru yükselirsiniz, iki yıl geçmeden yepyeni modeller çıkar, lenslere yetişemezsiniz. Kısacası fotoğrafla aranızda tatlı bir telaş sürer giderdi ki artık  akıllı telefonların sayesinde fotoğraf makinelerine haksızlık yapmaya başladık. ve ben yarı teknolojik birey olarak bunun cezasını çektim bir anlamda. 

Bayram tatilinde çok yoğun programlı bir İspanya gezisi yaptık. fotoğraf tutkunları bu tür turlardaki zorluğu bilir; bir yandan görüntü, öte yandan grubun peşinde koşarsınız. Ve o anda en rahat hangisi gelirse onunla çekersiniz. Yani on telefon çekimine ancak bir iki kamera pozu. Ve akıllı telefonda yedekleme programını kullanmazsanız benim gibi, yanlışlıkla silinenlerin arkasından gözyaşı da dökersiniz.

Neyse, bu yazıya da hüzün ekledim ya, inanamıyorum kendime. Halbuki fotoğrafın düşün etkisinden söz edecektim ve etkilendiğim fotoğraflardan. Portre çekmeyi çok seviyorum. Çünkü her yüz kendi öyküsünü yansıtıyor. Fest'le katıldığım Bakırköy turunda çektiğim balıkçının  çizgileri hala gözümün önündedir. Üsküp'deki yaşlı hanım, Mısır Çarşısı'ndaki şeker yiyen çocuk ve aile bireylerinin çok sevdiğim bir iki pozu. Ve son zamanlarda Bora'yı yakalamak.

Fotoğraf sürekli çevrenizi gözlemenizi gerektirir. Ve o gözle baktığınızda hayattan kareler birbirini izler. Her an kameranızla belgeleyemeseniz bile, belleğinize çekebilirsiniz bazı pozları. 

Gezi Parkı fotoları çok ayrı bir yere sahip benim için tüm gerçekliği ve canlılığıyla. Cumhuriyet mitingleri, 1 Mayıs fotoları, son on yılda hızla değişen İstanbul siluetleri, Garipçe ve Poyrazköy'ün katledilmemiş hali...

Fotoğraflar çok iyi tanıklık yaparlar geleceğe, geçmiş için. Belki de bu yüzden son İstanbul Bienali ve Çağdaş Sanat Fuarı'nda fotoğraf seçkileri geniş yer kaplıyordu. Bu yıl benim için en anlamlı fotoğraflarsa 'Mübadil Aile Öyküleri' sergimizdekilerdi. Belgelemiş olduk kuşakların benzer yaşamlarını.

Bu aralar fotolarımın bazılarını Instagram'da paylaşmak hoşuma gidiyor. Yalnızca fotoğrafa dayanan bu sanal sitede iyi paylaşımlar bulabiliyorum. Örneğin Metin Feyzioğlu'nun iyi bir hukukçu ve politikacı olduğu gibi çok iyi bir fotoğrafçı olduğunu da orada keşfettim. Politika ve fotoğraf denince İsmail Cem'in o güzelim fotoğraflarını anımsamamak olanaksız.

Film izlerken de fotoğrafları izlerim bir bakıma. Örneğin Nuri Bilge Ceylan filmleri, onun fotoğrafçılığının da izlerini taşır büyük oranda. Theo Angelopoulos ,Ingmar Bergman  ve Kim Ki Duk filmlerinden bazı sahneler unutulmazdır benim için.

Magnum Fotoğrafçılarının sergilerini de görme şansım oldu ve Bresson'la Caba ustaların sadeliklerine hayran kaldım. Ara Güler'in, en eskiden en yeniye fotoğrafları na kaç kez baksam da her defasında başka bir ışık yakar gözüme.

Fotoğraf bir tutkudur sözün özü. İyi fotoğraf vermek de yaşam sanatının dallarından biridir. Nasıl bakarsanız hayata, gözlerinizdeki ışık da öyle yansır o sihirli kareye. O yüzden bazı insanlar uyarırlar yanlarındakileri, ''Fotoğrafımızı çekiyorlar, dikkatli olalım'' diyerek...       


31 Ekim 2013 Perşembe

BİR AYDA İKİ BAYRAM

Eylül'ün son gününden Ekim'in son gününe, nasıl da uzun bir ara vermişim. Yaz sonrası gelen bir yorgunluk mu, gündemin yoğun değişimi mi, İstanbul - İspanya hattı mı, ne dersem diyeyim tek sözcükle tembellik bu yaptığım. 

Şu anda Tire' de anne evinde sonbahar güneşinin sızdığı koca çınar ağacının yaprakları arasındaki balkonda canım birden ve içimden ne gelirse yazmak istedi. 

İki bayram yaşadık şu son bir ayda. Kurban Bayramının hayvancıkları kurban eden anlayışı ya da inanışı benden uzak olsun ancak tatili çok iyi geldi. Çünkü yıllardır görmek istediğim İspanya gezisine kavuştum. Ve Barcelona ki Gaudi'nin gülümseten yapıtları, hemen her balkondaki Katalan bayrakları, ilginç restoranları ve geniş caddeleriyle Woody Allen filminden çıkmış olmasa bile benim Barcelona'mı yaşattı. 

Daha sonra Valencia, Granada, Cordoba, Sevilla ve Madrid. Her bir şehirde farklı tatları ve tarihi duyumsamak doyurdu ruhumu. Hele Alhambra (Elhamra) Sarayı; hiç bu denli etkileneceğimi düşünemezdim. Ahşap oymalar ve çiniler ve o güzelim ışıkta çektiğim fotoğraflar. Hani insanın unutamayacağı günleri belleğinde hep canlılığını korur ya, o gün de benim için  tıpkısıydı. Ah, bir de ben bu fotoğraflarla yeni bir sergi açarım umudunu tam yeşertmişken, teknolojinin son harikası, 13.2 pikseline aldandığım telefonum,  bir başka ele geçtiğinde en sevdiğim fotoları bir anda silmeseydi ve ben de sevdiğini yitirmişcesine arkalarından göz yaşı dökmeseydim.

Valencia'daki la Lonja Market, rengarenk meyveleri ve canlılığıyla hepimizin enerjisini yükseltti.  Sevilla da çok etkilendiğim şehirlerden biri oldu. Flamenko'nun anavatanında izlediğim dansçılar gerçekten mimiklerinden topuk seslerine ''Bu bizim dansımız.'' diye seslendiler. Cordoba'da Mezguita Camii ki arkadaşlardan biri ''Bizimkiler de cami mi?'' diyerek hayranlığını dile getirdi. Musevi Mahallesinin dar sokakları da çok özel görüntülerdi.

Madrid, Ankara'mız gibi bir kara başkenti olmasına karşın, yemyeşil parkları, geniş meydanları ve kalabalığıyla hele Prado Müzesi'yle içine çekti hepimizi. Hele neşeli ve çok iyi anlaşan bir grup ve mükemmel bir rehberin eşliğinde oluşan bir takım ruhu olunca yenen her yemeğin, atılan her adımın ayrı bir anısı kaldı içimizde.

İspanya, tutuğum notlarda ayrı bir gezi yazısı olmayı hak ediyor doğrusu. Umarım yakın bir zamanda düzenlenir tüm gezi notlarıyla birlikte.

Gezi, gezi diye yazarken usumda hep 'gezi direnişi' var. Bu yıl doksanıncı yılını kutladığımız Cumhuriyet Bayramımıza da gezi ruhu damgasını vurdu tam anlamıyla. Geçen yılki kutlamalardan ne denli güçlü birlik ruhu vardı. Ben İzmir'de Kordon'da sevgili arkadaşım Nurhan'la bile zor buluştum.Gonca'yı ise bulamadım. Adım atmak öyle zordu ki. Aslında nefes almak bile demek daha doğru.Her yaştan İzmir'li Cumhuriyet mitinglerinin daha da üstünde bir sayıyla katılmıştı en değerli bayramımıza.Tüm gençlere içten bir merhaba yolladım yüreğimin en derininden.onların direnişi bizi yeniden canlandırdı ve çoğalttı.

Evet, ruhumuz genelde karamsar ama bir köşeciğinde umut çiçekleri açıyor tüm olumsuzluklara karşın...Ölümsüz Ata'mız ve Cumhuriyetimizin kuruluşuna emeği geçen herkes ışıklar içinde uyusunlar sonsuza dek ve bizler de daha çağdaş ve aydınlık bir ülkede yaşama sevdasını var oldukça sürdürelim. 




30 Eylül 2013 Pazartesi

SEVGİLİ ÖĞRENCİLERİMDEN BİR KAÇ ANI

Benim sevgili öğrencilerim için yazmak istiyorum bugün. Eylülün son günü. Emekli bir öğretmen okullar yeni açıldığında daha çok düşünür öğrencilerini. Çünkü yıllarca bugünlerde hep onlara neyi nasıl daha iyi öğretebileceğinin uğraşında olmuştur.  Ve hep sevgilerini saklamıştır en derinde.Bugün denize baktığında nasıl dinlendiriyorsa ruhunu, yıllarca onların gözlerinden almıştır yaşama sevincini.   

Bir gün gelecek anılar kitap olacaktır. Ama ilk olarak bu satırlarda bir kaç anıyla başlamak iyi olacak diye düşünmektedir belgince.

Sona hiç unutamadığım beni çok etkileyen bir öğrencimdi. Ben onda yaşam mücadelesini öylesine açık gördüm ki o yüzden başlarken Sona ilk oldu, anlatmak istediğim. Kapkara gözlüydü Sona. On kardeşin en büyüğüydü. İzmir'e  göç etmişler, o da Anadolu Ticaret Lisesi'ni kazanmıştı. Benim ilk öğrencilerimdendi. Sorulara, alıştırmalara ilk yanıtlar hep ondan gelirdi. Yaşıtlarından çok farklı ve çok ciddiydi çoğu zaman. Bir gün nedenini öğrendim ondan. Okuldan döner dönmez tüm kardeşlerinin sorumluluğu üstüne biniyor, yemelerinden uyumalarına dek annesine yardım ediyor ve çoğunlukla ödev ya da sınav hazırlıklarını ayağında küçük kardeşlerinden birini uyuturken yapıyordu.Daha bir sevdim onu, bunları duyunca.

Sona çalışma azmini hiç yitirmedi. Ve Boğaziçi Üniversitesi İngilizce Öğretmenliğini kazandı. Artık haber alamasam da onun çok iyi bir öğretmen olduğunu biliyorum. Yolu hep açık olsun.

Yıllarca Dokuz Eylül Üniversitesi Yabancı Diller Yüksek Okulunda ders verdim. Çok sevgili arkadaşlarım ve öğrencilerimle acı tatlı anılarım oldu. Tıp fakültesi öğrencilerine kendi yerleşkelerinde ders verdik dört yıl boyunca. Derslerin başlamasından sonra üç dört hafta daha yeni geçmişti. Bir Pazartesi derse girdiğimde öğrencilerimden birinin olmadığını fark ettim. Ne yazık ki Cumartesi günü Konak tarafına gitmiş ve karşıya geçerken bir araba çarpmış, yoğun bakıma kaldırılmıştı. Nasıl saygılı ve sevgi dolu bir delikanlıydı. Ondan sonra, her gün dersim biter bitmez odasına uğruyor ve bitkisel yaşamdaki fidanın yanında, Tunceli'den gelen ailesiyle zaman geçiriyor, umutla bekleyen arkadaşlarıyla gözlerini açmasını bekliyorduk.

Doktorların umutsuz gördüğü, geleceğin doktor adayı aylar sonra gözlerini açtı yeni doğmuş bir bebek gibi. Ailesi Hacettepe'de tedavisini sürdürdü. Belki doktor olamadı ama ailesinin desteğiyle yaşama döndü.

Galatasaray Üniversitesi'nde üç yıl çalıştıktan sonra emekli oldum. Babam çok ağır bir ameliyat geçirmişti ve çok istemişti emekli olup İzmir'e dönmemi. GSÜ öğrencilerinden çok şey öğrendim. Derslerimiz genelde son saatlerde olduğu için benim sınıflarımda huzur duyduklarını söylerler, günün ağır yükünden sonra güler yüzlü derslerde dinlendiklerini sık sık dile getirirlerdi. Hazırlık öğrencileri daha çocuksu ve neşeliydiler. Bir gün konu gereği karakterle ilgili sözcükleri öğretirken bir öğrencim:'' Sizde Kızılderili ruhu var.'' demişti. Çok hoşuma gitti bu analiz doğrusu. İçimdeki beni bundan daha iyi anlatan bir tanımlama olamaz diye hiç unutmadım.

Emekli olup babam iyileşince İTÜ Maçka Yerleşkesinde ders verdim bir dönem. Meslek yaşamımdaki en güzel zamanlardandı. Dört yıl önce hepimiz daha özgürce anlatıyorduk istediğimizi. Öğrencilerimiz de öyleydiler. Hala haberlerini yakından izlediğim,sevgili kız öğrencilerimden birinin aktivist ruhu coşku verirdi bana. Mezun olduktan sonra da hiç yitirmedi heyecanını. Yurt dışında gönüllü çalışmalara katıldı, fotoğraflarıyla da çok şey anlattı, sözleriyle de. Umutları hep sürsün.

Şimdilik bu kadar diyelim, bir gün kitap olsun sevgili öğrencilerimle paylaştıklarımız diyerekten.       


    

27 Eylül 2013 Cuma

MENEKŞELER YANMASIN

Dün 'Menekşe'den Önce' filmini izledim ve 2 Temmuz 1993 Sivas Madımak Otelinde kaldı yüreğim.Sakın dayanamam, gidemem demeyin. Çünkü insan olan, vicdanı olan herkesin MUTLAKA izleyip unutmaması gereken bir belgesel. Çünkü o görüntüler ve otelde o kapkara saatleri yaşayıp sağ kalanların tanıklığında yapılmış bir film.

Önce Menekşe ve annesi Hüsne Kaya'yı tanıyın, sonra Serdar Doğan'ı, o güzel gözlerindeki acıyla herşeyi anlatan Neval Balkız'ı, 'Gri Gül' öykülerinin yazarı Lütfiye Aydın'ı ve sadece dinleyin. Görüntülere dayanamam derseniz, yalnızca oradan gelen her sesi ve sözü ve Fazıl Say'ın piyanosunu dinleyin...

Menekşe, filmin kahramanı. 14 yaşındaki ablası Menekşe'nin ve 12 yaşındaki abisi Koray Kaya'nın yanarak uçmasından üç yıl sonra doğmuş, babasının terk ettiği, annesinin kol kanat gerdiği, bugün Sivas Cumhuriyet Üniversitesi öğrencisi olan hepimizden güçlü Menekşe.Mor menekşelerin naifliğinde,ama bir çınar ağacı kadar güçlü gencecik bir kız.

Annesi Hüsne'nin, Menekşe'nin saçını taradığı sahneyi unutmak zor. Üç yavrulu Hüsne Ana tüm derdini Menekşe'nin saçlarını durmaksızın tararken anlatır, tarar anlatır, tarar, tarar... Bir de yıllar sonra Madımak'da yapılan anmadaki haykırışına kulak verin olur mu? 

Hüsne Ana, haberi nasıl almıştır biliyor musunuz? Hacdan dönen komşularını ziyarette. İşte böyleydi birbirlerinin inancına saygı, eğer kışkırtıcılar olmasaydı. 

Serdar Doğan, kardeşi Serkan'ı yitirmiş, elektrikler yangından ötürü kesik olduğundan morgda donmamış ve dayısı kimlik saptaması yaparken nefesini farkedince yaşama en kıyısından tutunmuş kara yağız  Serdar. Sesinin acısı apaçık Serdar. Dayısı demiş ki: ''Ah, keşke babanın kardeşini kaybettiği acısının, senin yaşadığını öğrendiğindeki sevincinin yüzünde aynı anda yansımasını belgeleseydik, başka hiç bir yapıta gerek olmazdı bu katliam için.''

Lütfiye Aydın, herkesin altın kalpli annesi, eşinin Latif'i, gerçek bir öğretmen ufacık bir hava kırıntısına karanlıkta koşup atlayan, üzerine düşen onca cam ve çerçeve yanığından sonra hayata yeni doğmuş bir bebek gibi dönen Lütfiye öğretmen. Eşinin özeni ve sevgisiyle kendini anımsayan o güzel insan.

Neval Balkız, tam bir bilim insanı olarak tüm olanları en öznel şekliyle bize aktaran ve kavratan o acı yeşil gözlü ve güçlü kadın.

Unutamayacağım görüntülerden biri de, tüm aydınların ve sanatçıların iyi niyetli bekleyişi, devlete duydukları güven, nasıl olsa kurtarırlar bizi düşüncesi ilk saatlerde. Saldırılar başlayınca kendilerini korumak için tek silahları olan süpürge sopaları nasıl da eğri durmuş o ozanların elinde.

Beklerken çalınan mızıkanın notaları nasıl da ağır gelmiş yüreklerine. Susamışlar, korkmuşlar, birbirlerine sarılmışlar ve sekiz umarsız saatin sonunda ateşin içinden geçmişler. o güzel insanlar, tam otuz beş can ki içlerinde dostlarının şenliğine katılmış Carina'da var,otelin iki görevlisi de ve Nesimi Usta, Asım Bezirci, Metin Altıok, Hasret Gültekin, Behçet Aysan, Muhlis ve Muhibe Akarsu, Asaf Koçak gibi beyinleri ve yürekleri parıldayanlar sonsuzluğun yüceliğine tüm saflıklarıyla geçmişler arkalarında bize en güzel eserlerini ve sevgilerini bırakarak...

Yakanlar mı? Zamanla aşındılar ya, hiç bir zaman ARINAMASALAR DA...
   
Ve tam yirmi yıl sonra 15 Haziran 2013'de Gezi Parkı'nın o kocaman coşkusundan, müziğinden, halayından, horonundan ayrılıp Taksim Meydanı'na inerken bizi 35 canın anma fotoğrafları vardı ve karşılarında Atatürk Kültür Merkezi'nin önünde konuşlanmış tam korumalı bir polis topluluğu, on dakika sonra gerçekleşecek olan saldırının hazırlığındaymışlar meğer.

O gün oradaki herkesin gözleri ve yürekleri yanarken gazdan, Sivas'da yiten canların anıları da bir kez daha yandı ve o yangına onlar gibi yiten gencecik kurbanlar da eklendi...

UNUTMAYALIM...   

             

19 Ağustos 2013 Pazartesi

YALNIZLIK MI YAŞLILIK MI YOKSA HEP UMUDA YOLCULUK MU?

Son günlerde gördüğüm bir fotoğraf karesi öylesine etkiledi ki beni yazmalıyım dedim kendimce.Aslında tümüyle rastlantısal bir şekilde karşıma çıktı.Ve yalnızlıkla yaşlılığın insanı nasıl kasıp kavurduğunu bir kez daha anımsattı.

Annemle birlikte Çeşme'de yaşayan ailenin en yaşlı üyelerinden yengemizi ziyarete gittik bayramın son günü. Yengemiz çağımızın en şanslı yaşlılarından. Çünkü üç çocuğuyla aynı apartmanda oturuyor hem yazlık hem de kışlık evinde. Hepsi aileleriyle birlikte onunla sürekli ilgili. O da bunu çok doğal olarak kabullendiği için gayet güçlü her yönden.

Bir gün önce halalarının eşini toprağa vermişler İzmir'de ve evine gitmişler son görevlerini yaptıktan sonra.Enişte eşini dört yıl önce yitirmiş ve huzur evine yerleşmişti. Ancak son zamanlarında oradan sıkılıp evine, sığınağına geri dönmüş.Ve kimseyi görmek istemez olmuş.

Aslında bir romana konu olabilecek denli bir aşkla sevmişti eşini. Eşi onu öylesine sevdi mi yoksa ilk aşkını unutamadı mı hep anlatılan bir aile öyküsüdür aramızda.Her neyse, tüm aşk öykülerinde olduğu gibi işte, herkes kendi yarattığı aşkı yaşar ya, onlar da uzun yılları paylaşmışlar kendi dünyalarında...

Çocukluk anılarımın unutamadığım o eski izmir evlerinden birinde otururlardı. Hani o eski işlemeli kapılarından girersiniz salona, mutlaka içinde çeyiz porselen ve camların saklandığı vitrinli büfe karşılar sizi. Ve koltuklar mutlaka koyu renk, çoğunlukla bordo kadife, el oyması büfenin takımı masa ve sandalyeler koltuklara eşlik eder. Eğer dar cepheli bir evse, genellikle  körfez manzarası genişletir o darlığı.İşte öyle bir evdi.

Nerdeyse yarım yüzyıl sonra o evden kalan eşya ailenin en genç kuşağından sinema sevdalısı sevgili yeğenlerden birini kamerasında belgelenmiş serildi gözlerimize. Evet, mobilyalar, tüm anı eşya o eski İzmir evinden sonra taşınılan beton kafes dairede esirgenmişti. Yalnızlık ise eniştenin yatağındaki eski plastik bebekte, üstü özenle örtülüp, uykuya yatırılan gözleri hep açık duran plastik bebeğin sabit bakışlarına gizlenmişti.

Yaşlı ve yapayalnız görünen,sesiz bir adam tüm anıları eşinin ölümünden sonra hiç değiştirmediği, aynen koruduğu evinin duvarlarının arasında saklarken, sanki tüm düşlerini örtmüştü bebeğe  ve sisli  anılarıyla almıştı kalan son nefeslerini. 

Ben o fotoğrafı yalnızca belleğimin bir köşeciğine kaydettim. Biliyordum ki herkes kendi seçimini yapar bir anlamda. Bir yenge ve bir enişte yaşamın paradoksal iki yüzüydü, aynı anda karşıma çıkan.

Belleğimde sakladığım öylesine farklı fotoğraflar var ki onların yaşlılık yılları hep gülümsetiyor beni mücadeleci ruhlarıyla ve yaşama hep umutlu ve coşkulu bakan gözleriyle.Muazzez İlmiye çığ, Hayrettin Karaca, Haldun Boysan, Betül Dormen gibi yaşayan ve yıllananlar da var. Hep üretmeyi sürdüren, takvim yaşlarını değil, gönül yaşlarını yaşayan ve yalnızlığını canı çektiğinde yaşamayı seçen.

Bu yazıysa bir fotoğrafın bazen bir yaşamı nasıl etkili   yansıttığına inandığım için yazıldı ve yaşamımızdaki yalnızlığı  da seçseler tüm yaşlılara olan saygımdan.



  

    

7 Ağustos 2013 Çarşamba

BAYRAM TADINDA YAŞANAN BAYRAMLAR İÇİN

Bir Ramazan ayı daha bitti işte.Bir 'Şeker Bayramı' sabahına uyanacağız ülkemizde. Şeker ya da Ramazan Bayramı. Çocukluğumuzun en tatlı bayramı. Komşularımızın kapılarını çalıp ellerini öptüğümüz, ellerimize tutuşturulan mendillerin içinde minik harçlıklarımızı aldığımız o saf ve güzel bayramlar.

Bayram başlıyor ve her bayram sabahı her evin kendince bir neşesi vardır diyebilmek isterdim. Ancak yorgun yüreklerimizde o eski neşeli bayram sabahlarına uyanmak ne denli zor. O yüzden, anılardaki bayramları anımsayıp gülümseyebilmek herhalde en güzeli.

Bayramlık giysiler ne önemliydi bizim çocukluğumuzda. Hiç unutamadığım lacivert rugan ayakkabılarım örneğin. Bir de kırmızı minik papyonlu, beyaz baskı düğmeli lacivert keten elbisem, kardeşimle bir örnek, annemin marifetli elleriyle diktiği. Belki de o nedenle, lacivert giysi seçiminde en gözde renklerimdendir.

Sevdiklerinize hasretin bittiği günlerdi bir yandan da eski bayramlar. Farklı şehirlerde oturan kardeşler birbirlerine kavuşur, baba evleri dolardı çocuk ve torun sesleriyle. Babaannem bizimle oturduğu için genellikle amcamlar bayramlarda bize gelirler, babamla annem günler öncesinden bayram menüsünü oluştururlar ve annemin leziz yemekleri onca hazırlığın ardından bir çırpıda biterdi. İlk gün bol konuklu geçer, yalnızca anneanneme ziyarete gidilirdi. İkinci gün bizim gibi Tire'de oturan halama gidilir ve bizde yapılmayan, halamda tattığımız keşkekli sofraya oturulurdu. Evet, aynı şehirdeydik ama halam Tire gelini olduğu için, yemek kültürü bizim evimizde titizlikle korunan Rumeli yemeklerinden çok farklıydı. 

Ne güzel tatlılar hazırlardı annem. Muska tatlısının yufkalarını açar, içinin muhallebisini hazırlar ve en son da şurubunu dökerdi. Bir de kadayıf sarması ve revani yapardı ki tadı hala damağımda. Kalburabastıyı da unutmamalı bu arada. Osman Amcam her gelişinde jöle veya badem ezmesi getirirdi. Renk renk jölelerde farklı meyve aromalarını keşfetmek çok eğlenceliydi. Yıllar sonra Festravel'la katıldığım bir Beyoğlu gezisinde 'Üçyıldız Şekerleme' raflarındaki jölelerde buldum aynı tadı.

Mendiller ne incelikle seçilirdi o zamanlar. kutu kutu alınır, tüm çocuklara verilirdi. Bugünün çocuklarına, bizim ceplerimiz kağıt mendil bilmezdi desek inanamazlar. İncecik kumaşlar, farklı desenler. Ben en çok çiçeklilerini severdim. Ama ekose desenler daha yaygındı nedense. 

Aslında el öpmeyi pek sevmezdim ama büyüklere saygısızlık olmasın diye de karşı çıkamazdım. Büyüklerin bazıları ellerini öyle bir uzatırdı ki sanırdınız bir imparator ya da imparatoriçe var karşınızda. 

Ve her bayramda kurulan lunaparklar biz çocuklar için bir düş alemiydi. Kuzenlerimizle birlikte nasıl eğlenirdik atlı karıncalar, sihirli aynalar, minyatür trenler ve çarpışan arabalarda. Dönme dolaplar dediğinizi duyar gibiyim. Ama benim hassas midem dayanmadığı için yaklaşmazdım o tarafa. Teyzemle bir kez Fuar'dakine binmeyi denemiş ve sonuçtan ikimiz de pek memnun kalmamıştık doğrusu.

Geçen yıllarla birlikte değişen toplum, bayram eşittir tatil anlayışını yerleştirirken çocukluğumuzun tüm renkleri gibi bayramların da  renkleri soldu. Bayram lokumları ve şekerlemeleri turlarda ikram edilir oldu. Evlerimizdeki yüzlerin boşlukları yüreklerimizdeki yerlerini korurken, hüzünleri kaldı. Çalınan kapılar azalırken yaşlarımız büyüdü. Ama içimizdeki çocuk yine de bugünün çocukları için minik armağanlar ve tatlılar sunmayı iyi ki unutmuyor ve sakın unutmasın da... 

Daha umutlu, ve tüm çocukların gözlerinin gülebileceği, yaşlıların unutulmayacağı nice bayramlara...     
  





      

30 Temmuz 2013 Salı

BUGÜN DOĞAYI KORUMAK İÇİN NE YAPTIN DİYE SORMAYI UNUTMADIM KENDİME

Bu gün doğayı korumak için ne yaptın sorusuyla kendinizi sorgular mısınız hiç? Sizi bilmem ama ben son yıllarda bireysel olarak ne yaptığımı çok sorar oldum içten içe. Her gün okuduğum doğa talanı, çevre korumaya saygısızlık ve doğanın yeşilini inanılmaz bir açgözlülükle yok etme hırsı kendimce ne çaba gösterebilirim sorusunu daha çok anımsatır oldu.

Arada bir ' bulduğu deniz yıldızını yeniden denize atanlardan' gibi hissetsem de çabalamaktan asla ödün vermeyeceğim bu konuda. Neler yapıyorsun derseniz ya da demezseniz; yine de yazayım.

*Öğretmenliğe başladığım ilk yıllarda her sınıfımızda topladığımız harçlıklardan TEMA'ya yollar ve ağaç dikimine katkıda bulunurduk.

*DEÜ'de çalışırken DEVAK İlköğretim Okulu'nun kuruluşunda gönüllü çalışan üyelerden biriydim. Ve ne güzeldir ki okulun inşaatı bitmeden o zamanki rektörümüz Fethi İdiman hocamızın öncülüğünde bir fidan dikme bayramı düzenlemiştik. O fidanlar çocuklarla birlikte büyüdüler.   

*Beş yıl önce oğlumun düğününde konuklarımıza ÇEKÜL'e yaptığımız bağış sonrası dikilen 300 ağaç için verilen belgeleri verdik şeker yerine. 

*Son günlerde en anlamlı uğraşlarımdan biri iki buçuk yaşına gelen biricik torunuma ağaçları ve çiçekleri sevdiriyorum. Birlikte dokunuyoruz dallara ve yapraklara. En kadim ağaçlardan zeytini öğrendi. Birlikte kokluyoruz. Koparmıyoruz. Çünkü nasıl düştüğünde canı acıyorsa, onların da canının acıyacağını anlatıyorum ona. 

*Atıkları sınıflandırıp geri dönüşüme yardımcı oluyorum. Evet, belki her yerde yerel yönetimler bu konuda desteklemiyor, ama her gece kağıt, cam gibi atıkları toplayanlara yardımcı olduğumu biliyorum. 

*Alışverişe giderken yanımda bez torba götürmeyi unutmuyorum genellikle. Böylece naylon ya da polietilen üretimi ve tüketimini kendimce azaltıyorum.Hani çevre dostu denilen yeni torbaların bile kansere neden olduğunu unutmayalım. 

* Bir de su içmeyi çok önemsediğim için çantamda bir küçük şişe su bulunduruyorum. Her gün yeni bir şişe alıp çöpe atmaktansa aynı şişeyi evden dolduruyorum belli bir süre.

*Çevre koruma vakıflarına üyeyim ve etkinliklerini izleyip doğaya zarar verilmemesi için açılan kampanyalara imza veriyorum.

* GSÜ'den birlikte emekli olduğumuz, sevgili arkadaşım, kocaman yüreğini ve tüm enerjisini hayvan dostlarına adayan  Ferruh'u elimden geldiğince desteklemeye çalışıyorum. Onu görünce çevresine toplanan kedi ve köpekler minnettarlığın en saf sunumunu gösteriyor her kezinde.

* Meyve sebze alırken küçük bahçelerinde yetiştirdikleri ürünleri satanlardan almaya özen gösteriyorum. Her hafta semt pazarına gidemesem de en azından yakın çevremdeki manavlardan almaya öncelik veriyorum.Mevsiminde yemeyi yeğliyorum sebze ve meyveleri. Kurutulmuş ya da evde kış için hazırlanmış yiyecekler de tercihim. 

*Doğal sabun ve sirke temizlikte hep elimin altında. 

*Babaannemin küçükken tabağınızdaki yemeği yarım bırakmayın öğüdü nasıl derinde yer ettiyse hala tutuyor ve bir pirinç tanesini bile ağlatmıyorum,onun deyişiyle.

*Ufak tefek ekmek artığı olursa, papara şeklinde kahvaltıda sunuluyor bizde.
  
*Araba kullanmayı sevdiğimi yadsıyamam en azından kurşunsuz yakıtla. Yürümeyi hep daha çok sevdiğimi ve toplu taşımayı kullandığımı da (özellikle İstanbul'dayken) belirtmeden geçemem doğrusu.

*Fotoğraflarını çekiyorum doğanın güzelliklerinin. Ve her geçen yıl onların azaldığını belgelemek üzüyor beni. Betonlaşan ülkemiz nasıl içimi karartıyor anlatamam.

*LED ışıklandırmayı seçiyorum ve enerji tüketimini azaltıyorum.Işıklandırma demişken;çalışma yıllarımda ders bitiminde yalnızca kendi sınıflarımda değil, tüm boş dersliklerdeki ışıkları kapatır sonra ayrılırdım bulunduğum yapıdan.    

Kendimce yapabildiklerim bunlar, bir anda düşününce. Bir Kızılderili gibi yaşadığım ve tükettiğimin torunlarımın dünyasından çalıntı olduğunu hiç unutmuyorum. 

Ve siyasal erk ne hata yaparsa yapsın hiç durmadan 'Diren Doğa'  diyorum  çocukluğumun güzel kokularını ve yapılarını anımsayarak.

Son söz olarak her hafta 'Sürdürülebilir Yaşam' ve 'Bilim Teknik' eki veren Cumhuriyet gazetesi emekçilerine içtenlikle teşekkür ediyorum gönülden, aydınlattıkları için, verdikleri bilgilerle dağarcığımı genişlettikleri için.    

29 Temmuz 2013 Pazartesi

ÇOCUKLAR POLİS OLMAK İSTİYOR

Çeşme'de geçiyor günlerim bu yaz. Yeni bir eve taşınmanın ve denizle iç içe olmanın rehaveti bir yandan sarıyor bedenimi, öte yandan beynim, okuduklarım ve sosyal medyadan izlediklerimle ya da çevreden gözlemlediklerimle karmakarışık,yaşanan akıl tutulmalarından.  

İki gün önce Çeşme merkezde bir kuaföre gittim artık takvim yaşımı gösteren saçlarımı eski rengine döndürmek için. Çarşı içinde bir dükkandı, haydi gireyim bir deneyeyim dediğim türden. Şansıma kırk üç yıldır mesleğini yapan bir hanım ve birlikte çalıştığı genç dükkan sahibi çıktı. En güzeli de sürekli Simon & Garfunkel çalmalarıydı fonda. Tam dinlediğim müziğin etkisiyle, yaş on yedilere dönmüşken, içeriye gerçekten on yedi yaşlarında ceylan gözlü bir genç kız girdi. Saçlarını düzleştirmek istediğini söyledi. Güzel gözlü kız yalnız değildi. Onu beklemek için yanında annesi ve üç kardeşi de gelmişti.. 

Saçlarını düzleştiren genç kızın annesinin, otururken sürekli gözleri kapanıyordu; öylesine yorgundu ve incecik bedeni nasıl bitkindi anlatmak zor. 

Eğitimcilik içimize işlemiş bir kez. O sürekli birbiriyle uğraşan çocukların ilgisini çekmek için hani ilk derslerde klasik sorumuz olan ' Ne olmak istiyorsun?' sorusunu yönelttim hepsine. 

Tek erkek çocuk ki iki numaraydı, hiç duraksamadan 'polis' dedi. üç ve dört numara da aynı yanıtı verince inanın çok umarsız hissettim kendimi o an. Tamam iki ve dört numaranın hareketleri,çocuksu yaramazlıkları ile yanıtları belki uyumluydu. Ama evin üçüncü çocuğu, yani iki numaralı kızı öylesine saf, tertemiz bir ilgiyle bakıyordu ki dünyaya, onun da o güç gösterili mesleği seçmesi içimi acıttı.

Biliyorum, duygularımda hiç nesnel değilim son aylarda yaşadıklarımızdan. Ve her mesleğin iyileri ve kötüleri her zaman vardır. Bize dayatılan yasalarla ya da verilen kararlarla son zamanlarda çok yandığımız için yaşamdaki yansımasını ve çocuklardaki etkisini böylesine açıkça yaşamak beni o anda mahvetti. 

Acaba o anne eğitilmiş olsa, çağdaş donanımlardan yararlansa bu yanıtları alır mıydım?Yoksa çocuklar kendilerine daha bilimsel ve sosyal meslekler düşlerler miydi?

O tertemiz bakışlı ikinci kızla, Elif kızla konuşmaya başladım, diğerleri birbiriyle uğraşırken oturdukları yerde sıkıntıdan. ''Ben öğretmenim, biliyor musun, öğretmek çok güzel. Senin de öğrencilerin olsa, onlara her gün yeni bir şeyler öğretmek istemez misin?'' dedim. O güzel çocuk gözleri parladı. ''İsterim'' dedi. Ve söz verdi bana istekle. Benim yüreğimde de onun parlayan gözleri yeniden umut çiçekleri açtırdı. 

Elif, sakın sözünden vazgeçme olur mu?        
   

6 Temmuz 2013 Cumartesi

MÜZİGİN BÜYÜSÜNDEN SATIRLI SALDIRININ VAHŞETİNE

Ne güzel başlamıştı bu akşam. Çeşme Aya Haralambos Kilisesi'nde  'Misafir Odası Konserleri' mevsimin ilk dinletisini gerçekleştirecekti. Misafir Odası adını kilisenin ilk sahiplerinin biz olmadığına dayanarak alıyordu.'Diren Gezi' başladığından beri müzik bile dinlemeyi unutan ben, geçen hafta İKSEV sayesinde ' Harlem Dans Tiyatrosu' izleyerek yeniden sanatın güzelliğine dönmüş ve otuz yıl aradan sonra kavuştuğum Çeşme'nin yazlarına bir de müzik nefesini eklemekten mutlu çıkmıştım evden. 

Çeşme insanları yani gerçek Çeşme halkı uygar ve güler yüzlüdür büyük çoğunlukla. Eğer bir kentin sokaklarında rahat yürüyorsanız bu ne büyük şanstır ülkemizde. Çocukluğumdan bu yana çok sevdiğim Çeşme çarşısı özgünlüğünü, global markaların kuşatmasına büyük ölçüde feda etse de aralarda rastlayabildiğiniz eski Çeşmeyi yansıtan dükkanlarıyla hala bir şekilde özünü anımsatır herkese. 

İşte tüm değişimin farkında, ama dinleyeceğim müziğin düşünde yürüdüm çarşı boyu eski bir dostuma kavuşmuş gibi duyumsayarak. 
Kilise restore edilip açılmıştı geçen yaz. Evet, belki yeni yüzü pek başarılı sayılmazdı ama işlevselliğiyle çok şey katıyordu kültürel etkinliklere doğrusu. 


Sokaktakiler adeta panayır havasında, kapısı açık yapıya uğruyorlar ve genelde müziğe kapılıp ayrılamıyorlardı. Hele küçük Bir çocuğun o güzelim meraklı çocuk gözleriyle bir dinleyişi vardı ki unutulmaz. Sahnede Leyla Çolakoğlu, Rüya Taner, Bilgehan Erten, Dinçer Özer gibi değerli sanatçılar, en ön sırada onların da hocası Erol Erdinç ve eşi olunca unutulmaz bir gece yaşandı tüm içtenliğiyle. Tüm sanatçılar olanca alçak gönüllükleri ve müzik aşklarıyla ne güzel paylaştılar MÜZİKLERİNİ. Kısacası insan olmanın kıvancına vardığımız saatler geçirip bir de üstüne eski arkadaşlarla buluşmayı ekleyince gülümseyerek döndüm eve.

İşte yine 'diren Gezi' Cumartesilerinden biriydi ve Mutlu vali Gezi Parkı'nın ertesi gün açılacağını duyurmuştu. Ve ben haberin ilk satırlarında kalmıştım. Halbuki yürüyüş sonrası parka girilemeyeceğini de  eklemişti sonrasında. Sosyal medyada ben tüm iyi niyetimle dinlediğim müziğin güzelliğini paylaşırken, biber gazını  ve TOMAlarını tüm cömertliğiyle bizlere sunmayı görev bilen polisler mutluluktan uçuyorlarmış. 

Bir tweetde okuduğum gibi, 'Twitter haberlerini okumazsanız, her şey yolunda sanırsınız. Oysa iletileri gördüğünüzde her şey kararır birdenbire.
Bu gecenin akıl almayan görüntüleri eli satırlı yaratığın serbest dolaşımı, kimliğinin Redhack tarafından AÇIĞA ÇIKARILMASI  ve buna karşın su tabancalı direnişçinin gözaltına alınmasıydı. Bunun üzerine söylenecek söz kaldı mı artık?


1 Temmuz 2013 Pazartesi

YÜREĞİ YORGUN GÖNLÜ ENGİN RAUF DEDEM

İki maviş dedemden birini yazdım, ama ikincisini hep daha çok bilgi edineyim diye bugüne dek benimle taşıdım fikrimin bir köşesinde.

Çocukluğun en güzel anılarındandır dede evinde yaşananlar. Anneanne ve dedemin ilk torunu olarak çok düşkündük birbirimize. Hele dedemin salondaki kare masasının başında oturup gazete okumasını ve benim de o masanın altında kurduğum oyun dünyamda nasıl bir mutluluk ve güvenle oynadığımı unutamam. Eh, ne de olsa evde artık minik bir kardeş varken orada hala bir numara olmanın tadı vardı.

Dedemi henüz yedi yaşındayken yitirdim. Ama onun o güzel bakışları ve bana olan sevgisi hep canlı kaldı. Hep ağırbaşlı ve sakin anımsadığım Rauf dedemin ne denli hareketli bir yaşamı olduğunu öğrendiğimde de, öyküsünü yazmak bir sevgi borcu oldu.

Karaferye yakınlarındaki Ulumara Çiftliğinde doğar Rauf Dedem. Soyağacında büyük dede Hayruş Bey ve Melek Hanım, dede Mahmut Bey ve Rukiye Hanım, baba Şevket Bey ve annemin güzelliğini ve iyiliğini anımsadığı Libabe Hanım vardır. Dedem dört kardeşin en küçüğüdür ve Cevdet Ağabeyi, Fatma ve Rukiye Ablalarından farklıdır her zaman. Sürekli maddi konuların ön planda olmasından sıkılır. Belki de o yüzden daha henüz on yedi yaşındayken gönüllü katılır 1. Dünya Savaşı'na. Ve esir düşer Bağdat'da. 

Savaş biter. Dönmek istediğinde sınırlar kapatılmıştır. Ve aslında esaretle geçen zamanda büyük bir aşk öyküsü yaşanmıştır. Çünkü şehrin sevilen ailelerinden birinin kızıyla evlenmiş ve bir oğlu olmuştur. Mutludur, varlıklıdır ancak vatan hasreti çekmektedir. Tam yedi yıl sonra sınırlar açıldığında, çok sevdiği eşine yalvarır birlikte dönmeleri için. Ne yazık ki eşi de kopamaz doğduğu diyardan.

Dedem, tek başına döner Karaferye'ye. Eve ulaştığında ruhuna mevlit okutulmaktadır. Yedi yıl boyunca dönüşünü bekledikleri oğullarının dönmemesi, sınırlar açılmasına karşın kapıyı çalmaması son umutları da tüketmiştir. Ve mevlit bir mucize gibi dedemin gelişiyle şölene dönüşür,çekilen acılar büyük bir sevince. 

Aradan geçen aylarda, dedemin eşine ve çocuğuna çektiği hasreti gören aile büyükleri onu İsmet Hanım'la evlendirirler. İsmet Hanım, yalnızca kardeşiyle kalmıştır yaşamda. Anne ve babasını erken yaşta kaybetmiştir. Dedem yeniden mutluluğu yakalamıştır. Vatan toprağındaki son bir kaç yıl böyle geçerken 'mübadele' kararı çıkar. Zorlu bir gemi yolculuğundan sonra ki gemide doğan amca kızına 'Hicriye' adı verilir, göç sırasında doğduğu için,tüm aile İstanbul'a iskan edilirler önce, Bakırköy Sakızağacı'ndaki evlerine. Ablalar orada kalırken Cevdet Ağabeyleri Giresun'un methedildiğini duyar ve oraya gider. Güzel bir taş konak alır ve ailesiyle birlikte oraya yerleşir.

Özgürlüğüne düşkün dedem, ablalarıyla yaşamaktansa, akrabalarından ismini duyduğu Tire'ye gider eşi ve kayın biraderiyle.  Mübadillerin yerleştirilme süreci çok sancılı geçmekte, bırakılanların karşılığı alınamamaktadır. O yüzden dedem de önce 'Domuzlu Bahçe' diye bilinen toprağın işlemesini alır üstüne. Bir süre geçtikten sonra Tirelilerin yıllarca lezzetini unutmadıkları meyve ve sebzelerin yetiştirildiği elli dönümlük bahçe verilir kendine. Tam rahatladıkları anda İsmet Hanım'ın biricik kardeşi vereme tutulur ve ona bakan İsmet Hanım'a da geçer o dönemin çaresiz hastalığı. iki kardeş ardı ardına ayrılırlar dünyadan.

Dedem için yine yas vardır. Kendini biraz toparlamak için Giresun'a, ağabeyinin yanına gider. Cevdet Bey oğlunu evlendirmek için kız aramaktadır. Benim menekşe gözlü anneannem yatmaktadır gönüllerinde. Yaşam yine bildiğini okur ve dedemle anneannem yolda karşılaşırlar. Dedem bir anda vurulur gencecik Fatma Hanım'a. 

Anneannem henüz 19 yaşındadır. bir türlü beğendirememişlerdir gelen talipleri. Ne olduysa, o da kendinden tam on yedi yaş büyük dedeme 'evet' der istemeye geldiklerinde. Ve anneannemin özenle hazırlanmış çeyizi, zarif porselenleri sandıklarla gemiye yüklenir. Gemi yolculuğunda dedem anneanneme müthiş sözler verir. ''Tire'de oturacak, İzmir'de yaşayacak, İstanbul'da gezeceksin.'' diyerek. Ama gemiden indirilirken çeyiz sandıkları adeta yere atılır ve tüm porselenler kırılır. Anneanneme göre şanssızlığı orada başlar. Tire'de ilk yıllar Kurtuluş Mahallesi'ndeki evde geçer. Sırayla annem, teyzem ve dayım dünyaya gelir. Güzelliği Tire'de ünlenen anneannem 2. Dünya Savaşının zor yıllarında üç çocuk annesidir artık. Dedem bahçede kuleli bir ev yaptırır ve oraya taşınırlar. 

Giresun'lu bey kızı anneannem bahçede çalışan amelelerin 'hanım yengesi' olmuştur. Çocuklarını büyütmeye çalışırken, dedem Mesnevi okur, derinleşir kendi içinde günden güne. Anneannem dedem yokken yastığının altında silahla yatar kuleli evdeki ıssız gecelerde. Daha sonra yeni yaptırdıkları ulu çınar ağacının gölgesindeki modern eve geçerler. Altında fırın ve büyük bir kahvehane vardır. Bir de Tire'ye Sefaradlardan geldiği söylenen karambol oyununa ayrılmış alan.
Günümüzde bile 'Rauf Bey'in Kahvesi' diye bilinir o kahvehane.

Şuşut soyadını almıştır aile. Şuşut Farsça'da 'bilgili' anlamına gelirmiş. Dedeme çok yakışırdı soyadı aynen 'yücelten, esirgeyen' anlamına gelen ismi gibi.

Annemi çok sevdiği ve güvendiği akraba oğluyla evlendiren dedemin önsezisi ne yazık ki gerçekleşir. Onca ayrılık ve göçle yorulur yüreği. Bir Kasım sabahı, filesi dolu döner çarşıdan. Alt kattaki kahvedekilere, 'Kahvemi yapın, geliyorum.' der ve anneannemin begonyalarının karşıladığı basamakları çıkıp yatağına atar kendini ve bir anda uçup gider son nefesi. Mutfaktaki anneannem kapının açıldığını duyup gelene dek sonsuz yolculuğuna çıkmıştır benim maviş, güngörmüş, ağırbaşlı, sevgisi, öfkesi bakışlarında gizli dedem.

Bir mübadil yaşam böylece daha 64 yaşında solmuş, Tire'de sevgili annesinin kabriyle yan yana sonsuz uykusuna dalmıştır.       
         
  
    

12 Haziran 2013 Çarşamba

GEZİ PARKINDAYDIM BUGÜN


 Gezi Parkı'ndaydım, tam iki haftadır gitmek istediğim, iki haftadır sürekli haberlerini ve görüntülerini izlediğim, anılarla dolu parkta ki artık simgedir bambaşka bir direnişe tüm insanlık için.

Gidin, görün mutlaka eğer bu şehirde nefes alıyorsanız. 
Gidin, dayanışma nasıl olurmuş, gidin, ortak dilden nasıl konuşulurmuş, gidin, dün akşamki o dehşet ve vahşete karşın direnişin simgeleri rengarenk çadırları, kitaplığı, reviri, veterineri, yemek dağıtımındaki bolluğu görün, inanın insan olmanın HALA güzel olduğunu duyumsayacaksınız.   

İki hafta önce yazarken, aslında bir an önce 'Diren Gezi' dayanışmasına gitmek için can attığımı belirtmiştim. Ama annem 'glokom' (göz tansiyonu) ameliyatına hazırlanıyordu ve onunla gelmek zorundaydık. Dün, o çok önemli bir operasyonu atlattı. Kontrolünde çok olumlu sonuç aldık. Ve iki kardeş hemen parkın yolunu tuttuk.      

Her zaman yürüdüğüm Cumhuriyet Bulvarı çok yeni türde seyyar satışlara sahne oluyor artık. Gaz maskeleri, deniz gözlükleri ve baretler. Emek direnişlerinde ne denli amatörmüşüz diye gülümsedim içten içe. Yolda yürüyenlerin pek çoğu market çantaları taşıyordu. Biz de katıldık onlara. Nasıl gönülden bir alışverişti anlatmak zor. 

Divan Oteli'nin önü dağıtım merkeziyle, reviriyle direnişin başlangıç noktası. Adım attığınız andan itibaren farklılaşıyor, kendinizi oraya ait hissediyorsunuz. Çünkü ortak dili konuşan bir çok insanla birlikte olduğunuzu, birbirinize farklı bir gülümseyişle baktığınızı görüyorsunuz.

Taksim Projesinin çukurları arasından Gezi'ye giriyor ve rengarenk çadırlar ve her yaştan insanlarla ama en çok gençlerle bir araya geliyorsunuz.

Biz, iki kardeş sağ taraftaki bir grup gence yaklaşıp dağıtım merkezini sorduk öncelikle. O sırada gönüllü veterinerlerin buluşma noktası ve oradaki mama bolluğu çok hoşumuza gitti. Hemen girişin solunda ise 'Gezi Bostanı' oluşturulmuştu. bunları neden öncelikle yazıyorum diye sorarsanız; doğanın tüm canlılarına nasıl değer verildiğini anlatabilmek için dersem yeterli olur mu?   

Sürekli bir anons yapılıyordu. 'Acıkanlar için yiyecek servisi vardır',diyerek. Gerçekten de parkta iki saat kadar kaldık ve tüm insanların karınlarını doyurduklarına (hem de nasıl bir bolluk içinde) tanık olduk. 

Hani orantısız güce karşı orantısız zeka söylemleri vardı ya gençlerin; asılan pankartlarda sayısız örneklerini gördük. çektiğim fotoğraflarda onları belgelemeye çalıştım.Yakından yüzleri almamaya çalışarak çektim tüm fotoğrafları.Çünkü onlar hep oradaydılar ve belge olmamalıydı yüzleri. 

Ve çocuk köşesi. Onların resimleri öylesine etkileyiciydi ki tüm saflıklarıyla parkı koruyan. Büyükler ders almalı diye düşündüm. Ve dün akşam su sıkılan kitaplığın yanında yapılan yenisi. Gönüllüler
kitap bekliyorlar, aklınızda olsun.

Genç sanatçılar her köşedeydiler. Kulağından yaralanmış genç adam nasıl sakindi direniş nöbetini sürdürürken. Kadınlar nasıl güçlüydüler direnişin her noktasında.Fransız gazeteci hanımla da ortak dilde ve fotoğraftaydık bir ara. Cumhuriyet'den Silivri duruşmalarına  ulaşmamızı sağlayan arkadaşı da gördüm, Ümit Kocasakal'ı da. Ümit Bey GSÜ'de oda komşumuzdu, ona rast gelip fotoğraf çektirmek de güzel bir anı oldu. ve sonra bir öğrencimle karşılaşıp çadırda kaldığını öğrenip kutlamak da çok iyi oldu. 

İki gönüllü çalışmaya da katıldık. Yağmurluk dağıttık direnenlere. Bazıları almak istemedi, gereksinimi olan diğer arkadaşlara verin diyerek. Daha sonra da zincir oluşturup çadırlardakiler yağmurdan etkilenmesinler diye getirilen tahta kalıpları ilettik elden ele. Kısacası giden herkese  bir şekilde  iş düşüyor.

Taksim Meydanı hüzünlüydü onca gaz bombası ve çekilen acılardan sonra, yanmış arabalar ürkütücüydü, kalan barikatlar üzücüydü, bir kaç köşe belki onaylamadığınız sloganları gösteriyordu ama tüm güzelliklerin ve ortak dil ve onca paylaşımın arasında o kadar azdı ki etkileri. 

İyi ki Halk TV var da izleyebildik görüntüleri,Ve sosyal medyanın müthiş örgütleme yetisi,arada bir doğruluğu tartışılır haberlerine karşın bize gerçekleri gösterebildiler. 

Ve dün içimizi yakan son acı saldırıdan sonra, kalan tüm güçleriyle direnen gençlerin hepimizden çok daha kararlı olduklarını, insan olmanın erdemini taşıdıklarını, yedikleri onca gaza karşın hala hayata gülümsediklerini ve son yirmi dört saatiniz kaldı tehdidine aldırış etmeden parkı korumaya direndiklerini görmek 31 Mayıs 2013'ün insanlar var oldukça ASLA unutulmayacağını gönlüme yazdı en derinden.